27 Eylül 2014 Cumartesi

Misafirperver Türkiye’ye n’oldu?

Misafirperver Türkiye’ye n’oldu?

 Sare Şanlı

Millet olarak dünya nezdinde en çok öne çıktığımız özelliklerden birisi misafirperverliğimiz ola gelmiştir bugüne kadar. Lakin son zamanlarda Gaziantep’de ve Suriyeli mültecilerin yoğun olarak bulunduğu illerde Suriyeli kardeşlerimize gösterilen muamele maalesef bu husustaki imajımızı zedeliyor.
Devletimiz sığınmacılar için her türlü insani yardımı yapmaya çalışırken, bu politika maalesef toplum nezdinde karşılık bulabilmiş değil.
İster istemez bazı hususlarda şüpheye düşüyor insan. Mültecileri genel anlamda sosyolojik bir kirlilik ve bir yük olarak gören zihniyet beyaz Türklerimizde her zaman mevcuttu. Hümanizmi ve insan hakları söylemlerini ağızlarından düşürmeyen o elitist kesim mevzu bahis Ortadoğu’nun bataklığından (!) gelen üçüncü dünya ülkesi insanları olunca bu söylemlerini çok çabuk unuttu. Hatta o klasik “benim vergilerimle bunu yapıyorlar” söylemlerini bugün Suriyeli mülteciler için uyguluyorlar.
Bu elitist kesim İstanbul’un ve İzmir’in lüks semtlerinde mukimler, ama mültecilerle vatandaşlarımız arasında yaşanan gerginlikler Gaziantep’de vuku buldu. Şaşırtan hadise de bu.  Acaba mültecilere ve genel olarak Ortadoğu insanına karşı gösterilen bu elitizm hastalığı Anadolu insanına da mı sirayet etti diye korkuyor insan!
Birinci dünya savaşı sonrasında anavatanlarını terk etmek zorunda kalan Rumeli ve Kafkas Osmanlı topluluklarına ev sahipliği yapan Anadolu toplumuydu. Aynı millet 1944’deKarabağ’da Ermeni zulmünden kaçan Azerbaycan Türklerine de, 1950’dekomünist Çin’in baskılarından kaçan Uygur Türklerine de kapısını şefkatle açtı. Komünist Yugoslavya’da dini ve milli değerlerini yaşayamayan Türkler, Kosova’da ve Arnavutluk’ta Sırp katliamından kaçan Arnavutlar ve bütün Avrupa’nın gözü önünde Sırplar tarafından katledilen Boşnaklar da sığınacak kapı olarak bizi buldular.
Bu misaller sadece yakın tarih örnekleri olmakla beraber daha geriye gidecek olursak Türk topraklarının mazlumlara her zaman beşik olduğunu açıkça görürüz. Milletimiz kimlik farkı gözetmeksizin zulme uğrayan ve kendi topraklarına sığınan herkese müşfik bir şekilde elini açmış ve ensarlığını göstermiştir.
Bugün mültecilere ve mazlumlara karşı hassasiyetimizi kaybetmemizin tek sebebi beyaz Türk hastalığının Anadolu insanına sirayeti midir? Geçmişte mültecilere son derece müşfik davranmış bir milletin bugün bu şefkate ve hoşgörüye sahip olmamasının sebebi nedir? Çok değil, 15-20 senelik bir zaman zarfında değişen ne oldu? Dün mazlum Boşnak’ların ve Kürtlerin başımızın üzerinde yeri varken bugün Suriyelileri neden istenmeyen topluluk muamelesi gösteriyor birçoğumuz?
Şeytanın fakirlikle korkutmasına kanıp, ekonomik sorunları bahane ederek, ümmet bilincinden uzaklaşıyor ve mümin kardeşlerimize karşı hoşgörülü olmaktan vazgeçiyorsak değerlerimizi sorgulamanın zamanı gelmiştir.  Hadi kendi evlerimizin konforunu artırma peşinde verdiğimiz mücadeleden küçük bir payı, ülkemize sığınmak zorunda kalmış insanlara ayırmayı çok gördük diyelim, güler yüzümüzü de esirgeyip “Burada ne işiniz var?” bakışlarını atabilecek duyarsızlığa nasıl geldik? Bazı mültecilerin hatalı davranışları, çıkardıkları rahatsızlıklar bizim hatalı tutumlarımızın sebebi mi olmalıydı?(Oysa yargılamadan önce, savaştan kaçan, düzenini bozup dilini bilmediği bir ülkeye sığınan insanların ruh halleri üzerinde düşünmemiz gerekmez miydi?)
Meselin özü yine bireyselleşme sorununa çıkıyor. Şehirleşmenin ve metropolleşmenin artmasıyla mütevazı hayatlar azaldı. Sıkış tepiş binalarda birbirinden habersiz, birbirine duyarsız insanlar komşusu aç iken karnı tıka basa dolu uyuyabildi. Haftanın altı günü çalışanlar Pazar günlerini yoksulun izlerinden uzak lüks mekanlarda tüketim ve eğlenceye ayırırken en ufak bir vicdan muhasebesi yapmadı. Peki ne oldu? Mutlu mu olduk? Araştırmalar depresyon oranımızın geçen yıla oranla tam beş kat arttığını söylüyor. Standartlarımızı yükseltip, maddeyi tüketirken içimizdeki tüm iyi değerleri de tükettiğimiz için belki de… Başkasının derdiyle dertlenme yeteneğimizi kaybediyor oluşumuz, kendi dertlerimizi olduğundan çok büyük gösterdi bize.
Velhasıl, Müslümanca düşünmekten uzaklaşınca Müslüman kardeşimize yönelik tutumlarımız da ekseninden saptı. Önce parklardaki Suriyeli dilencilerden, sonra vatanımızda iş güç edinip durumunu düzeltenlerden rahatsızlık duymaya başladık.
Biz devlet ve millet olarak Suriye’de dönen kirli siyasete doğrudan etki edemiyor olsak da en azından üzerimize düşeni yapabilmeliyiz. Hayatta kalmak için anavatanlarını terk etmiş bu kardeşlerimize göstereceğimiz muamele bizim için büyük bir imtihan olacak ve bu husustaki tavrımız muhakkak tarihe not düşülecektir. Temennim o ki, tarihe Suriye’lilere yardım etmiş, ev sahipliği yapmış bir millet olarak not düşülürüz.
yayın : 22 Eylül 12:01

