25 Mart 2013 Pazartesi

PAPALAGİNİN SAHİP OLMA ARZUSU


Papalagi'nin sahip olma arzusu


etiketler: sare şanlı papalagi
Erich Scheuerman’ın “Göğü Delen Adam” adlı kitabını okurken kurgu olabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. Ama kitap, kendini uygarlığın merkezine alıp dünyanın geri kalanına medeniyetsiz muamelesi yapan Avrupalı’ya ilk kez dışarıdan bakılması ve samimi ifadelerle eleştirilmesi açısından önemli bir yapıttır. 

Samoa’ya ilk misyoner yelkenliyle gelmişti. Yerliler beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüklerinden, beyaz adamın bir deliğin içinden çıkıp geldiğini düşünmüş ve bu yüzden beyaz adama “Papalagi” yani göğü delen adam demişlerdi. Samoalı yerli Tuiavii, Avrupa’ya gelip Papalagiyi kendi topraklarında gözlemleyince, döner dönmez tüm izlenimlerini halkına anlatmış ve Papalaginin kendilerini çektiği karanlığa düşmemek için onları uyarmıştı.

Tuiavii'nin gözlemleri arasında ilgimi en çok çeken beyaz insanın eşyaya bakış açısını ve mütemadiyen sahip olma tutkusunu ifade edişi oldu:
“Papalagi için iki “şey” vardır. Birincisi Büyük Ruh’un bizlere hiç göstermeden yaptığı ve bize hiçbir emeğe malolmayan Hindistan cevizi, muz, midye gibi şeyler. İkincisi ise insanların emek ve çaba harcayarak yaptıkları yüzük, yemek kabı ve sineklik gibi şeyler. Beyaz efendi “şey” dediğinde kendi eliyle yaptıklarını kasteder… Papalagi hep daha çok ve daha yeni şeyler tasarlar. Ardından bu yeni şeyleri elde etmeye çabalar…. Papalaginin elleri “şey” yapmaktan dinlenmeye fırsat bulamaz. Yüzleri yorgun ve acılıdır. Çoğu Büyük Ruh’un “şeylerini” görmekte zorlanır.”(1)
Tuiavii’nin bundan yaklaşık yüz yıl önce anlattığı beyaz insan ile bugünkü arasında hemen hemen hiç fark yok. Hayatı yaşamak yerine tüketmek gayesi içinde olduğunun farkına varamayan yalnızca Tuivaii’nin gördüğü Avrupalı ve Hıristiyan beyaz insan değil. Doğulusu da Batılısı da, ateisti, budisti, müslümanı da aynı artık. Dünyaca tüketim çarkının acımasız dişlileri arasında sıkışıp kaldık ve ruhlarımızı sahip olma arzusuyla kirlettik. Daha seküler oldukça daha mı tüketici olduk, yoksa daha tüketici oldukça mı daha sekülerleştik? 

Durmaksızın “şey” üretme, onlara sahip olma ve sınırsızca biriktirme hevesimiz, Allah’ın bize dünyaya gelmemizle birlikte bağışladığı nice nimeti görme yetimizi kaybettirdi. Yeryüzünde gelip giden bir yolcu misali gölgelendiğimizi unutarak, asıl hedefimizden yavaş yavaş uzaklaştık. Tuiavii’nin eleştirdiği beyaz insanın üst modellerini geliştirdik. Allah’ın yarattığı nimetleri de beğenmeyip genetiğini değiştirerek bozduk onları. Ve sonunda yine kendimize zarar verdik.
Peki ya sahte(hayali,yapay) ihtiyaçlar üretirken yine kendimizi dipsiz bir kuyuya ittiğimizi anladık mı?
“Saçlarını düzeltmek için kaplumbağa kabuğundan bir tarak yapsa, o alet için bir de kılıf yapar, sonra o kılıfı koymak için küçük bir kutu ve küçük kutu için de daha büyük bir kutu… Teki bile yeterli olan bir şeyden bir sürü şey yapmayı becerir papalagi. Tek bir kulübede o kadar çok şey vardır ki, beyaz şeflerin çoğu yalnızca o şeyleri yerli yerine yerleştirmekten ve tozlarını temizlemekten başka işleri olmayan sürüyle erkek ve kadın çalıştırmak zorunda kalır.”(2)
Tuiavii evlerimizin, iş yerlerimizin, alışveriş merkezlerimizin ve kentlerimizin bugünkü halini görse, halkına kim bilir neler anlatacaktı? Anlamsızca tüketen, satın alan, yokluk endişesi ile istifleyen ve sonunda ömrünü tüketen insanların modern köleler olduğunu düşünecekti muhtemelen. Efendileri olan kapitalizmi, materyalizmi memnun edebilmek için ne çok çabaladıklarını görüp onları kurtarmak için bir şeyler yapmak isteyecekti belki de…

