11 Ağustos 2016 Perşembe

İSRAİLLİ YAZAR GİLAD ATZMON'DAN ERDOĞAN'A DESTEK

İSRAİLLİ YAZAR GİLAD ATZMON'DAN ERDOĞAN'A DESTEK

Onu ilk önce Erdoğan'ın Davos'taki tavrına yönelik övgü dolu sözleriyle tanıdık. İsrail doğumlu müzisyen-yazar-aktivist Gilad Atzmon'dan bahsediyorum. Siyonizmi ve Yahudiliğin seçilmişlik düşüncesini bir hastalık olarak tanımlayan Atzmon'un “Göçebe Kimlik“ ismiyle Türkçeye çevrilmiş bir kitabı da var.

İki gün evvel Twitter'da paylaştığı kısa ve öz yazısında, Türkiye'deki son gelişmeleri değerlendirirken  düşüncelerini cesurca dile getirmesi ve düşünmeye sevkeden sorular sorması dikkatimi çekti. Bu yazının daha fazla kişi tarafından okunması gerektiğini düşündüm. 

Arkadaşlarımın çoğu Erdoğan'dan ve mevcut rejimden haz etmiyor. Türkiyeli sanatçı ve entelektüel dostlarımın bir kısmı da Erdoğan rejimini diktatör bir rejim olarak değerlendiriyor. Temel haklarının tehlike altında olmasından şikayetçiler. Türkiye hakkında yorum yapan çoğu Batılı meslektaşım da Erdoğan'ı sevmiyor. Bilhassa Suriye ve Esed'e yaklaşımını, Rusya'ya yönelik olumsuz tavrını ve İsrail ile ilişkisini eleştiriyorlar.

Entelektüeller ve sanat camiası içindeki olumsuz tavra karşın, Türkiye genelinde Erdoğan alabildiğine seviliyor. 16 Temmuz sabahı cumhurbaşkanlarının telefon bağlantısı ile yaptığı “darbeye karşı meydanları doldurma“ çağrısına Türk halkı kulak verdi. Bu olağanüstü gelişme dikkate değer.

Bu Türkler kim Allah aşkına? Ellerinde silah dahi olmadan orduyu yerle bir eden bu kahraman Türkler, Adorno'nun  Otoriteryen Kişilik (otoriteye kayıtsız şartsız itaat) kavramının örnekleri mi? Adorno'nun Yahudi üstünlükçü davranışının popüler akımlara uygulanması ne kadar uygundur? Yahut dün Türkiye'yi kurtaran kitlelerin hükümeti ve cumhurbaşkanlarını kendilerinin, asıllarının bir uzantısı olarak görmesi mümkün mü? Belki de Erdoğan Osmanlı mirasını canlandırıyor ve Türk halkını kendilerine yüz yıl evvel Atatürk tarafından empoze edilen Batılı kimlikten sıyrılmasına yardım ediyor. Erdoğan'ın Türk halkını “ihtişamlı halk“ geçmişine döndürmeye gayret ediyor olması mümkün müdür?

Türkiye Avrupa'nın ucuz iş gücü kaynağı olmaktan bir bölgesel güç olmaya terfi etmiştir. Her ne kadar bazı ciddi sorunları olsa da Türkiye artık önemli bir siyasi aktör.
Chomsky Türkiye'nin büyük bir güç olmasına olumlu bakmıyor,  Soros Türkiye'yi önemli bir siyasi aktör olarak görmek istemiyor. İsrail lobisi de Erdoğan'dan haz etmiyor.  İşte bu durumda sorulması gereken bir soru var: Peki neden?

http://www.on5yirmi5.com/yazar/sare-sanli/198590/israilli-yazar-gilad-atzmondan-erdogana-destek.html


30 Ağustos 2015 Pazar

BİR SURİYELİ'NİN KAPISINI ÇALDINIZ MI?

BİR SURİYELİ’NİN KAPISINI ÇALDINIZ MI?

