28 Mayıs 2013 Salı

İHTİYAÇ KORKUSU

İhtiyaç korkusu


etiketler: sare şanlı ihtiyaç
Devasa mobilyalardan ufak tefek süs eşyalarına, dolaplara sığmayan kıyafetlerden çekmeceler dolusu ıvır zıvıra kadar sahip olduğumuz gerekli gereksiz eşyalarımızdan kendimize yer bulamıyoruz evlerimizde. Bir türlü sığamıyoruz, sığdıramıyoruz…
Dolaplar, çekmeceler, bazalar, koltuk ve çekyat altları aylarca, hatta yıllarca kullanılmayan ne çok şeyi saklamak zorunda kalıyor! Oysa her birini de ihtiyaç olarak tanımlayıp, hevesle satın almıştık.
Çağdaş insan, bir şeyi satın alırken, ona gerçekten ihtiyacı olup olmadığını sorgulamıyor. Harcadıkça ve tükettikçe mutlu olduğuna inandığından  “gerçek ihtiyaç nedir” sorusuna doğru cevabı veremiyor. Zaten mevcut düzenin hedefi ve tüm çabası da insanın aklına bu sorunun gelmemesini sağlamak, “Buna gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusu sorulduğunda ise, “siz daha iyisine, en iyisine layıksınız!” cevabı ile muhatabı köşeye sıkıştırmak!
Bu noktada reklâmlar da bir nevi tüketim rehberi konumunda. Neyin ihtiyaç olduğuna ve neyin yenilenmesi gerektiğine reklâmlar karar veriyor. Heves ettiriyor, ürünün en güzel yönünü pazarlıyor, kampanyayla, taksit seçenekleriyle cazip hale getiriyor ve tüketici ona ihtiyacı olduğuna ikna oluyor. Sürekli yenilenen piyasa evlerde eskimiş, modası geçmiş, birkaç sene öncesinin modeli olan hiçbir şeyi bırakmak istemiyor. 
AVM’ler insanların kendilerini mutsuz hissettiklerinde gidip rahatlayabildikleri, tüketerek vakit geçirebildikleri yegane mekanlar artık. Yüzlerce giyim mağazasının birinde mutlaka size uygun bir indirim, bir kampanya bulursunuz. İki alır bir ödersiniz, sezon sonu indiriminden yararlanırsınız, %70’e varan indirimi kaçırmak istemezsiniz… Elektronik mağazaların teknoloji kokan büyüsüne kapılır, hiç olmadı birkaç pil ile çıkarsınız kapısından. Tüm katları gezdikten sonra, yorgunluğunuzu atmak için en üst kattaki tıklım tıklım cafe ve restoranlarda karnınızı doyurup, biraz da orada harcarsınız paranızı. Çıkışa en yakın yere konuşlandırılan süpermarketler sayesinde, bir kutu süt almak için girip, bulaşık makinesi kokusu ve renkli mum gibi ihtiyaç kabilinden olmayan ama görünce almadan durulmayan birçok ürünün parasını ödeyeceğiniz kasada sonlandırırsınız tüketim çılgınlığınızı. Tabi yürüyen banda son anda gözünüze ilişen sakız ve şekerlemelerden de atmazsanız.
Tüketici insan, lüzumsuz birçok şeyi farkında olmadan evine taşıyor böylece. O anda ihtiyaç gibi görünen şeye sahip olmanın kısa keyfini sürerken, bir yerlerde tozlanıp giden eşyalarına birkaç eşya daha kattığının  farkına bile varamıyor. 
İhtiyacı doğru tanımlayamadığı gibi, çok fazla şeye ihtiyaç duyduğunu düşünerek, sürekli sahip olma ve biriktirme arzusu içinde kıvranıp duruyor. 