Sağlık konusunda radikal bilgiler

Sağlık konusunda radikal bilgiler

 Sare Şanlı

Şimdiye kadar ciddi bir sağlık sorunu yaşamadığımdan olsa gerek, sağlık konusuna pek kafa yormadım. Kızartmalardan, asitli içeceklerden, sigaradan uzak durmanın yanında hassas bir beslenme biçimim de olmadı. Abur cuburu oldum olası sevdim, ambalajlı ürünleri tükettim, doğal süt ve yoğurt tüketme peşinde koşmadım, gezen tavukları kovalamadım… Ancak, son zamanlarda edindiğim tecrübeler ve arkadaş tavsiyesi ile okuduklarım beni düşündürdü. Mevcut tıbbı eleştiren ve hatalarını gözler önüne seren kaynaklar yavaş yavaş dikkatimi çekmeye başladı.
Basit bir rahatsızlığı olmasına rağmen, doktorun isteği ve ısrarı üzerine gereksiz yere ameliyat olan hastaları duymuşsunuzdur. Peki üç yaşında dişleri dolgulu bir çocuk gördünüz mü? Yada beş yaşında kolesterol sorunu yaşayan bir ufaklık?
Vision Council of America istatistiklerime göre Amerika’daki yetişkinlerin %75’i gözlük veya lens kullanıyor. Diğer çoğu araştırmaya göre ise dünyada göz bozuklukları her geçen yıl artış gösteriyor. Peki, göz bozukluklarının tedavisinde gözlük kullanımı da aşıp lazer, lasik vb tedavi biçimlerinin hızla yayıldığı bir dönemde, miyop, hipermetrop ve astigmat gibi rahatsızlıkların gözlük kullanmadan, sadece bazı egzersizlerle tedavi edilebileceğini söylesem ne düşünürsünüz? Sıra dışı göz doktoru William H. Bates ‘Cure for Imperfect Sight by Treatment without Glasses”  isimli çalışmasında tedavi süresi biraz uzun olsa da, odaklanma egzersizlileri, avuçlama, sallama, güneşlenme gibi yöntemlerle görme yeteneğinin nasıl artırılabileceğini ve gözlüksüz yaşamanın nasıl mümkün olacağını anlatıyor, ilgilenenler mutlaka okusun. (1)
Peki dişçinizin dolgu, kanal tedavisi veya çekim gibi yöntemler önerdiği çürüklerinizin sadece ve sadece beslenme biçiminizle iyileşebileceğini, dişinizi doldurmadan, çektirmeden tedavi edebileceğinizi söylesem? Bir buçuk yaşındaki kızını dişçiye götürdüğünde ve dişçi dolgu yapmak gerektiğini söylediğinde tepesi atan ve kendini çeşitli araştırmalara adayan Ramiel Nagel, diş çürümesinin sebebinin bakterilerden ziyade mineral kaybı olduğu sonucuna varıyor. Sıradışı bir dişçi olan Winston Price’ın bulgularından yararlanan Nagel,  dişin kaybettiği mineralleri ona geri verebilmek için besin araştırmasına yönleniyor. Nagel, pastörize edilmemiş saf süt, bu sütten yapılan yoğurt ve peynir gibi gıdalar, gezen ve doğal beslenen tavuk yumurtası gibi çeşitli besinlerle beslenerek ve işlenmiş gıdaları hiç tüketmeyerek diş çürüklerinde, diş eti rahatsızlıklarında kısa sürede ciddi ilerlemeler kaydediyor. Tüm bu çalışmalarını da “Cure Tooth Decay” isimli kitabında topluyor. (2) (Her bünyenin birbirinden farklı olduğunu kabul edersek, söz konusu radikal çözümlerin her bireyde olumlu sonuç gösterip gösteremeyeceğini de bilemeyiz.)