HAZİRAN 2015
SARE ŞANLI
Şu an Türkiye’de yaşayan yaklaşık 2 milyon Suriyeli mülteci var. Savaştan ve zalim rejimden kaçarak geldi bu insanlar ülkemize. Onları her yerde görüyorsunuz, hangi şehre hangi semte giderseniz gidin, bir Suriyeli ile karşılaşıyorsunuz.
Hepimiz gibi sıradan, mutlu hayatlar yaşarken, dağıldılar, parçalandılar. Aylarca, yılarca korkusuz sabahladıkları tek bir gün olmadı, evlerinden çıkamadılar, işlerine gidemediler. Anneler eskisi gibi sofralar hazırlayamadı çocuklarına. Çocuklar ne okullarına gidebildi, ne parklara. Zulüm nice masum insanın hayatını elinden alırken, geride kalanlara da yaşanacak bir hayat bırakmadı.
Kimi kadın eşinin bedeninden kopartılan başını gördü, kimi annenin yeni doğmuş bebeği gözünün önünde katledildi. Küçücük çocuklar akrabalarının, kardeşlerinin, anne babalarının öldürülüşünü seyretti. Uykular bomba sesleriyle bölündü. Herkes en sevdiğini bırakmaya mecbur kaldı. Eşini, çocuklarını, evini, ekip biçtiği tarlalarını, onca emek verdiği işini, gücünü… Çocuklar ailelerinden, oyuncaklarından, okullarından vazgeçti. Kendinizi onların yerine koyarak hiç düşündünüz mü? Yıllardır yaşadığınız vatanı terk etmek zorunda bırakılmayı aklınıza getirdiniz mi?
****
Yıllar evvel bir konferansta tanıştığımız Türkiye’de ikamet eden Suriyeli arkadaşımız, savaş gitgide dehşetini artırınca bu yıl ailesini de önce Hatay’a, oradan da İstanbul’a getirdi. Şanslıydı, ailesine ev tutabilecek ve geçimlerini sağlayabilecek kadar kazanıyordu. Israrla bizi yemeğe davet ettiğinde mahcup olup, zahmet vermek istemediysek de, daveti geri çevirmedik. Anne, baba, bir genç kız ve iki delikanlı vatanlarından, düzenlerinden kopup dilini bilmedikleri bir ülkeye, bir bilinmezliğe kaçmak zorunda kaldılar. Suriye’de son derece varlıklı bir hayat yaşayan aile İstanbul’un en çarpık semtlerinden birinde oturmaya güç yetirebildi. Hiç şikayet etmediler, en azından canları güvendeydi. Ancak akılları hep ülkelerinde kalacaktı, bunu biliyorlardı. Tüm tanıdıklarını, akrabalarını savaşın ortasından kaçırmak gibi bir şansları yoktu. Kendi canları güvende olsa da, her güne endişe içinde uyanıyorlardı. Sevdikleri, geride bıraktıkları ne kadar güvendeydi?
Ev soğuktu, faturanın fazla gelmesinden korktukları için kalın giysilerle oturuyorlardı. Arkadaşımızın yardımıyla biraz sohbet ettikten sonra anne hemen ikramda bulunmak için mutfağa geçti. Sofrayı hazırlamasına yardım ettim. Küçücük mutfağın, fayansları sararmış, alçak ve bakımsız tezgahında hazırladığı lezzetli yemekleri melamin tabaklarda sunmak zorundaydı. Bizim için zerre kadar önemi olmasa da o yaşta bir kadın için sunumun önemli olduğunu hissediyordum, nemli gözlerinden bunu anlamak zor değildi. Kendi ülkesinde geniş ve bakımlı mutfağında gönlüne göre hazırlık yapıp, hepsi özenle seçilmiş, porselen tabaklarda misafirlerine ikramda bulunurken, burada belki de hayatında ilk kez “eksik” olduğunu düşündüğü bir sofra kuruyordu. Yine de sofralarında misafir ağırlamaktan memnundular. Israrla yememizi istiyor, bizi rahat ettirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Yalnızdılar, en büyük oğulları hariç hiçbiri Türkçe bilmiyordu. Kayıt dışı geldikleri için iki delikanlı ve genç kız okula da gidemiyorlardı. Alışveriş dışında hep evdeydiler. Dil bilmeyince kendilerini ziyaret edebilecek bir çevre de edinememişlerdi. Atmış yaşını geçmiş anne ve babanın evde oturmalarını normal karşılasak da gençlerin bir yerlere gitmeleri gerektiğini düşündük. Çünkü artık buradaydılar. Kendimizce çözüm aradık, tanıdıklarımıza sorduk. Kalkmaya niyetlendiğimizde bir hayli oturduğumuzu fark ettik. Onlar da, biz de mutluyduk. Maddi bir beklentileri yoktu. İnsan arıyorlardı, dil bilmeseler de görüşecek, yüzlerine bakacak insan. Burada olduklarını bilen, varlıklarından rahatsız değil bilakis memnun olan, hallerini hatırlarını sorup ziyarete layık gören insanları bekliyorlardı.
*****
Mahallenizdeki, apartmanınızdaki Suriyelileri hiç fark ettiniz mi? Komşunuz, hemşehriniz olarak görmeyi denediniz mi hiç? Belki de çocuklarınızın sınıf arkadaşları olan küçük çocukların başını okşayıp, sevdikleri oyunları, dersleri sordunuz mu?
Gidin, mahallenizde oturan Suriyeli bir ailenin kapısını utanmadan, çekinmeden çalın. Hatta giderken tıpkı bir akrabanıza gider gibi çikolata alın, evinizde kek, börek yapın götürün. Hallerini, hatırlarını sorun anladıkları kadarınca. Bir dertleri olduğunda kapısını çalabilecekleri komşuları olduğunu bilsinler. Kabul edelim, bu insanlar burada bizimle yaşıyor artık ve belki de hiçbir zaman ülkelerine, evlerine dönemeyecekler. Biz üzerimize düşeni yapalım, insanlığımızı, Müslümanlığımızı ortaya koyalım.

23 Haziran 2015 Salı

UNUTULMUŞ BİR DEVRİMCİ MELİKA SALİHBEG



10 Mayıs 2015… Benim için önemli bir gün olduğu kadar Melike hanım için de önemli idi. Melike Hanım, annesini yıllar önce tam da bugünde kaybetmiş, ancak bugün kendi ifadeleriyle onun manevi dönüşümünün ilk günü, doğum günü olmuş. Türkiye’deki bir arkadaş vasıtasıyla tanıdığım ve telefonuna ulaştığım Melike hanımla bir gece evvel viberden yazıştık. (70 yaşında olmasına rağmen şahsi websitesini her gün güncelleyen kadının viber kullanmasına şaşırmamalıydım.) Kendisiyle görüşmek istediğimi belirttiğimde bir sonraki gün müsait olduğunu yazdı.  Buluşacağımız saati ve yeri kararlaştırdık. Uykum gelene kadar heyecanla websitesinden şiirlerini, düzyazılarını, hayatını, kendisiyle yapılan röportajları okudum. 