“Eğer insan çok fazla “şey”e gereksinim duyuyorsa bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir.” (3) tespitiyle, bizim ne denli yoksul olduğumuzu yüzyıl önce söyledi Samoalı yerli.

Peki ya 1400 yıl önce söylenenler? Onları unuttuğumuz için bu halde değil miyiz zaten…
* Göğü Delen Adam / Erich Scheurmann /Ayrıntı y.
(1)   A.g.e syf 44-48
(2)   A.g.e syf 47
(3)   A.g.e syf 46
Son Güncelleme Bugün | 12:33

19 Mart 2013 Salı

HİPERMARKETLERE İNAT


Hipermarketlere inat…


etiketler: sare şanlı hipermarket
Olmuyor, sevemiyorum koca AVM’leri ve içindeki dev hipermarketleri. Halbuki, arabanla git, gir, A’dan Z’ye ne eksiğin varsa hepsini aynı yerden temin et, sepete doldur, kartınla öde, arabanın bagajına koy, üst katında karnını doyur, harcaman gereken günlük vaktini tüket ve evine dön… Böyle olmuyor mu hep?
Yok, ben ille de küçük küçük dükkânlara giriyorum, nakit para ödüyorum, aradığım bir ürünü birinde bulamayıp, öbürüne soruyorum, elimde ayrı ayrı poşetlerle sokak sokak geziyorum.
Sokağın başındaki yufkacının her bir yufkayı özenle açışını, küçücük dükkânının her yerini kaplayan buram buram un kokusunu içime çekmeyi ve cüzdanda bozuk para aramayı seviyorum.
Kasaptan tavuk alırken, her gördüğümde biraz daha kilo aldığını fark ettiğim Gürbüz abinin güveçte tavuk tarifini dinlemeyi, köy yumurtalarını poşete kendim doldurmayı seviyorum.
İki sokak yukarıdaki pazara girip, meyveyi sebzeyi kilo hesabı almayı, üstelik tadına bakmayı, domatesin en iyisini seçmeye çalışan orta yaşlı teyzeleri seyretmeyi seviyorum. Bir tezgâhtan öbürüne geçerken, “her yerde var, ama böylesi yok”, “bu fasulyeyi yiyen bebekler, 6 ayda emekler” gibi naralarla sözlü edebiyatımıza katkı sağlayan(!) pazarcıların seslerini ayırt etmeyi bir de.
Vakumlu poşetlere sıkıştırılmış kuruyemişlere alışamıyorum. Taze çekilmiş kahve kokusunun tüm sokağı sardığı kuruyemişçiden, yüzer gram karışık yemişi “yine bekleriz” yazılı kese kâğıdında almayı seviyorum. Bozuk para yerine poşete bir iki tane sakız atılmasını bir de.
Bir tıkla eve siparişi çok daha kolay olsa da, kitaplarımı Nihat abinin küçük kırtasiyesinden getirtmeyi, birkaç gün siparişimin gelmesini heyecanla beklemeyi seviyorum. Her uğradığımda Nihat abinin çok satan kitaplarla ilgili yerinde eleştirilerini dinlerken, almayacağım dergilere dokunmayı, renkli defter kaplıklarını seyretmeyi bir de.
Yalnızca temizlik ürünleri satan dükkân var ya, hani köşeyi dönünce sağda, sıvı sabunun kola şişesine dökülmesini beklerken, Zarife teyzeye halıdaki lekeyi neyle çıkaracağımı sormayı seviyorum. Zekiye teyzenin araya girerek ‘eskiden külle temizlerdik’ diye başlayıp, arap sabununa övgülerle devam eden cümlelerini dinlerken, kullandığım onca kimyasalın zararlarını düşünüp hayıflanmayı bir de.
Soğuk sıcak demeden parkın girişine serdikleri kilimlerin üzerinde el emeği şapkaları, atkıları, eldivenleri satmaya çalışan teyzelerden, kullanmayacağım şeyleri başkalarına hediye etmek için almayı seviyorum. Kenarı oyalı yazmaları, havluları ve artık kimin kullandığını merak ettiğim lifleri seyretmeyi bir de.
Alt komşum Melahat teyzenin memleketten gelirken getirdiği tertemiz kurutulmuş, bez torbasından mis gibi kokusu yayılan naneleri, kekikleri almayı seviyorum. Ve Melahat teyzenin bitmek bilmeyen memleket özlemini dinlemeyi bir de.
Ayakkabım tamire ihtiyaç duyduğunda atıp yenisini almak yerine, Trabzonlu ayakkabıcıya götürmeyi, ayakkabım tamir edilirken sarı çorabımın siyah pantolonun altında ne kadar komik durduğunu seyretmeyi seviyorum. Dükkânda yankılanan Karadeniz türkülerini dinlemeyi bir de.
Yüzlerce insanın alışveriş yorgunu yüzleriyle tıkış tıkış doldurduğu AVM cafelerinde değil, ille de sekiz sandalyesi olan, televizyonunda hep haber kanalı açık duran köşedeki dönercide yemek yemeyi seviyorum. Ardından ince belli bardakta gelen taze çayın kokusunu bir de.
Toptan alışveriş yapıp evi küçük bir markete çevirmeyi değil de, biten şeker için komşumun kapısını çalmayı seviyorum. Kapı önünde dakikalarca süren sohbetimizi bir de.
Emeği seviyorum, kolayca ulaştığımızdan kıymetini bilmediklerimizi değil. Kapitalizme inat, küçük dükkânları, semt pazarlarını ve sokak satıcılarını bir de.
Son Güncelleme Dün | 11:37