Gelelim her derde deva gibi sunulan antibiyotik kullanımına. Yakın bir zamanda biyomedikal uzmanı bir arkadaş konuyla ilgili beni bilgilendirene kadar antibiyotiklerin ufak tefek soğuk algınlıklarında gereksiz, ancak kulak iltihabı, sinüzit, bronşit gibi hastalıklarda kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Yanıldığımı arkadaşımın gönderdiği kaynaklara göz atınca hayretler içinde öğrendim. İncelediğim kaynaklar arasında en çarpıcı ve en net ifade British Columbia Üniversitesi epidemologu Mahyar Etmiyan’a ait. Etmiyan hastalarına hiç düşünmeden antibiyotik yazan doktorlar için “Bir sineği atom silahıyla öldürmeye çalışan tembel doktorlar” ifadesini kullanıyor. (3) Anlaşılan o ki, antibiyotikler zararlı bakterileri yok etmenin yanı sıra vücutlarımızda çok daha büyük hasarlar bırakıyor. Bu noktada da doğal antibiyotiklere (sarımsak, kırmızıbiber, adaçayı, kekik vs) yönelmek ve beslenme biçimimizi gözden geçirmekte fayda var.
Tüm bu paylaştığım bilgilerin bilimsel kısmını açıklamaya çalışmayacağım, zira bu konularda yeterli bilgim olmadığı gibi, tıp uzmanı da değilim. Ancak günümüzde her bir hastalığa ait devasa sektörlerin olması hususunda söyleyecek sözüm çok. Gözlük, lens, gözlükten kurtulma ameliyatları… Kronlar, köprüler, kanal tedavileri, implantlar derken dişlerimizi doldurup ceplerimizi boşaltan bir diş sektörü… Üçüncü dünya ülkelerinin gerçekten bihaber halklarını kobay olarak kullanan devasa ilaç sektörü… Ve hepsinin yanında en önemlisi: İşlenmiş, yapay gıdaların ucuzluğu, ulaşılabilirliği ve yaygınlığına karşın bozulmamış, doğal gıdalara ulaşmanın zorluğu ve maliyeti. Tüm bu sektörler karşısında sağlıklı kalabilme mücadelesi verebilmenin zor olduğunu ancak imkansız olmadığını biliyorum. Her tür nimet gibi sağlık  Allah’tan ve her tür imtihan gibi hastalık da… Bize düşen görev, bilmediğimizi öğrenmek, her söylenene inanmamak ve sorgulamak.
(1)          http://www.alternatifterapi.com/icerik/bates-yontemi-nedir
(2)          http://www.curetoothdecay.com/
(3)          http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9505EEDF143EF932A2575AC0A9649D8B63
yayın : 15 Eylül 11:23