Halil Cibran 
İhtiyaç korkusu da ihtiyaçtan başka bir şey değil midir? Kuyusu tamamen doluyken susuzluktan korkmak, esas doymayan susuzluk bu değil midir?” derken bugünün insanı tanımlar gibi en çok.
Mevcut düzen itina ile insanın kalbine ve aklına ihtiyaç korkusunu yerleştirirken, İslam tarihi ihtiyacın ne olduğunu kavrayıp, nefsini bencillikten ve mal yığma arzusundan arındırabilen örneklerle doludur:
Ömer İbni Abdülaziz, halifeliği zamanında, bir gün minberde, söylevle meşguldü. Minberin yakınında olan, bir grup halk, konuşması esnasında halifenin zaman zaman elini götürüp, gömleğini hareket ettirdiğini görüyorlardı. Bu hareket orada bulunan ve dinleyenlerin dikkatlerini celbetti. Hepsi kendi kendilerine, neden halifenin konuşma esnasında, elini gömleğine götürüp, hareket ettirdiğini soruyorlardı. Toplantı tamamlanarak sona erdi. Araştırıldıktan sonra belli oldu ki halifenin, kendisinden öncekilerin Beytülmaldan yaptıkları israfı telafi etmek ve Müslümanların Beytülmalını gözetlemek için, bir taneden fazla gömleği olmadığı için yeni yıkanmış gömleğini tekrar aynısını giymişti şimdi de, daha çabuk kurusun diye, hareket ettiriyordu. *
Dünya nimetlerinin bolluğunu ve üretimdeki hız ve fazlalığı göz önünde bulundurursak, günümüz insanının tek bir gömlekle yetinmesini beklemek elbette gerçekçi olmayacaktır. Ancak ihtiyaç ve israf kavramlarını da İslamın çizdiği sınırlar dâhilinde değerlendirmek durumundayız.
“İslama göre zenginlik ve fakirlik kavramları kanaat ve kanaatsizlik ile tanımlanır. Yoksa sahip olunan dünya nimetleriyle ilgisi yoktur. Şayet sana verilenlerden hoşnut isen zenginsindir. Zira zenginlik sahip olduğun dünya nimetinin bolluğu değil, daha fazlasına ihtiyaç duymamandır.”**
 * Doğruların Öyküsü/ Murtaza Mutahhari syf 126 (Halifenin Gömleği)
 **İmam Zait Şakir
Son Güncelleme Dün | 14:50

23 Mayıs 2013 Perşembe

ELHAMDÜLİLLAH HASTAYIM


Elhamdülillah hastayım!


etiketler: sare şanlı
Türkiye’ye geldikten sonra Müslüman olan Kolombiyalı dostum ülkemizin iklim koşullarına bir türlü alışamayan bünyesinden ötürü yıllardır her kış mevsimini hasta geçirir. Lakin bugüne kadar bir kez olsun bu durumdan şikâyetçi olduğunu duymadım. Ne zaman “Nasılsın?” diye sorsak aldığımız cevap “Elhamdülillah hastayım, çok şükür” oldu. Hastalığın verdiği ıstıraba odaklanmak yerine, bu hastalığın çaresiz değil gelip geçici olduğunu, tedavisine güç yetirebildiğini ve kendisiyle ilgilenecek insanlar olduğunu düşünerek her hastalığı hamd ile karşılamak için onlarca neden buldu her defasında.

Ahir zamanın tahammülsüz bireyleri olarak hastalık halinde bile şükretmeyi anlamamız ne kadar zor değil mi? Biz iyi iken şükretmeyi biliyoruz yalnızca.(Gerçi o da dilimizden kalbimize inmiyor ya!) Hayat hep tıkırında gitsin, hiçbir engel, sıkıntı, sorun ve acıyla karşılaşmayalım istiyoruz. Ola ki karşılaştıysak, asıveriyoruz suratımızı, moralimiz bozuluyor, sitemkâr davranıyoruz. Sabırla karşılayamıyoruz hayatın zor anlarını.

Hele söz konusu olan hastalık olunca tahammülümüz daha da azalıyor. Tüm dikkatimize, aldığımız önlemlere, iyi beslenip sıkı giyinmemize rağmen nasıl hastalandığımızı (sanki kontrol altına alınabilir bir şeymişçesine) düşünüp hayıflanıyoruz. Hastane ile eczane arasında mekik dokuyacağımız, ilaçlara bir dolu para vereceğimiz, okuldan, işten, eğlenceden, tatilden mahrum kalıp, yatağa mahkum olacağımız için üzülüyor ve etrafımızı da üzüyoruz kimi zaman.

Atlatabileceğimiz ufak tefek rahatsızlıklara bile sabır gösteremezken, çok daha ağır ve tedavisi zor rahatsızlıklarda ne yaparız acaba? Hayata mı küseriz, farkında olmadan isyan mı ederiz yoksa artık hayatın bir anlamı olmadığını mı düşünmeye başlarız?

Kabul edelim, hastalıkla olan imtihanını kazananların sayısı kaybedenlerden daha az gibi görünüyor. Hastalığın Allah’tan geldiğini dilimizle söylesek bile, sabır ve tevekkülle durumu kabullenmeyi beceremiyoruz çoğumuz. Hele hele hastalığa bir fırsat ve bir nimetolarak bakmayı hiç bilmiyoruz.  Hastalıktan nasıl bir fırsat çıkabileceğini ve hastalığa nasıl bir ‘nimet’ olarak bakılabileceğini anlayabilmek için Peygamberimizin sünnetine bakmak yeterli olacaktır. 
                                                                                              *
Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz(s.a.v)yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa bir bu taraf dönüyordu. Hastalığın ıstırabı gün geçtikçe fazlalaştı. Başucunda bulunanlar bu durum sebebiyle
“Ya Resulallah! Eğer bizden birisi bu derece ıstırap çekse sen bizi uyarırdın” dediler. Resul-i Ekrem cevabıyla durumunu şöyle izah etti:
“Benim hastalığım bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Teala Salih ve mümin kullarını belanın hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine müptela eder. Fakat o bela, musibet ve hastalık vasıtasıyla o mümin Salih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder, ayağına bir diken bile batsa”buyurdu.