Ertesi gün bana verdiği saatte Başçarşı'daki katedralin önüne geldiğimde siyah örtüsü ve siyah elbisesi içinde sanki daha 40lı yaşlardaki bir hanım gibi göründü gözüme. O beni tanımadığından uzaktan elimi kaldırıp gülümseyerek yürüdüm kendisine. Beni görünce Maşallah diyerek en içten gülümsemesi ile yüzüme baktı. Sıkıca sarıldık ve hemen nerede oturacağımıza karar vermeye çalıştık. Evinin çok yakın olduğunu söyleyip, seçimi bana bırakınca bu değerli hanımın evini görmeyi tercih ettim. Yazdığı kitaplara dokunmak, ilham aldığı evin havasını solumak benim için önemliydi. Yaşına rağmen bu kadar dinç görünmesini anlamaya çalıştım. Yapacak çok işi vardı, heyecanı ve enerjisi bir genç kızda yoktu sanki. Tarihi bir sokakta bulunan evi, en az sokak kadar tarih kokuyor. Birbirinden güzel çiçekleri, eski ama otantik eşyaları ve duvarlarda boş yer bırakmayacak kadar çok kitabı ile bu ev beni büyülüyor. Evin en aydınlık kısmındaki laptop ve çalışma masası o güzel şiirlerin ve yazıların harflere büründüğü köşe. Bu koca evi temizleyecek bir yardımcısı vardır diye düşünüyor ve dile getiriyorum hemen itiraz ediyor, her işi kendi başına yaptığını ve bundan memnuniyet duyduğunu belirtiyor. Boşnak kahvesi eşliğindeki sohbetimize başlıyoruz. 

Melika Salihbeg Bosnawi Melike Hanım, 1945 Saraybosna doğumlu. Lise eğitimi Saraybosna’da tamamladıktan sonra Zagrep Üniveristesinde Siyasi İlimleri bitirmiş. Daha sonra Saraybosna’ya gelerek Çağdaş Felsefe alanında yüksek lisansını tamamlamış. Nannter üniversitesinden kazandığı burs ile Paris’te bir yıl Modern Sanat’ın Ontolojisi teziyle çalışmasını noktalamış. Saraybosna’ya tekrar döndüğünde kendi ruhunda yaşadığı büyük manevi dönüşüm, mevcut siyasi düzenle çatışmasına neden olmuş. Her tür eğitimini, geç kaldığını düşündüğü Arapça ve Farsça eğitimleri gibi yarıda kalmış. Bosna Hersek Kültür ve Eğitim Merkezindeki işine de aynı siyasi sebepten son verilmiş. Edebiyat hayatına 1971 yılında “İzraz” isimli saygın bir mecmuada başlayan Salihbeg, o yıllarda hatırı sayılır ödüllere layık görülürken, 1979 yılında geçirdiği manevi değişim ile tesettüre girdiğinde ansızın en kaba şekilde edebiyat dünyasından dışlanmış. Kitap çalışmalarına, yazılarına kısaca entelektüel hayatına da sekte vurulmuş.  Çoğu eseri basılmadan tahrif edilmiş, mevcut kitaplarına ise el konulmuş. Melike Hanım Aliya İzzetbegoviç’in de aralarında bulunduğu 12 Müslüman entelektüel ile birlikte 23 Mart 1983 tarihinde henüz 12 yaşında olan oğlunun gözleri önünde evinden zorla alınmış ve hapse mahkûm edilmiş.  Yaptığı 73 gün süren açlık grevi olmasa demir parmaklıklar arkasında can verecekti. Melike hanım o dönemi anlatırken, oğlunun hala kendisini toparlayamadığını, o günleri capcanlı hatırladığını hüzünle ekliyor. Sürgünde geçen yıllar, hapis hayatı, tutuklamalar, sorgulara rağmen, şiirlerine, yazılarına, çeviri ve senaryolarına devam eden Bosnawi, daha önce yazdığı mecralardan ve kitaplarını basan yayınevlerinden de darbe yemeye devam etmiş. Bugün kendi eserlerini kendisi bastırmak için uğraş veriyor. Gelelim kendisinin Türkiye ile bağlantısına. Melike Hanım’ı savaş yıllarında Türkiye’deki tanınmış isimlerden biri ülkemize getirmiş hatta kendisini çok sayıda isimle de tanıştırmış. Kendisiyle tanışan çoğu insan fikirlerine, şahsiyetine ve verdiği mücadeleye hayranlık duyarken, Şii olduğunu öğrendikleri an onunla irtibatı kesmişler. Hatta onu Türkiye’ye getiren zat evinden dahi kovmuş. Bu durumda akıl ve vicdan sahibi bir aile kendisine sahip çıkmış, bir yakın akrabaları gibi muamele edip sevmişler. Nitekim ben de kendisine bu aile vasıtasıyla ulaştım. 

