30 Ekim 2013 Çarşamba

ÇOCUKLU KADININ DIŞARIDA NE İŞİ VAR?

Çocuklu kadının dışarıda ne işi var?

 Sare Şanlı
Anneler hayatlarını ikiye ayırırlar: “Çocuktan Önce” ve “Çocuktan Sonra”.
Minibüse binmenin, seyahat etmenin, alışverişe çıkmanın, bir sahil yürüyüşünün, dışarıda bir yerlerde bir şeyler yiyip içmenin başlı başına bir nimet olduğunu, tüm bu saydıklarımı kucağında ağlayan bir bebekle/eteğini çekiştirip mızmızlanan bir çocukla yaptığı zaman anlar bir anne.  Öyle “hadi” deyince dışarı çıkmak eskide kalmıştır artık. Çocuğun tüm ihtiyaçları inceden inceye düşünülerek koca bir çanta hazırlanır, kontrolü başlarda hiç de kolay olmayan pusete bebek yerleştirilir ve daha evden çıkmadan dönüş saati bebeğin uyku/mama/bez değişimi saatlerine göre ayarlanır… Bu arada annenin kendi hazırlanma süresini de unutmayalım. Tabii, bunlar dışarı çıkmadan evvelki prosedürler, asıl sorunlu kısım dışarıda başlar.  Puset ile toplu taşıma araçlarına binmek yahut çarşıda pazarda dolaşmak hiç de kolay değil. Hadi pusetteki bebek kısa bir süre de olsa uyudu diyelim, elinden tutup gezdirdiğiniz çocuğu zapt etmek, mızmızlanmalarıyla başa çıkmak sabır ister.
Ancak, inanın tüm bunların ötesinde bazı anneleri zorlayan ve bir daha dışarı çıkmaya her defasında tövbe ettiren daha ilginç bir sebep var. Çocuklu kadın toplu taşımada, çarşı/pazarda, yolda çocuğuyla birlikte iş halletmenin sıkıntısını yaşarken, bir de etraftaki insanların “çocuklu kadınsın, ne işin var dışarıda?” sorusunu ezercesine soran bakışlarının muhatabı olur. Öyle ya, yollar, çarşılar, toplu taşıma araçları hep bağımsız insanlara aittir, koca pusetiyle insanları sıkıştırmanın, ağlayan/mızmızlanan çocuğunun sesiyle eziyet vermenin ne alemi var? Ah bu anneler, kendi alışveriş ve gezme tozma keyifleri uğrunda minicik çocuklarına neler çektiriyorlar? Otursalar ya çocukları büyüyene kadar evlerinde, yada birilerine bıraksalar! Üstelik bu tepkilerin büyük oranda, kendileri de bir zamanlar küçük çocuklara annelik yapmış kadınlardan gelmesi ne kadar ilginçtir değil mi?
Ne diyeyim, yaşamadan anlaşılamayan şeyler vardır ya, bu durum da öyle işte. Evde pişirecek bir şey kalmadıysa, alışverişinizi yapacak başka biri yoksa istemeye istemeye çıkarsınız çarşıya pazara. İnsan olduğunuz ve değişiklik aradığınız için, bir arkadaş ziyareti maksadıyla yahut çocuğunuz çok istediği için ve park yürüme mesafesinde olmadığı için binersiniz toplu taşıma araçlarına. Siz de bilirsiniz, tek başınıza çıksanız daha rahat edip, daha çok işi kotaracağınızı ama çocuğunuzu bırakacak kimseniz yoksa yada evde durmaktan sıkılan çocuğunuza merhamet ettiğinizden onu da yanınıza alarak, yorulmak, daralmak, kafayı yemek uğruna düşersiniz yollara.
Haksızlık etmeyelim, çocuklu kadını dışarı yakıştırmayanların yanı sıra onlara elinden gelen yardımı esirgemeyen merhamet dolu insanlar da var. Otobüsten yada merdivenlerden puseti indiremeyen annelere yardımcı olanlardan tutun da, ağlayan çocuğu teselli edenlere, toplu taşıma araçlarında yer verenlerden, elinizdeki yükleri taşıyanlara kadar hala empati yapabilme özelliğini koruyanlar da var çok şükür.
Ama ben olumlu örneklerin sayısının az oluşundan yola çıkarak toplumca hala çocuklarla bir arada yaşamaya tam olarak alışamadığımızı düşünüyorum. Sadece toplu taşıma araçları ve çarşı pazarlar değil, çocuklu kadınlar hayatın diğer birçok alanında çocuklarıyla birlikte var olma mücadelesi verirken gereken desteği bulamıyor. Sosyal ve kültürel aktivitelerin çocuklu kadınlara kapalı olması, çocuklar evde tek başına kalabilecek yaşa gelene kadar anne-kadının kendini geliştirmesinin mümkün olmadığı anlamına geliyor. Anneliğin, çocuk yetiştirmenin ve birden fazla çocuk dünyaya getirmenin önemine yapılan vurgu ile annenin kendini geliştirmesi muhtemel ortamlardan uzak bırakılması birbiriyle çelişiyor doğrusu. Çocukların büyümesini beklemek yıllar alıyor, üstelik bu yıllar da annenin en verimli gençlik yılları oluyor.
Hepimiz bebek olarak geldik dünyaya ve sonra uzun bir çocukluk dönemi yaşadık. Ve yine hepimizin çocukları/yeğenleri/torunları var/olacak Allah’ın izniyle. Şuan çocuksuz olmak, yada çocuklarını büyütmüş olmak demek bizi çocuklu kadınları ihmal etmek hatasına düşürmemeli.  Annelerin daha fazla çocuk dünyaya getirmesini, hem annelerin hem de çocukların hayatın içinde huzurla yer almasını istiyorsak “Çocukları ve anneleri hesaba katmalıyız.” Hayatın her alanını çocuklar ve anneleri için daha yaşanılır kılma çabasını birey ve toplum olarak vermek durumundayız. Bir evde/ailede anne mutluysa herkes mutludur, anne mutsuzsa da herkes mutsuz!
Evet, çocuklu kadınlar olarak her birimizin dışarıda çok işi var. Biraz da acelemiz var. Zira diğer insanların tek başına yaptığı tüm işleri hızımızı kesen küçük insanlarımızla kotarmak zorundayız. 7/24 birlikte olduğumuz çocuklarımızın toplu taşıma araçlarında, çarşıda/pazarda ağlamasını, bağırmasını biz de istemiyoruz, lakin biraz sabır… Çocuklar toplumdan ayrı büyüyemezler, anneler de yıllarca kendilerini dünyadan soyutlayamazlar. Bu yüzden toplumu oluşturan bireylerin de annelere ve çocuklara birazcık yardımı/sabrı çok görmemesi lazım.
yayın : 28 Ekim 15:20