Abdullah İbn-i Mesud’dan rivayet edilen bir başka hadiste ise Allah Resul’ü “Yeryüzünde hastalıktan veya bir başka sebepten dolayı zorluğa ve musibete düşmüş hiçbir Müslüman yoktur ki, o günahları ermiş ağacın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin.” buyuruyor.
                                                                                              *
İnsanlığın gelmiş geçmiş en iyi rol modelleri olan nice peygamber hastalıkla imtihan edilmiştir. Onlar hastalığa bir imtihan gözüyle bakmakla kalmamış, hastalıklarını nefislerini terbiye etmek için bir fırsatbilmişlerdir.

Ateşe atılan her maddenin durumu bir değildir. Odun, kömür gibi maddeler yanarken, altın gibi madenler ateşte daha da değerlenir. Cam ateşte şekillenir. Hastalığa sabreden, hastalığı bir fırsat gibi değerlendirip, nefsini terbiye eden ve şekillendiren kimse de işlenmemiş bir madenin ateşte kıymetlenmesi gibi kıymetlenir Yaradan’ın gözünde.
Bedeni hastalıklardan korumanın yolları olduğu gibi, hastalığın bin bir çeşit devası da mevcuttur. Mühim olan vücuda bir kez yerleşti mi çok daha uzun süre kalan ve tedavisi en zor olan hastalıklardan yani manevi hastalıklardan korunmaktır. Gıybet hastalığı, fesatlık, kibir gibi kadim hastalıkların yanı sıra, modern çağın beraberinde getirdiği zihinsel hastalıklardan (teknoloji bağımlılığı, alışveriş hastalığı, moda hastalığı ve tüketim çılgınlığı) korunmanın yollarını aramalıdır insan.
Göz ve gönül görmek istedikten sonra, bedensel hastalıkta nice nimet ve rahmetler keşfetmek hiç de zor değildir. Asıl tehlikeyi oluşturan “kalp” ve “zihin” hastalıklarından korunup, sabredenlerden ve sabrettiği için müjdelenenlerden olabilmek duasıyla…
Son Güncelleme 20 Mayıs 2013 | 12:09

19 Mayıs 2013 Pazar

SINAV ENDÜSTRİSİ


SINAV ENDÜSTRİSİ: Düzene Uygun Kafaları Seçmek mi?


etiketler: sare şanlı sınav endüstrisi
Eğitim sistemimiz bir çocuğun/gencin yeteneklerini ortaya çıkarabiliyor ve bu yetenekleri besleyebiliyor mu? Belki zaman zaman öğrencilerin yetenekli olduğu alanlar belirlenebiliyor ama bu yeteneklerin mevcut sistem içinde geliştirilmediği acı bir gerçek. Çünkü öğrenci yetenekli olduğu alanı keşfettiğinde yalnızca bu alana yönelik eğitim alması sağlanamıyor, bilakis hiç ilgi duymadığı, başaramadığı alanlarda da eğitime zorlanıyor. Tanıdık ifadelerle söylemek gerekirse her şeyden biraz bilmek zorunda bırakılmış, hiçbir şeyi tam olarak kavrayamamış gençler çıkıyor ortaya.
 
Olağanüstü resimler çizen bir öğrenci, matematiği (temel matematik bilgisi değil, trigonometri, polinomlar vs) öğrenirse ve üniversite giriş sınavında her alandan soru çözerek rakiplerini alt edebilirse resim öğretmeni olmaya giden yolda bir adım atabilecek. Dikkat edin, hemen resim öğretmeni olamayacak, çünkü öğrencinin dört yıllık fakülte eğitimine ve aldığı pedagojik formasyona güvenmeyen sistem, fakülteye girişte çözmek zorunda olduğunu soruların benzerlerini ona tekrar soracak ve kişinin rakiplerini daha iyi resimler yaparak değil, daha çok matematik, coğrafya, tarih sorusu çözerek elemesini isteyecektir.
 
Yüksek lisans yapmak isteyen insanlar da lisans öncesi girdikleri sınavın hemen hemen aynısı bir sınava tekrar girerek, eğitim almak istediği alanla hiçbir ilgisi bulunmayan soruları cevaplayarak yüksek lisans yapmaya hak kazanabileceklerdir.
 