Ne yazık ki Melike Hanım Bosna’da da benzer sorunla mücadele ediyor. Komünist rejime karşı verdiği mücadeleyi sırf Şii olduğu için görmezden gelenler bir yana, Şiilik ile uzaktan yakından alakası olmayan edebiyat kitapları kitapçılar tarafından hak ettiği ilgiyi görmüyor. İnsanların Şii olduğunu bilmeden önce fikirlerinden etkilenmesi, kendisiyle konuşmaktan mutlu olmasının Şii olduğunu öğrendikleri anda değişmesine bir anlam veremediği gibi, sanırım artık bundan  yorulmuş. O yüzden evine girer girmez Humeyni’nin resmini gösterip, Şii olduğunu ve eğer bu benim için bir problem olacaksa, hemen gidebileceğimi söylüyor. Hüzünleniyorum. Dinsize yapmadığımız muameleyi din kardeşlerimize layık görebildiğimiz için… Şia sempatizanı değilim ve hatta hiçbir zaman Şia’ya kendimi yakın hissetmedim. Ama ayrıştığımız noktalara rağmen alnı beş vakit secdeye varan bir Şii Müslümandan kaçmanın manasını kendime izah edemiyorum. 

Tam üç buçuk saat kalıyorum Melike hanımın yanında ilk görüşmemizde. Sohbetine, hayat hikâyesine, fikirlerine doyamıyorum. Geçimini sağladığı kitaplarından satın almak istediğimi söylediğimde canı sıkılıyor. Israrla çok pahalı olduğunu söylüyor. Yine de almak istediğimi ve okumayı çok sevdiğimi söylüyor, ikna etmeye çalışıyorum kendisini.  Yukarıda da değindiğim gibi, Melike hanım kitaplarını kendisi yayınlıyor, az sayıda bastırabiliyor ve bu nedenle bir kitabın maliyeti hayli yüksek oluyor. Sıradan bir kitabın yaklaşık üç katı fiyatı ederinde olan kitapları için indirim yapmaya çalışıyor, kabul etmiyorum. Dışarıda bir öğünlük yemek parası olduğunu söylediğimde, gerçek bir okuyucu bulduğunu düşünerek seviniyor. Elbette imzalatıyorum. Kalkmama yakın paranın bir kısmını vermeye çalışıyor, utandığını söylüyor ancak sonuna kadar helal ettiğimi, emeğinin karşılığının çok daha fazlası olduğuna inandığımı söylüyorum. Defalarca sarılarak ayrılıyorum. Ama kendisini ziyarete tekrar geleceğimi biliyorum… 

Hayatını “Hayatım bir değirmenin çarkından dökülen su gibi ve ben onunla abdest alıyorum.”cümlesiyle tanımlayan Melika Salihbeg Bosnawi’nin İngilizce ve Boşnakça olarak iki dilde hazırladığı websitesine buradan ulaşabilirsiniz: http://www.bosnawi.ba/en/  Görünüm zengin & masaüstü ekranı Mobile git Unutulmuş Bir Devrimci: Melika Salihbeg Bosnawi | Sare Şanlı 
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/yazar/sare-sanli/174266/unutulmus-bir-devrimci-melika-salihbeg-bosnawi.html

27 Eylül 2014 Cumartesi

Misafirperver Türkiye’ye n’oldu?

Misafirperver Türkiye’ye n’oldu?