21 Ekim 2013 Pazartesi

MİSAFİR ODALARI

Misafir odaları

 Sare Şanlı
İnsanoğlunun yaşam biçimi kabilelerden geniş ailelere, geniş ailelerden çekirdek aileye ve nihayet çekirdek aileden de yalnız yaşamaya doğru evrildi. Bu evrim pozitif yönde olmadı ne yazık ki.
Düzen insanları tek odalı evlerde yaşama evresine taşıdı hızla. Hala birden fazla odası olan evlerin ise bir yaşam odası, bir yatak odası ve bir de çocuk odası var. Bir dönem kapısı misafir için kilitli tutulan odaların varlığı eleştirilirken şimdi o odalar kayboluyor evlerimizden. Misafir odası olmayan evler; misafire, hele de yatılı misafire hiç yer olmadığı mesajını mı veriyor bize? Bugünün otel odası vazifesi gören evlerinde ev sakinlerine bile yer yokken misafire yer açabilmek imkânsız gibi görünüyor. Kaybolan onca değerin arasında misafirlik pek göze batan bir şey değil gibi.
Misafir ağırlamanın unutulmaya yüz tutması evlerin ve odaların küçülmesinden, evlerde misafir odalarının olmayışından kaynaklıyor olamaz. Öyle olsaydı şayet, yokluk dönemlerinde insanların, tek bir odada on-on beş kişi yaşadıkları halde bir o kadar misafiri yedirip içirecek ve yatıracak yeri bulabilmesini nasıl açıklardık? Ev sahibi kendisi aç kalma pahasına misafirini doyurmayı, uykusuz kalma pahasına misafirinin rahat yatmasını sağlamayı bir erdem bilirdi yakın zamana kadar. Çünkü misafir demek bereket demekti.
Bugün misafiri/misafirliği böyle bir bakış açısıyla değerlendirmenin neden bu kadar zor hale geldiği üzerinde düşünüyorum. Yoğun mesai saatleri, vakit darlığı, mesafelerin uzaklığı, gidilecek yöndeki trafik gibi bahaneleri öteliyor zihnim, biraz bencillik, biraz samimiyetsizlik, biraz da misafir ağırlamayı bir seremoni haline getirmek ev ziyaretlerini bu kadar azaltan.
Nitekim misafir ağırlamak zahmetli bir iş, bir külfet haline getirildi. Evler misafirsiz, bereketsiz kaldı.
Evde iyisinden güzelinden ne varsa misafire onu ikram etmenin faziletini bildik, ama misafirin aslında muhabbete, sohbete geldiğini bir türlü kavrayamadık.
“Kimse misafiri için altından kalkamayacağı sıkıntıya girmesin” hadisi şerifini unuttuk. Hem kendimizi hem misafirimizin midesini yormayı, çok çeşitle sofra donatmayı “iyi ağırlamak” olarak algıladık. Dağınıklığımız görülmesin diye evi kırklamaya kalkıp, ev halkını gereksiz yere telaşlandırarak misafir ağırlamayı zorlaştırdık.  Bu defa dostlarımız ‘Zahmet vermeyelim’ nezaketiyle hiç uğramamaya başladı evimize.
Gitgide daha fazla bireyselleştiğimizden kıymetli vaktimizi, özenle dayayıp döşediğimiz evimizi, kendi damak zevkimize göre doldurduğumuz mutfağımızı kimselere ayırmak istemedik. İzleyeceğimiz televizyon programından feragat etmeyi, çıkacağımız alışverişten geri kalmayı göze alamadık bir başkası için. Her defasında bir bahane duyunca istenmediğini anladı yakınlarımız.
Elbette ziyaret süresini haddinden fazla uzun tutup, ev sahibine ciddi manada yük olduğunun farkında olmayarak, içi boş konularla onun vaktini çalanlarımız da oldu.
Lakin değişen, dönüşen zihniyet ev ziyaretlerinde pekiştirilen dost/akraba ilişkilerini zedeledi ve zedelemeye devam ediyor. İnsanlar bayram, düğün ve cenaze dışında birbirini göremez oldu. Bu durum ne kadar insani, daha da önemlisi ne kadar İslami?
Hayat yolunda gittiği sürece durumun vahametinin farkına varamıyoruz ama sıkıntılı dönemlerde derdimizi anlatmak istediğimiz bir dost, bir akraba bulamadığımızda, mutluluklarımızı paylaşmak istediğimizde ne yapacağız? Veya çocuklarımız yalnızlıktan bunaldığında, her günümüz birbirinin aynısı olmaya başladığında, insana ihtiyaç duyduğumuzda?
Resul’ün güzel hadisini de unutmadan zikredelim:
“Misafir rızkı ile gelir, ev halkının günahlarının affına sebep olur.” 