Benzer durum eğitimin diğer alanlarında da mevcuttur. Uzmanlık almak isteyen doktor dil sınavında sağlık konulu değil de, birbirinden caydırıcı şıklara sahip, kıyıda köşede kalmış kalıp ve kelimelerden oluşan ekonomi yada politika konulu paragraflar sorularına muhatap olacaktır. (Sanırım sistem, doktorun hastasıyla ekonomi konuşacağını tahmin etmektedir.)
 
Devlet memuru olmak isteyenler de memuriyet hayatlarında işlerine yaramayacak olan mesnetsiz sorulara tabi tutulacaktır. Üstelik bu soruların cevaplarını bilmeleri yeterli görülmeyecek, rakiplerinden daha hızlı çözmek zorunda bırakılacaklardır. (Bilmeyen insana bir soru için bir dakika da verseniz on dakika da verseniz durum değişmeyecektir oysa, maksat bilenler içinde eleme yapmaktır)
 
Sistem birkaç oturumdan ve kitapçıktan oluşan, sınava giren kişiyi daha az strese maruz bırakan her tür kolaylıktan uzaktır ne yazık ki. Bir insanın dikkat süresini hiçe sayarak üç saat boyunca hiç ara vermeden, yerinden kaldırmadan, aynı az oksijenli, bol stresli ortamda sınava tabii tutmakta, sınav esnasında en temel ihtiyaçlardan dahi mahrum bırakmaktadır.
 
Hal böyle olunca, saçma, uyduruk ve bilgiyi ölçmekten hayli uzak sınavları kazanmak isteyenlerin yolu hazırlık kurslarından ve eğitim setlerinden geçer oldu. Daha fazla insan elemek için sınava katılan çeldirici şıklar, dikkat ölçen ince detaylarla başa çıkabilmek ve en önemlisi hızlı olabilmek taktiklere bağlandı. Daha önce üniversite giriş sınavı için oluşturulan dershanelere, üç ay içinde KPSS’den 90 ve üzeri puan garanti eden kurslar, YDS kursları ve diğerleri eklendi. Böylece her bir sınav için ayrı olmak üzere dev bir sınav endüstrisi kuruldu. Nice insan yıllardır bu sistem üzerinden iş kurup para kazanmakta.
 
Sistemin mevcut sınavları beslediği ve bu durumdan en ufak bir rahatsızlık duymadığı aşikar. Biz sınavzedeler de artık durumu kanıksadık gibi. “Ne yapalım başka seçeneğimiz yok, bu uyduruk sınavlara girmeden bu iş olmayacak” çaresizliği içindeyiz. Bu çaresizlik mazur görülebilir ama işin çok farklı bir yönü de var. Toplum üniversite giriş sınavından düşük puan alan lise mezunu gence aptal gözüyle bakar oldu. Dört yıl fakülte eğitimi alıp da KPSS’den 80’i geçemeyeni fakülteyi boşuna okumakla, yetersiz olmakla suçlar hale geldi. İnsanların yabancı dil bilgisi YDS notuna göre değerlendirilir oldu. Sınav geçemeyenler, başarısızlıkla, yeterince çalışmamakla suçlandı. E.A. Rauter’in bahsettiği düzene uygun kafaların* nasıl oluşturulduğunun en güzel göstergesi değil midir bu durum? Mevcut eğitim ve sınav sistemi ile sorunları değil sorular tanıyan, bilgi kalıplarını değil doğru şıkları ezberleyen kafalar* sayesinde sistemin çarpıklığını değil, sisteme ayak uyduramayanları dışlayan bir toplum oluştu. Düzen değiştirilemediği için düzene uyuldu.
 
“Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar?” misali, “Böyle sınavlar mı boş kafalar üretir, yoksa boş kafalar mı böyle sınavlar üretir?” diye sormadan edemiyorum. Neden ille de üniversite okumalı? İlim tahsil etmek, daha donanımlı bir birey olabilmek için mi? Çok para kazandıracak bir iş bulabilmek ve etiket sahibi olmak için üniversite okumak maksadında olanların sayısının ilim tahsil etmek ve daha bilgili, daha donanımlı bir insan olmak isteyenlerden çok daha fazla olduğunu gözlemliyorum ne yazık ki. Benzer şekilde devlet memuru olmak isteyenlerin de devletine hizmet sunabilmek ve ülkesini kalkındırmaktan çok devlete sırtını yaslamak gayesi taşıdığını, bir gencin bilgiye olan aşkından değil de askerlikten mümkün olduğunca kaçmak için yüksek lisans yapmak istediğini görmek gerçekten üzücü. Belki de her şeyden önce sorgulamamız ve çözüm üretmemiz gereken nokta da neticeden çok “niyet” olmalı…
 
**Test Sisteminden Kurtulmak  (Haşmet Babaoğlu) 25.03.2013 Sabah
*Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?  E.A.Rauter
Son Güncelleme 13 Mayıs 2013 | 12:20