 Sare Şanlı

Millet olarak dünya nezdinde en çok öne çıktığımız özelliklerden birisi misafirperverliğimiz ola gelmiştir bugüne kadar. Lakin son zamanlarda Gaziantep’de ve Suriyeli mültecilerin yoğun olarak bulunduğu illerde Suriyeli kardeşlerimize gösterilen muamele maalesef bu husustaki imajımızı zedeliyor.
Devletimiz sığınmacılar için her türlü insani yardımı yapmaya çalışırken, bu politika maalesef toplum nezdinde karşılık bulabilmiş değil.
İster istemez bazı hususlarda şüpheye düşüyor insan. Mültecileri genel anlamda sosyolojik bir kirlilik ve bir yük olarak gören zihniyet beyaz Türklerimizde her zaman mevcuttu. Hümanizmi ve insan hakları söylemlerini ağızlarından düşürmeyen o elitist kesim mevzu bahis Ortadoğu’nun bataklığından (!) gelen üçüncü dünya ülkesi insanları olunca bu söylemlerini çok çabuk unuttu. Hatta o klasik “benim vergilerimle bunu yapıyorlar” söylemlerini bugün Suriyeli mülteciler için uyguluyorlar.
Bu elitist kesim İstanbul’un ve İzmir’in lüks semtlerinde mukimler, ama mültecilerle vatandaşlarımız arasında yaşanan gerginlikler Gaziantep’de vuku buldu. Şaşırtan hadise de bu.  Acaba mültecilere ve genel olarak Ortadoğu insanına karşı gösterilen bu elitizm hastalığı Anadolu insanına da mı sirayet etti diye korkuyor insan!
Birinci dünya savaşı sonrasında anavatanlarını terk etmek zorunda kalan Rumeli ve Kafkas Osmanlı topluluklarına ev sahipliği yapan Anadolu toplumuydu. Aynı millet 1944’deKarabağ’da Ermeni zulmünden kaçan Azerbaycan Türklerine de, 1950’dekomünist Çin’in baskılarından kaçan Uygur Türklerine de kapısını şefkatle açtı. Komünist Yugoslavya’da dini ve milli değerlerini yaşayamayan Türkler, Kosova’da ve Arnavutluk’ta Sırp katliamından kaçan Arnavutlar ve bütün Avrupa’nın gözü önünde Sırplar tarafından katledilen Boşnaklar da sığınacak kapı olarak bizi buldular.
Bu misaller sadece yakın tarih örnekleri olmakla beraber daha geriye gidecek olursak Türk topraklarının mazlumlara her zaman beşik olduğunu açıkça görürüz. Milletimiz kimlik farkı gözetmeksizin zulme uğrayan ve kendi topraklarına sığınan herkese müşfik bir şekilde elini açmış ve ensarlığını göstermiştir.
Bugün mültecilere ve mazlumlara karşı hassasiyetimizi kaybetmemizin tek sebebi beyaz Türk hastalığının Anadolu insanına sirayeti midir? Geçmişte mültecilere son derece müşfik davranmış bir milletin bugün bu şefkate ve hoşgörüye sahip olmamasının sebebi nedir? Çok değil, 15-20 senelik bir zaman zarfında değişen ne oldu? Dün mazlum Boşnak’ların ve Kürtlerin başımızın üzerinde yeri varken bugün Suriyelileri neden istenmeyen topluluk muamelesi gösteriyor birçoğumuz?
Şeytanın fakirlikle korkutmasına kanıp, ekonomik sorunları bahane ederek, ümmet bilincinden uzaklaşıyor ve mümin kardeşlerimize karşı hoşgörülü olmaktan vazgeçiyorsak değerlerimizi sorgulamanın zamanı gelmiştir.  Hadi kendi evlerimizin konforunu artırma peşinde verdiğimiz mücadeleden küçük bir payı, ülkemize sığınmak zorunda kalmış insanlara ayırmayı çok gördük diyelim, güler yüzümüzü de esirgeyip “Burada ne işiniz var?” bakışlarını atabilecek duyarsızlığa nasıl geldik? Bazı mültecilerin hatalı davranışları, çıkardıkları rahatsızlıklar bizim hatalı tutumlarımızın sebebi mi olmalıydı?(Oysa yargılamadan önce, savaştan kaçan, düzenini bozup dilini bilmediği bir ülkeye sığınan insanların ruh halleri üzerinde düşünmemiz gerekmez miydi?)
Meselin özü yine bireyselleşme sorununa çıkıyor. Şehirleşmenin ve metropolleşmenin artmasıyla mütevazı hayatlar azaldı. Sıkış tepiş binalarda birbirinden habersiz, birbirine duyarsız insanlar komşusu aç iken karnı tıka basa dolu uyuyabildi. Haftanın altı günü çalışanlar Pazar günlerini yoksulun izlerinden uzak lüks mekanlarda tüketim ve eğlenceye ayırırken en ufak bir vicdan muhasebesi yapmadı. Peki ne oldu? Mutlu mu olduk? Araştırmalar depresyon oranımızın geçen yıla oranla tam beş kat arttığını söylüyor. Standartlarımızı yükseltip, maddeyi tüketirken içimizdeki tüm iyi değerleri de tükettiğimiz için belki de… Başkasının derdiyle dertlenme yeteneğimizi kaybediyor oluşumuz, kendi dertlerimizi olduğundan çok büyük gösterdi bize.
Velhasıl, Müslümanca düşünmekten uzaklaşınca Müslüman kardeşimize yönelik tutumlarımız da ekseninden saptı. Önce parklardaki Suriyeli dilencilerden, sonra vatanımızda iş güç edinip durumunu düzeltenlerden rahatsızlık duymaya başladık.
Biz devlet ve millet olarak Suriye’de dönen kirli siyasete doğrudan etki edemiyor olsak da en azından üzerimize düşeni yapabilmeliyiz. Hayatta kalmak için anavatanlarını terk etmiş bu kardeşlerimize göstereceğimiz muamele bizim için büyük bir imtihan olacak ve bu husustaki tavrımız muhakkak tarihe not düşülecektir. Temennim o ki, tarihe Suriye’lilere yardım etmiş, ev sahipliği yapmış bir millet olarak not düşülürüz.
yayın : 22 Eylül 12:01