Bizim imtihanımız

Bizim imtihanımız

 Sare Şanlı

Bir yanda susuzluktan can veren çocuklar, bir yanda henüz üç yaşında obez olduğu için diyete zorlanan çocuklar… Bir yanda Yahudi kurşunu ile cennete kanatlanan şehit delikanlının annesinin onurlu gözyaşları, diğer yanda uyuşturucudan ölen gencin annesinin yürek yangını…
Hep düşünürüm… Savaşın, korkunun, açlığın ve yokluğun içinde sevdiklerinin ıstırap dolu ölümlerini seyrederek, can korkusuyla yaşamak mı daha zordur, yoksa modernizmin yarattığı şeytanlar arasında varlık amacını unutma ve ahirette kaybetme tehlikesiyle yaşamak mı? Muhakkak Allah yolunda yaşamak Allah yolunda ölmekten çok daha meşakkatli…
Türkistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de zulmün en koyu renkleriyle hissedildiği beldelerde mümin; dünyaya niçin geldiğini, hesap gününü, dünya hayatının geçiciliğini daha iyi bilir, anlar ve yaşarken, dünya hayatından mahrum olsa da ahireti kazanıyor.  Bizler korku ve savaştan ırak, barış içindeki vatanlarımızda dünyevi her zevki tadarken, ahiretlerimizi adeta kumar masasına yatırıyoruz. Onların şeytanları insan suretinde iken, bizim şeytanlarımız çok daha sinsi, çok daha tehlikeli. Onlar Allah yolunda ölüp öldürülerek vaat edilene ulaşacakken, bunca konforun içinde bir gün öleceğimizi düşünmekte zorlanan bizler O’nun yolunda hakkıyla yaşayabilme mücadelesinin neresindeyiz? Bizim imtihanlarımız neler?
Yalnızca dünyevi kaygılarla uyandığımız sabahlar, hakkını veremediğimiz ibadetler, hayat rehberimiz Kur’an ile aramızdaki o uzun mesafe? Sosyal ilişkilerimizi baltalayan, bizi benliğimizden uzaklaştıran, haramı helal kılıfı altına ustaca gizleyen, zaman törpüsü televizyonun ve internetin hayatımızda işgal ettiği alan? Bir türlü tatmin edemediğimiz maddi ihtiyaçlarımız, harcamalarımız, evlerimizin lüksü, elbise dolaplarımızın gereksiz çeşitliliği, midelerimize olan düşkünlüğümüz?
“Vallahi ben bundan sonra sizin için fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizden evvelki ümmetlerin önüne dünyalıklar serilip onlar için birbirileriyle yarıştıkları ve onları helak ettiği gibi sizin önünüzde de serilip çekişmenizden ve sizi de helak etmesinden korkuyorum.” (Muslim, Buhari)
Resulün korkusu boşuna değil. Dünyalıklar önümüze serilince asıl meselelerimizi unuttuk. Dünyada olup biten bunca haksızlık karşısında tavrımız da mümine yakışır cinsten değil. “Suriye’de olup bitenler o ülkenin iç sorunudur, Filistin davasında tarafsız kalmalı, diplomatik yaklaşımdan yana olmalıyız” kabilinden ümmet bilincinden uzak ve insanlık dışı yaklaşımlarda bulunabilir miyiz? Zırhımızı, silahımızı kuşanıp bizzat bedenlerimizle savaşamıyoruz, kardeşlerimizin yanında bedenen var olamıyoruz, ancak yapabileceğimiz bir şeyler yok mu?
Zaman, evimizin hali hazırda yeni olan perdelerini değiştirmeyi, oğlumuza sünnet düğünü, kızımıza doğum günü partisi düzenlemeyi bir ihtiyaç olarak görmek gafletinden uyanıp, zevklerimizden ödün vererek ve zaaflarımızdan sıyrılarak maddi yardımlarımızı artırmanın zamanıdır. Ülkemize sığınan mazlumları devlete havale etmek, mağduru görmezden gelerek mağduriyetinden kendisini mesul tutmak, savaşın yıktığı beldelere yapılan insani yardımları sorgulamak yapılan en büyük hatalardan. Mazlumun acısına duyarsız hale geldiğimizde, kendi bencil yaşantılarımız içinde hapsolduğumuzda, yapılacak hiçbir şey olmadığını düşündüğümüzde kaybediyoruz. Elbette sevineceğiz, elbette hayatlarımız devam edecek… Ancak sevincimize mazlumun gözyaşını katmayı da ihmal etmeyeceğiz. Dost ve akraba meclislerinde, sosyal medyada, kendi hanemizin içinde “inandım” dediği için öldürülen, işkence gören ve korku içinde yaşayan kardeşlerimizi gündemde tutacağız. Kendimize, ailemize ve sevdiklerimize yaptığımız harcamalarda yoksulun ve mağdurun payını ayıracağız.
Derdimiz; varlığın içinde “hak ölçüde” tüketmeyi, barış içinde “savaşta” olanı düşünmeyi ve sahip çıkmayı, sahip olduğumuz nimetler karşısında şımarmadan şükrünü eda etmeyi, modern bir birey olarak değil ümmetin bir parçası olarak düşünmeyi ve yaşamayı başarmak olmalı.  Alabildiğine yakın ve iç içe yaşadığımız haramlara karşı kalplerimizi kuvvetlendirmek, bize lütfedilenleri hayırla kullanıp, kulluk sebeplerimiz üzerinde düşünüp harekete geçmek gayemiz olmadıktan sonra imtihanı kaybetmemek mümkün değil. Tüm bunlar ise ancak ve ancak Kur’an ve sünnet ile kurduğumuz doğru ilişki sayesinde mümkün olacaktır.
yayın : 6 Eylül 20:37

Bizim aşkımız çoook büyük!

Bizim aşkımız çoook büyük!