11 Mart 2013 Pazartesi

ADEMOĞLUNUN İLK MEZHEBİ


Ademoğlunun ilk mezhebi


etiketler: sare şanlı cevdet said
Yakın zamanda ülkemize yerleşme kararı alan Çerkes asıllı Suriyeli mütefekkir Cevdet Said’in şiddet karşıtı düşünceleri kimilerince olumlu karşılandı, kimi çevrelerden ise hayli olumsuz tepkiler aldı. Aslında Said, baba Esed zamanında uzun yıllar hapis yattı. Suriye’de mevcut olan rejime başından beri karşı, üstelik rejime kendi kardeşini de şehit verdi. Buna rağmen muhaliflerin yaptıklarını tasvip etmiyor, zira Müslüman ile zalim arasında bir fark olması gerektiğine inanıyor.“Müslümanların Gandhi’si” olarak tanımlanan Cevdet Said “Ademoğlu’nun İlk Mezhebi”* isimli çalışmasında İslam ve Şiddet, apaçık tebliğ ve tebliğ metodunun pratiğe yansıyan özelliklerini derinlemesine inceliyor.

İslam ve Şiddet

Müslümanların temel sorunlarına çözümler sunmak için değişim girişimindeki düşünceler zaman zaman yanlış anlaşılmış, bu yüzden de bazı olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Mümin kişi kendini gücünün yetmediği şeylerle mükellef hissetmeye başlayınca bir iç çatışma yaşamış, davanın ancak şiddet yoluyla yayılacağı yanılgısı içine düşmüştür. Yahut şiddet yoluyla yayılmasının başarı garantili olduğuna inanmıştır.

”Aslında gerçek dürtü davettir, tebliğdir; zira şiddet vasıtalarının çok hassas bir süreçte
 kullanılması, Müslümanları bitkin düşürmüş ve İslami mücadeleyi akamete uğratmıştır. Müslümanlar bu haliyle tıpkı boğa güreşlerindeki boğa pozisyonuna düşmüşlerdir. Nasıl ki; öfkeli boğayı hedefinden şaşırtmak ve onu alt etmek için kırmızı bayrak gösterir ve ona sıkıntılı anlar yaşatırlar, işte Müslüman aynı pozisyona yakalanmıştır.”(1)

İşte bu yüzden Cevdet Said; “Müslümanın şiddete başvurmasının, başkalarına Müslümanı kınama fırsatı verdiğini hal böyle olunca da Müslümanın sanki hiçbir davaya sahip değilmiş, insanları hakka ve hidayete davet etmiyormuş gibi sahneden bozguna uğramış bir şekilde çekilmek zorunda kalacağını” iddia eder.