Sağlık konusunda radikal bilgiler

Sağlık konusunda radikal bilgiler

 Sare Şanlı

Şimdiye kadar ciddi bir sağlık sorunu yaşamadığımdan olsa gerek, sağlık konusuna pek kafa yormadım. Kızartmalardan, asitli içeceklerden, sigaradan uzak durmanın yanında hassas bir beslenme biçimim de olmadı. Abur cuburu oldum olası sevdim, ambalajlı ürünleri tükettim, doğal süt ve yoğurt tüketme peşinde koşmadım, gezen tavukları kovalamadım… Ancak, son zamanlarda edindiğim tecrübeler ve arkadaş tavsiyesi ile okuduklarım beni düşündürdü. Mevcut tıbbı eleştiren ve hatalarını gözler önüne seren kaynaklar yavaş yavaş dikkatimi çekmeye başladı.
Basit bir rahatsızlığı olmasına rağmen, doktorun isteği ve ısrarı üzerine gereksiz yere ameliyat olan hastaları duymuşsunuzdur. Peki üç yaşında dişleri dolgulu bir çocuk gördünüz mü? Yada beş yaşında kolesterol sorunu yaşayan bir ufaklık?
Vision Council of America istatistiklerime göre Amerika’daki yetişkinlerin %75’i gözlük veya lens kullanıyor. Diğer çoğu araştırmaya göre ise dünyada göz bozuklukları her geçen yıl artış gösteriyor. Peki, göz bozukluklarının tedavisinde gözlük kullanımı da aşıp lazer, lasik vb tedavi biçimlerinin hızla yayıldığı bir dönemde, miyop, hipermetrop ve astigmat gibi rahatsızlıkların gözlük kullanmadan, sadece bazı egzersizlerle tedavi edilebileceğini söylesem ne düşünürsünüz? Sıra dışı göz doktoru William H. Bates ‘Cure for Imperfect Sight by Treatment without Glasses”  isimli çalışmasında tedavi süresi biraz uzun olsa da, odaklanma egzersizlileri, avuçlama, sallama, güneşlenme gibi yöntemlerle görme yeteneğinin nasıl artırılabileceğini ve gözlüksüz yaşamanın nasıl mümkün olacağını anlatıyor, ilgilenenler mutlaka okusun. (1)
Peki dişçinizin dolgu, kanal tedavisi veya çekim gibi yöntemler önerdiği çürüklerinizin sadece ve sadece beslenme biçiminizle iyileşebileceğini, dişinizi doldurmadan, çektirmeden tedavi edebileceğinizi söylesem? Bir buçuk yaşındaki kızını dişçiye götürdüğünde ve dişçi dolgu yapmak gerektiğini söylediğinde tepesi atan ve kendini çeşitli araştırmalara adayan Ramiel Nagel, diş çürümesinin sebebinin bakterilerden ziyade mineral kaybı olduğu sonucuna varıyor. Sıradışı bir dişçi olan Winston Price’ın bulgularından yararlanan Nagel,  dişin kaybettiği mineralleri ona geri verebilmek için besin araştırmasına yönleniyor. Nagel, pastörize edilmemiş saf süt, bu sütten yapılan yoğurt ve peynir gibi gıdalar, gezen ve doğal beslenen tavuk yumurtası gibi çeşitli besinlerle beslenerek ve işlenmiş gıdaları hiç tüketmeyerek diş çürüklerinde, diş eti rahatsızlıklarında kısa sürede ciddi ilerlemeler kaydediyor. Tüm bu çalışmalarını da “Cure Tooth Decay” isimli kitabında topluyor. (2) (Her bünyenin birbirinden farklı olduğunu kabul edersek, söz konusu radikal çözümlerin her bireyde olumlu sonuç gösterip gösteremeyeceğini de bilemeyiz.)
Gelelim her derde deva gibi sunulan antibiyotik kullanımına. Yakın bir zamanda biyomedikal uzmanı bir arkadaş konuyla ilgili beni bilgilendirene kadar antibiyotiklerin ufak tefek soğuk algınlıklarında gereksiz, ancak kulak iltihabı, sinüzit, bronşit gibi hastalıklarda kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Yanıldığımı arkadaşımın gönderdiği kaynaklara göz atınca hayretler içinde öğrendim. İncelediğim kaynaklar arasında en çarpıcı ve en net ifade British Columbia Üniversitesi epidemologu Mahyar Etmiyan’a ait. Etmiyan hastalarına hiç düşünmeden antibiyotik yazan doktorlar için “Bir sineği atom silahıyla öldürmeye çalışan tembel doktorlar” ifadesini kullanıyor. (3) Anlaşılan o ki, antibiyotikler zararlı bakterileri yok etmenin yanı sıra vücutlarımızda çok daha büyük hasarlar bırakıyor. Bu noktada da doğal antibiyotiklere (sarımsak, kırmızıbiber, adaçayı, kekik vs) yönelmek ve beslenme biçimimizi gözden geçirmekte fayda var.
Tüm bu paylaştığım bilgilerin bilimsel kısmını açıklamaya çalışmayacağım, zira bu konularda yeterli bilgim olmadığı gibi, tıp uzmanı da değilim. Ancak günümüzde her bir hastalığa ait devasa sektörlerin olması hususunda söyleyecek sözüm çok. Gözlük, lens, gözlükten kurtulma ameliyatları… Kronlar, köprüler, kanal tedavileri, implantlar derken dişlerimizi doldurup ceplerimizi boşaltan bir diş sektörü… Üçüncü dünya ülkelerinin gerçekten bihaber halklarını kobay olarak kullanan devasa ilaç sektörü… Ve hepsinin yanında en önemlisi: İşlenmiş, yapay gıdaların ucuzluğu, ulaşılabilirliği ve yaygınlığına karşın bozulmamış, doğal gıdalara ulaşmanın zorluğu ve maliyeti. Tüm bu sektörler karşısında sağlıklı kalabilme mücadelesi verebilmenin zor olduğunu ancak imkansız olmadığını biliyorum. Her tür nimet gibi sağlık  Allah’tan ve her tür imtihan gibi hastalık da… Bize düşen görev, bilmediğimizi öğrenmek, her söylenene inanmamak ve sorgulamak.
(1)          http://www.alternatifterapi.com/icerik/bates-yontemi-nedir
(2)          http://www.curetoothdecay.com/
(3)          http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9505EEDF143EF932A2575AC0A9649D8B63
yayın : 15 Eylül 11:23