 Sare Şanlı

Çerkes köylerinde oturma odalarının ve evlerin neden iki kapısı olur bilir misiniz? Rahmetli dedem bir kapıdan içeri girdiğinde annem diğer kapıdan aceleyle kaçar ve her seferinde sekop (yani çerkes olmayan) babamın yüzünde tuhaf bir gülümseme belirirdi. Sonra dedem içeri girmekten vazgeçer veya ihtiyacını hızlıca giderip, çıkar ve annem yeniden içeri girerdi. Çerkes geleneklerinde karı kocanın aile büyüklerinin yanında yan yana oturması, hatta aynı odada bulunması “ayıp” sayıldığından odaların iki kapısı böylesi durumlar için sıkça kullanılır.
İşin açıkçası, aralarında nikâh bağı olan iki insanın sadece aynı odada bulunuyor olmalarının veya yan yana oturmalarının ayıp sayılmasını şahsen tasvip ediyor değilim. Ancak bu geleneği anlamaya çalışıyorum. Muhtemelen çerkes büyükleri, gençlerin sınırı aşmalarından korkmuş olacak ki, böylesi katı bir uygulama gelenek haline gelmiş diye düşünüyorum.
Günümüzde geleneklerine bağlı çerkes köylerinde dahi bu adet katı bir şekilde uygulanmıyor. Ancak yine de evli çiftler büyüklerin yanında hal ve hareketlerine, birbirlerine hitap şekillerine dikkat ediyorlar.
Eski tamathalar (çerkes aile büyükleri) bugün ifşa edilen karı koca ilişkilerini görselerdi, kalpten giderlerdi sanırım. Günümüzde kimse eşini evinde sevmiyor, ille de birilerinin gözünün önünde aşkitolu, canımlı, cicimli hitaplarla, Facebook ve Instagramda paylaşılan yanak yanağa pozlar, romantik şarkı sözleriyle ilanı aşklar ve bilumum sevgi sözcükleriyle sevmeyi tercih ediyor. Evlerin yatak odalarında asılı düğün fotoğrafları karı koca ortak açılan Facebook hesaplarının profil yada kapak resmi olabiliyor. Nişanlı/nikahlı çiftler, arkadaş listelerindeki aile büyüklerinin de gördüğünü ve okuduğunu bile bile son derece mahrem söz ve hitaplarla kendilerine özel olması gereken birçok anı umum ile paylaşmaktan çekinmiyor. Birileri çıkıp da, “Sürekli yanak yanağa pozlarınızı görmek, sevgi pıtırcığı sözlerinizi okumak zorunda mıyız? Birbirinizi yatak odanızda sevin kardeşim!” dese diye içimden defalarca geçiriyorum. Ancak gözlerim aksi yönde yorumlar okuyor. “Birbirinizi hep böyle sevin, ne kadar da yakışıyorsunuz, Leyla ile Mecnun” kabilinden destek yorumları geliyor bir hayli samimi aşk fotoğraflarına.
Her geçen gün yıpratılan, eskitilen “aşkım” sözünden soğuyorum. Sevdiğini kem gözlerinden kıskanan  (yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim) zarafetini sergileyen eşlerin yerini, cümle âleme “bakın benim eşime” diyen eşlere bırakmasına üzülüyorum.
His çağında yaşıyoruz. Sevgimizi, heyecanımızı, nefretimizi, öfkemizi kısacası her tür duygumuzu belli sınırlar içinde yaşamak yerine mümkün olduğunca çok sayıda insana gösterme çabası içindeyiz. Duyguların varlığını inkâr edemeyiz ancak onları kontrol altına alabiliriz. Öfkeyi, nefreti ve diğer olumsuz duyguları yersiz bir şekilde ve haddi aşarak göstermek ne kadar yanlışsa, aşkı da ulu orta ve sınırsızca göstermek o kadar yanlıştır.
Evlenmek üzere olan veya henüz evlenmiş bir çiftin heyecanını, sevgisini anlamıyor değilim. Bir de yaşını başını almış çiftler aynı tuhaf duruma düşünce acımayla karışık kızgınlık beliriyor içimde. Her âşık, sevgisinin ne kadar derin ve büyük olduğunu tüm dünyaya göstermek arzusu taşıyabilir anlıyorum. Fakat mahrem kalması gerekeni herkese açmanın sonuçları üzerinde de düşünmek gerekmez mi? Hiç olmazsa nazara gelmekten korkmaz mı?
“Aşk ortalıkta gösterildiği an solmaya ve ölmeye yüz tutar.” demiş Hannah Arendt. Bugün değerli olanın, mahrem olanın gizlenmesi gerektiği üzerinde düşünme egzersizleri yapmaya ihtiyacımız var. Aşkı da tükenebilen birçok şey gibi idareli kullanmak gerek, saklamak, korumak ve kendi mahremi içinde beslemek gerek…
yayın : 25 Ağustos 11:18

Çocuklarımızı reklamlardan nasıl koruruz?