Said Müslümanın şiddetten kaçınması gerektiğini savunurken bu iddiasını birçok hadis ile destekler.
“Kıyametin hemen önünde karanlık gecenin bölümleri gibi fitneler olacak, orada kişi mümin olarak sabahlayacak kâfir olarak akşamlayacak, mümin olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabahlayacak. Fitne zamanında; oturan kimse ayakta olandan, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Okunuzu kırınız, kılıçlarınızı kayalara vurup köreltiniz, yanına girilen kimse Hz. Adem’in iki oğlundan daha hayırlısı olan(Habil) gibi olsun.”(2)

Ademoğlu Habil’in Metodu
                
İmana ermiş kişinin metodunun Ademoğlu Habil’in metodu olduğunu söyler Said. Habil’in metoduna göre,
“Öldürmemek ve insanları öldürmeye sürüklememek, her tür şiddetten uzak durmak, fikirlerini şiddet yoluyla kabul ettirmekten kaçınmakla beraber, Rabbim Allah’tır diyerek, hüküm mercii olarak yalnız Allah’ı tanımak, benimsediği düşünceden ne olursa olsun vazgeçmemek ve bu uğurda başına gelebilecek her türlü sıkıntıya katlanmak” gerekmektedir. (3)

Kendilerine yöneltilen eziyetlere sabır ve tahammülle karşılık veren peygamberlerin örnekliğinde hiçbir şiddet eylemine yer verilmemiştir. Öyle ki, peygamberlere düşen hakikati tebliğ etmektir. Kulların hesabını görecek olan ise Allah’tır. (Maide 35-92-99,Ankebut 18, Ahzab 39, Cin 23)

Şiddetten kaçınması gereken Müslümanın yapması gereken şey, şiddete sarılmak yerine apaçık tebliğdir. “Zira İslam hakk olanı şiddet yoluyla empoze etme taraftarı değil, yumuşak ve tatlı öğütlerle batılı ve kötülükleri etkisiz hale getirmekten yanadır.” (4) Said bunu söylerken “En büyük cihatlardan biri de zalim hükümdarın önünde adil(hakk) sözü söylemektir.” (5) hadisinden güç alır.

Konu Etrafındaki Şüpheler

Elbette şiddete başvurmadan yalnızca tebliğ metodunu kullanmaya ilişkin yoğun eleştiriler de gelmektedir. Örneğin, bu metodun cihat ruhunu söndüreceğini, sorumluluktan kaçmak olacağını, Müslümanı pısırıklaştıra- cağını ileri sürenler olmaktadır.  Said “Manasız ve gereksiz yerlerde vuruşmak cihat ise eğer, bunu, çokları yapabilirler. Ancak “hakk sözü” ölünceye veya uğrunda kurban oluncaya kadar tebliğ etmede sebat gösterecek kaç kişi vardır?” diyerek tezinin geçerliliğini savunur.
 “Müslüman, öldürmeden ölürse hiçbir iş yapmamış ve boş yere ölmüş demektir. Karşı taraftan bir veya birkaç kişi öldürdüğü zaman ancak Müslümanın ölümü bir işe yarar, toplumda yankı uyandırır.” şeklindeki saplantılara Said “Toplumun vicdanında akis bulacak ve onu küfre karşı harekete geçirecek yegane ölüm, sadece “Rabbim Allah’tır” dediği için ölüme mahkum edilen Müslümanın ölümüdür.”(6) diyerek cevap verir.

Son olarak, Cevdet Said’e göre 
şiddeti bir metot olarak görme yanılgısından kurtulup tebliğ metodu için gere- ken ortamın oluşturulması gerekmektedir. Tebliğ metodu asla sıkıntılardan kaçmak şeklinde yorumlanmamalı bilakis, sıkıntıları verimli kılmak şeklinde anlaşılmalıdır.
* Ademoğlunun İlk Mezhebi- (Pınar yy.)
(1) A.g.e. syf 26
(2) Sünen-i Ebu Davud,c.5 s:73
(3) A.g.e syf 35
(4) A.g.e. syf 76
(5) Sahih-i Muslim c.6 s.38
(6)A.g.e syf 88-89
Son Güncelleme Bugün | 10:56