Bizim imtihanımız

Bizim imtihanımız

 Sare Şanlı

Bir yanda susuzluktan can veren çocuklar, bir yanda henüz üç yaşında obez olduğu için diyete zorlanan çocuklar… Bir yanda Yahudi kurşunu ile cennete kanatlanan şehit delikanlının annesinin onurlu gözyaşları, diğer yanda uyuşturucudan ölen gencin annesinin yürek yangını…
Hep düşünürüm… Savaşın, korkunun, açlığın ve yokluğun içinde sevdiklerinin ıstırap dolu ölümlerini seyrederek, can korkusuyla yaşamak mı daha zordur, yoksa modernizmin yarattığı şeytanlar arasında varlık amacını unutma ve ahirette kaybetme tehlikesiyle yaşamak mı? Muhakkak Allah yolunda yaşamak Allah yolunda ölmekten çok daha meşakkatli…
Türkistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de zulmün en koyu renkleriyle hissedildiği beldelerde mümin; dünyaya niçin geldiğini, hesap gününü, dünya hayatının geçiciliğini daha iyi bilir, anlar ve yaşarken, dünya hayatından mahrum olsa da ahireti kazanıyor.  Bizler korku ve savaştan ırak, barış içindeki vatanlarımızda dünyevi her zevki tadarken, ahiretlerimizi adeta kumar masasına yatırıyoruz. Onların şeytanları insan suretinde iken, bizim şeytanlarımız çok daha sinsi, çok daha tehlikeli. Onlar Allah yolunda ölüp öldürülerek vaat edilene ulaşacakken, bunca konforun içinde bir gün öleceğimizi düşünmekte zorlanan bizler O’nun yolunda hakkıyla yaşayabilme mücadelesinin neresindeyiz? Bizim imtihanlarımız neler?
Yalnızca dünyevi kaygılarla uyandığımız sabahlar, hakkını veremediğimiz ibadetler, hayat rehberimiz Kur’an ile aramızdaki o uzun mesafe? Sosyal ilişkilerimizi baltalayan, bizi benliğimizden uzaklaştıran, haramı helal kılıfı altına ustaca gizleyen, zaman törpüsü televizyonun ve internetin hayatımızda işgal ettiği alan? Bir türlü tatmin edemediğimiz maddi ihtiyaçlarımız, harcamalarımız, evlerimizin lüksü, elbise dolaplarımızın gereksiz çeşitliliği, midelerimize olan düşkünlüğümüz?
“Vallahi ben bundan sonra sizin için fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizden evvelki ümmetlerin önüne dünyalıklar serilip onlar için birbirileriyle yarıştıkları ve onları helak ettiği gibi sizin önünüzde de serilip çekişmenizden ve sizi de helak etmesinden korkuyorum.” (Muslim, Buhari)
Resulün korkusu boşuna değil. Dünyalıklar önümüze serilince asıl meselelerimizi unuttuk. Dünyada olup biten bunca haksızlık karşısında tavrımız da mümine yakışır cinsten değil. “Suriye’de olup bitenler o ülkenin iç sorunudur, Filistin davasında tarafsız kalmalı, diplomatik yaklaşımdan yana olmalıyız” kabilinden ümmet bilincinden uzak ve insanlık dışı yaklaşımlarda bulunabilir miyiz? Zırhımızı, silahımızı kuşanıp bizzat bedenlerimizle savaşamıyoruz, kardeşlerimizin yanında bedenen var olamıyoruz, ancak yapabileceğimiz bir şeyler yok mu?
Zaman, evimizin hali hazırda yeni olan perdelerini değiştirmeyi, oğlumuza sünnet düğünü, kızımıza doğum günü partisi düzenlemeyi bir ihtiyaç olarak görmek gafletinden uyanıp, zevklerimizden ödün vererek ve zaaflarımızdan sıyrılarak maddi yardımlarımızı artırmanın zamanıdır. Ülkemize sığınan mazlumları devlete havale etmek, mağduru görmezden gelerek mağduriyetinden kendisini mesul tutmak, savaşın yıktığı beldelere yapılan insani yardımları sorgulamak yapılan en büyük hatalardan. Mazlumun acısına duyarsız hale geldiğimizde, kendi bencil yaşantılarımız içinde hapsolduğumuzda, yapılacak hiçbir şey olmadığını düşündüğümüzde kaybediyoruz. Elbette sevineceğiz, elbette hayatlarımız devam edecek… Ancak sevincimize mazlumun gözyaşını katmayı da ihmal etmeyeceğiz. Dost ve akraba meclislerinde, sosyal medyada, kendi hanemizin içinde “inandım” dediği için öldürülen, işkence gören ve korku içinde yaşayan kardeşlerimizi gündemde tutacağız. Kendimize, ailemize ve sevdiklerimize yaptığımız harcamalarda yoksulun ve mağdurun payını ayıracağız.
Derdimiz; varlığın içinde “hak ölçüde” tüketmeyi, barış içinde “savaşta” olanı düşünmeyi ve sahip çıkmayı, sahip olduğumuz nimetler karşısında şımarmadan şükrünü eda etmeyi, modern bir birey olarak değil ümmetin bir parçası olarak düşünmeyi ve yaşamayı başarmak olmalı.  Alabildiğine yakın ve iç içe yaşadığımız haramlara karşı kalplerimizi kuvvetlendirmek, bize lütfedilenleri hayırla kullanıp, kulluk sebeplerimiz üzerinde düşünüp harekete geçmek gayemiz olmadıktan sonra imtihanı kaybetmemek mümkün değil. Tüm bunlar ise ancak ve ancak Kur’an ve sünnet ile kurduğumuz doğru ilişki sayesinde mümkün olacaktır.
yayın : 6 Eylül 20:37

Bizim aşkımız çoook büyük!