Çocuklarımızı reklamlardan nasıl koruruz?

 Sare Şanlı

Parlak renkler, sözü ve bestesi kolayca akılda kalan müzikler, çok iyi kullanılan görsel unsurlar ve olduğundan çok farklı sunulan ürünler… Kimi zaman izlediğimiz programı unutturan reklamlar hepimizin bilinçaltında kendine yer açmaya çalışadursun, şüphesiz reklam sektörü en çok çocukları etkiliyor. Çünkü çocuklar masumdur, savunmasızdır, onlar reklamlara güvenirler, doğruluğunu tek başlarına sorgulayamazlar. Ayrıca çocuklara yönelik ürünler çok geniş bir pazara sahip. Oyuncaklar, çocuk kıyafetleri, ambalajlı gıdalar, çocuk mobilyaları ve bebek-çocuk gereçleri… Her bir ürünün nasıl ustalıkla pazarlandığına dikkat edin. Çizgi filmlerin arasına serpiştirilen reklamlardaki oyuncaklara, araç gereçlere bir kez bakmak yeterlidir bir çocuğun sahip olma istediğini kamçılamak için.  En zararlı gıdalar bile ‘vitaminli’, ‘koruyucu madde içermez’ (koruyucu dışında her tür faydasız maddeyi içerir!) yalanıyla önce çocuğa sonra ebeveyne pazarlanabilir. Popüler çizgi film karakterlerini kullanarak çocuklara sevdiremeyeceğiniz ürün yok gibidir. Reklamlara ve reklama bağlı tüketime ilişkin yapılan bir araştırmanın (1) sonuçlarına bakalım:
• 36 aylık olduğunda bir çocuk en az 100 marka ismini tanımış oluyor.
• 8-18 yaş arası çocuklar internet, televizyon ve telefon ekranı başında günde yaklaşık 7.5 saat harcıyor.
• Ebeveynlerin çocuklar için yaptıkları harcama yılda 160 milyar dolar.
• Reklam izleyen çocukların abur cubur tüketimi izlemeyen çocukların iki katı.
Bir yetişkin reklamda gördüğü ürünü almaktan fiyatının yüksekliği veya girdiği markette bulamaması sebebiyle vazgeçebilir. Fakat çocuk ürünü ne koşulda olursa olsun bulmak ve satın almak ister. Çocukları yetişkinlerden ayıran en önemli nokta da bu olsa gerek. “Reklamın çocuklar üzerinde kısa ve uzun vadeli etkilerinden söz edilecek olursa, kısa vadeli etkiler çocuğun bir ürüne yönelik istek, seçim ya da hoşlanması biçiminde ortaya çıkabilir. Ancak sürekli arz ortamında kalan çocuk, anne-babadan reklamın etkisiyle her şeyi istemekte reddedilme durumunda ise yoksunluk hissetme,  değersizlik duygusu, hayal kırıklığı ve öfke gibi duygusal tepkilerden kaynaklanan çatışmalar yaşayabilir. Reklamın uzun vadeli etkileri ise özellikle sağlıksız ürün reklamlarına bağlı beslenme alışkanlıklarındaki değişmeler sonucunda ortaya çıkan şişmanlık hastalığı, madde ya da nesnelere aşırı düşkünlük, aile ve toplum algısında değişmeler olarak sıralanabilir.” (2) Muhtemelen bahsettiğim bu verilerden, reklamların çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerinden çoğu anne baba haberdar. (Reklamlar bu denli etkili olmasa, neden şirketler bu sektöre muazzam paralar harcasınlar ki?) Çaresiz kaldığımız nokta reklamlar karşısında savunmasız kalan çocuk için neler yapılması gerektiğidir. Çocuklarımızın hiç reklam görmemesini sağlamak imkânsız görünüyor. (İsveç Norveç gibi bazı ülkelerde çocuklara yönelik reklamlar yasak, malum bizde ise gayet serbest.)Zor da olsa reklamlar karşısında savunmasız kalan çocuklarımız için yapılabilecek bir şeyler var:
• Reklamların maksadını yani onların ürünleri insanlara tükettirmek ve satın aldırabilmek için cazip hale getirdiklerini anlatın.
• Reklamı yapılan ürünler hakkında çocuğun görüşlerini sorun ve gerçekten alınması gerekip gerekmediğini sorgulamasını sağlayın.
• Satın alınan ürün ile reklam arasındaki farkları tecrübe etmesini sağlayın ve düşüncelerini dinleyin.
• Çocuğunuzun izlediği, gördüğü reklamlardan haberdar olun.
• Reklamda görülen her ürünün satın alınamayacağı konusunda çocuğunuzla konuşun.
• Aile bütçeniz ve parayı harcama biçiminiz hakkında onu bilgilendirin. (3)
Anlaşılan o ki, başlangıç olarak çocukların ekran zamanlarını kısıtlamak ve onların zekâlarını, algılarını ve duygularını küçümsemeden yani yaşlarına bakmaksızın onlarla konuşmak ve onları dinlemek gerekiyor. Ebeveynin ekran süresini kısıtlaması ve bir yaşam biçimi olarak sürekli alış verişe çıkmaktan, sürekli bir şeyler satın almaktan uzak durması da şart. Zira sürekli reklama maruz kalan, çarşı pazar dolaşan bir yetişkinin tüketmekten uzak kalması zor iken, çocuğun bu durumda kendini kontrol etmesini beklemek hatalı olur.
Bir başka önemli bir adım ise, sürekli almak yerine, başta kendimize sonra çocuğumuza “vermeyi” aşılamak olmalı. Özellikle çocuk için önem arz eden ürünlerden başlamalı: dışarıda yediği bir ürünü ikram etmeye teşvik etmek, oyuncaklarından bir kısmını oyuncağa ihtiyaç duyan çocuklara bağışlamak gibi. Bu noktada çocuğa ‘ihtiyaç sahibi’ insanların varlığından söz etmekte ve onlar için bir şeyler yapmak gerektiğinden bahsetmekte fayda var. Her zaman kendi isteklerini karşılamak yerine bir başkası için alış veriş yapmak, sevdiği eşyalarından bir başkasına vermek çocuğun diğerkâmlık duygusunu pekiştirecektir.
Bilmemiz gereken bir şey var ki, reklamların üstesinden geldiğimizde tüketim çılgınlığının da üstesinden gelmiş olmuyoruz. “Çocuğum artık reklamlarda gördüğü ürünü istemiyor.” diyecek bir aşamaya geldiğimizde, çocuk okul çağına ulaştığında bilhassa ergenliğe doğru arkadaşlarının reklamını yaptığını ürünleri istemeye başlayabilir. O aşamayı aştığınızda çalışma hayatında, evlilik hayatında tüketmenin sınırlarını zorlayabilir. Bu da tüketim sorunun bir ömür boyu bizimle birlikte olacağını ve mütemadiyen çözüm üretme halinde olmamız gerektiğini gösteriyor. Ancak çocukluk çağında çözümün tohumlarını ekmek akıllıca bir başlangıç olacaktır.
(1)http://www.indiaparenting.com/raising-children/253_3442/effects-of-advertisements-on-children.html
(2)http://www.rtuk.org.tr/upload/ut/25.pdf (116 J. N. Kapferer, 1991, s.184)
(3) http://www.aboutourkids.org/articles/how_raise_educated_consumer
yayın : 18 Ağustos 12:05