Bizim aşkımız çoook büyük!

 Sare Şanlı

Çerkes köylerinde oturma odalarının ve evlerin neden iki kapısı olur bilir misiniz? Rahmetli dedem bir kapıdan içeri girdiğinde annem diğer kapıdan aceleyle kaçar ve her seferinde sekop (yani çerkes olmayan) babamın yüzünde tuhaf bir gülümseme belirirdi. Sonra dedem içeri girmekten vazgeçer veya ihtiyacını hızlıca giderip, çıkar ve annem yeniden içeri girerdi. Çerkes geleneklerinde karı kocanın aile büyüklerinin yanında yan yana oturması, hatta aynı odada bulunması “ayıp” sayıldığından odaların iki kapısı böylesi durumlar için sıkça kullanılır.
İşin açıkçası, aralarında nikâh bağı olan iki insanın sadece aynı odada bulunuyor olmalarının veya yan yana oturmalarının ayıp sayılmasını şahsen tasvip ediyor değilim. Ancak bu geleneği anlamaya çalışıyorum. Muhtemelen çerkes büyükleri, gençlerin sınırı aşmalarından korkmuş olacak ki, böylesi katı bir uygulama gelenek haline gelmiş diye düşünüyorum.
Günümüzde geleneklerine bağlı çerkes köylerinde dahi bu adet katı bir şekilde uygulanmıyor. Ancak yine de evli çiftler büyüklerin yanında hal ve hareketlerine, birbirlerine hitap şekillerine dikkat ediyorlar.
Eski tamathalar (çerkes aile büyükleri) bugün ifşa edilen karı koca ilişkilerini görselerdi, kalpten giderlerdi sanırım. Günümüzde kimse eşini evinde sevmiyor, ille de birilerinin gözünün önünde aşkitolu, canımlı, cicimli hitaplarla, Facebook ve Instagramda paylaşılan yanak yanağa pozlar, romantik şarkı sözleriyle ilanı aşklar ve bilumum sevgi sözcükleriyle sevmeyi tercih ediyor. Evlerin yatak odalarında asılı düğün fotoğrafları karı koca ortak açılan Facebook hesaplarının profil yada kapak resmi olabiliyor. Nişanlı/nikahlı çiftler, arkadaş listelerindeki aile büyüklerinin de gördüğünü ve okuduğunu bile bile son derece mahrem söz ve hitaplarla kendilerine özel olması gereken birçok anı umum ile paylaşmaktan çekinmiyor. Birileri çıkıp da, “Sürekli yanak yanağa pozlarınızı görmek, sevgi pıtırcığı sözlerinizi okumak zorunda mıyız? Birbirinizi yatak odanızda sevin kardeşim!” dese diye içimden defalarca geçiriyorum. Ancak gözlerim aksi yönde yorumlar okuyor. “Birbirinizi hep böyle sevin, ne kadar da yakışıyorsunuz, Leyla ile Mecnun” kabilinden destek yorumları geliyor bir hayli samimi aşk fotoğraflarına.
Her geçen gün yıpratılan, eskitilen “aşkım” sözünden soğuyorum. Sevdiğini kem gözlerinden kıskanan  (yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim) zarafetini sergileyen eşlerin yerini, cümle âleme “bakın benim eşime” diyen eşlere bırakmasına üzülüyorum.
His çağında yaşıyoruz. Sevgimizi, heyecanımızı, nefretimizi, öfkemizi kısacası her tür duygumuzu belli sınırlar içinde yaşamak yerine mümkün olduğunca çok sayıda insana gösterme çabası içindeyiz. Duyguların varlığını inkâr edemeyiz ancak onları kontrol altına alabiliriz. Öfkeyi, nefreti ve diğer olumsuz duyguları yersiz bir şekilde ve haddi aşarak göstermek ne kadar yanlışsa, aşkı da ulu orta ve sınırsızca göstermek o kadar yanlıştır.
Evlenmek üzere olan veya henüz evlenmiş bir çiftin heyecanını, sevgisini anlamıyor değilim. Bir de yaşını başını almış çiftler aynı tuhaf duruma düşünce acımayla karışık kızgınlık beliriyor içimde. Her âşık, sevgisinin ne kadar derin ve büyük olduğunu tüm dünyaya göstermek arzusu taşıyabilir anlıyorum. Fakat mahrem kalması gerekeni herkese açmanın sonuçları üzerinde de düşünmek gerekmez mi? Hiç olmazsa nazara gelmekten korkmaz mı?
“Aşk ortalıkta gösterildiği an solmaya ve ölmeye yüz tutar.” demiş Hannah Arendt. Bugün değerli olanın, mahrem olanın gizlenmesi gerektiği üzerinde düşünme egzersizleri yapmaya ihtiyacımız var. Aşkı da tükenebilen birçok şey gibi idareli kullanmak gerek, saklamak, korumak ve kendi mahremi içinde beslemek gerek…
yayın : 25 Ağustos 11:18