Çocukların ekran zamanını nasıl azaltabiliriz?

Çocukların ekran zamanını nasıl azaltabiliriz?

 Sare Şanlı

Bu yazıda ebeveynleri televizyon ve internetin çocuklar için oluşturduğu muazzam tehlikeye ikna etmeye çalışmayacağım. Zira buna ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum. Çünkü her anne baba bugün çocukların ekran karşısında geçirdiği zamanın uzunluğundan, televizyon ve internetin sunduğu zararlı içeriklerden ve olumsuz etkilerden haberdar. Amacım, “çocuklarımızı ekran bağımlılığından nasıl koruruz ve ekran karşısında geçirilen zamanı nasıl kontrol altına alırız?”sorularına cevap bulabilmek, en azından kendi bulduğum cevapları sizinle paylaşmak.
Benim gibi çocuğu henüz okul çağına gelmeyen anneler için çözüm göreceli olarak daha kolay. Çünkü 0-6 yaş arası çocuklar zaten oyun çocuklarıdır, onları kolaylıkla hareketli oyunlara, parka ve çeşitli aktivitelere yönlendirebilir, gittiğiniz yerlere yanınızda götürebilir ve böylelikle ekrandan uzak tutabilirsiniz. Ancak çocuk oyun çağını geride bıraktıktan sonra ekran-çocuk ilişkisini kontrol altına alabilmek ebeveynler için ciddi bir sorun halini alabilir. Televizyon, bilgisayar, telefon gibi her tür ekranı evden çıkarmak ne yazık ki çözüm değil. Daha akılcı ve sağlıklı çözümler için Teresa Orange ve Louise O’Flynn’ın “Her Anne Babanın Yaşadığı Sorunlar ve Çözümleri” isimli kitabına danıştım. (Konuya ilişkin internette de çok sayıda kaynak bulunabilir, ancak ben ebeveynlerinin elinin altında bir kitap olmasından yanayım, malum ekran başında geçirilen süreden bahsediyoruz.)
Kitabın yazarlarına göre ekran başında geçirilen süreye karşı en etkin mücadele alternatif aktiviteler bularak verilebilir. Yani ekran süresini azaltacağımız çocuğun neyle meşgul olması gerektiği noktasında seçeneklere ihtiyaç duyduğunu hatırlamalıyız. (Burada yetişkinleri de düşünelim, hiçbir uğraşı olmayan yetişkin de vaktini ekran karşısında ziyan etmiyor mu?) Yazarlar yaptıkları araştırmalar sonucu çocuklar için altı aktivite alanı belirliyor:
1- Günün belli vakitlerinde süresi çok uzun olmayan ve çocuğu baskılamayan bir sohbet. (Yemek zamanında, okuldan dönerken vs)
2- Ailece yapılacak okuma saati. (Çocuğun ilgisini çeken kitap, dergi, ansiklopedi vs. olmasına dikkat)
3- Sanatsal faaliyetler. (Resim yapmak veya bir müzik aleti çalmak gibi)
4- Bir spor faaliyeti, en azından yürüyüş. (Burada babaların rolü çok daha etkin olmalı)
5-Evdeki işlere yardım ve belirli sorumluluklar. (Çocuğu zorlamayacak küçük işler, çöpü atmak, ekmek almak vs gibi)
6- Eğitici veya eğlendirici oyunlar. (Ailece oynanan kelime oyunları, isim şehir, monopoly vs gibi, bu noktada internetten yardım alınabilir.)
Elbette bu aktiviteler altı alan ile sınırlı değil. Her aile imkânları ölçüsünce alan sayısını veya niteliğini artırabilir. Örneğin yaşadığınız semtteki kurslar, sosyal aktiviteler gibi.
Çocuğu ekrandan mümkün mertebe uzak tutabildikten sonra, ekran başındaki zaman konusuna gelelim. Öncelikle çocuklar için günlük ekran saati belirlemek ve bu süreye muhakkak uymak gerekiyor. Çocuklar bu noktada ebeveynin kararlılığını hissetmeli ve süreye uymalı. Bunun için ailenin çocuk için uygun program veya bilgisayar oyunu seçmesi ve süreyi tayin etmesi gerekiyor. Örneğin günlük 2 saat limitini yarımşar saate bölebilir veya kesintisiz de yapabilirsiniz, burada önemli olan süreyi aşmamak. Ekranı ebeveyn yerine çocuk kendisi kapatmalı ki, düş kırıklığına uğramasın. Ayrıca bir çizelge ile çocuğun kendisini programlamasına yardımcı olunabilir. (Yemek esnasında veya yatmadan önce ekran zamanı koymamak gerekiyor.)
Çok daha önem arz eden bir nokta da, ebeveynin çocuğun ilgilendiği program veya oyunun içeriğinden haberdar olmasıdır. Zira çocuk yarım saatlik bir süre içinde de şiddet ve cinsellik gibi kötü içerik barındıran bir ekran saatinden zarar görebilir. Çocuklar gerçek ve kurgunun ne olduğu hakkında bilgilendirilmeye ihtiyaç duyabilir. Bu nedenle çocuklarla izledikleri programlar hakkında konuşulmalı, görüşleri alınmalıdır. Bilhassa reklamlar konusunda aileler tüketime karşı bilinçli bir tavır takınmalı ve bunu çocukla paylaşmalıdır. Her zaman çocuğun izlediği programı, oynadığı oyunu takip etmek zor olsa da, zaman zaman aile çocuğa seçeneklerle birlikte kaliteli yapımlar ve oyunlar sunmalıdır.
Çocuklar ayak izlerimizi takip ederler. Dolayısıyla asıl dikkatli olmamız gereken yer, bizim onlara nasıl örnek olduğumuzdur. Şayet biz onlara aktivite bulmaya ve ekran saatlerini kısıtlamaya çalışıp, kendimiz elimizden cep telefonumuzu düşürmüyor, bilgisayar ve televizyon başında saatler harcıyorsak çabalarımızın boşa çıkacağından hiç şüphemiz olmasın. Sanırım ‘yetişkinler dünyasında ekran saati nasıl azaltılır?’ başlıklı bir yazıda da bu konuyu işlemeliyim.
Kaynak: Her Anne Babanın Yaşadığı Sorunlar ve Çözümleri / Teresa Orange ve Louise O’Flynn Yakamoz yayıncılık
yayın : 11 Ağustos 11:28