15 Ekim 2013 Salı

VEREMEME HASTALIĞI

Verememe hastalığı

 Sare Şanlı
Sahip olmak kavramı üzerinde düşünüyorum uzun zamandır. Oysa çağdaş insan, dünyada nelere ne ölçüde sahip olabileceği ve bunu kimin/neyin belirlediği üzerinde kafa patlatmak yerine akıntıya kapılıp sadece satın almak ve biriktirmek için yaşıyor. Çalışıp satın aldığı şeye gerçekte sahip olup olmadığını, olsa bile bunun ne kadar süreceğini düşünmediği gibi, sahip olduğunu sandıkları üzerinde mutlak tasarruf hakkının yalnız kendisine ait olduğuna inanmış/inandırılmış durumda.
İnsanların sahip olduklarından(?) veremeyişi üzerine sorular yöneltip, cevaplar arıyorum. Neden bu kadar çok insan ‘verememe hastalığı’nın pençesinde?
Sahiplik problemini aşamadığımız için verememe problemini bu kadar belirgin yaşıyoruz belki de. Yaratan’ın bize ihsanda bulunduğunu ve sahip olduğumuzu zannettiklerimizin emanetçisi olduğumuzu unuttuğumuz için verme konusunda cimri kesiliyoruz. Gerçekten sahip olmadığımızı anladığımızda, emanetin bekçisi olduğumuzu idrak ettiğimizde “hakkım” sandıklarımızda başkalarının da payı bulunduğunu görebileceğiz.
                                                                                              *
“Şeytan sizi fakirlik ihtimali ile korkutur ve cimriliği telkin eder.” (Bakara 268)
Yetmeyecek sanırız hep, bitecek, darda kalacağız, standartlarımız düşecek… Yedeklemek, geleceği düşünerek yatırım yapmak, muhtaç olmamak için biriktirmek çağın hastalığı.
Kim yeterince zengindir? Kimin ihtiyaçları nihayete ulaşmıştır ve kim doymuştur dünya malına? Dünyanın en zenginine ne kadar daha paranız olsa yeter diye sorduklarında aldıkları cevap: “Biraz daha olsa yeter”! Biraz daha olsa yine yetmeyecek oysaki. Dünyevi olan her şey bir deniz suyu misali içtikçe susatacak. Besledim sandığı tek şey susuzluğu olacak.
                                                                                              *
“Sizden biri kendi nefsi için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş sayılmaz.”(Buhari,Müslim)
Mala en düşkün olanlar ihtiyacından daha fazlasına sahip olan varsıllar. İhtiyaç fazlasında fakirin hakkı olduğunu unuttuklarından verememe hastalığı en çok onlarda görülüyor. Şeytan en çok onların zihninde ve kalbinde mesken tutuyor. Kendi ihtiyaçlarını her daim önceleyip, acilen tedarik etme arzuları, başkalarının çok daha elzem ihtiyaçlarına kayıtsız yapıyor onları. Yazlığının borcu, tatilde çok harcama yapmış olması, son model arabasının bakım ücretlerinin fazlalılığı muhtaca üç beş kuruş yardım yapmasının önünde engel. İşi yokuşa sürmek için yardıma muhtaç kişiyi hayır kuruluşlarına yönlendirmek, bu işi devlete havale etmek, “balık vereceğimize, balık tutmayı öğretelim” edebiyatı yapmak yine onlara has.
                                                                                              *
Ne oluyor size ki, göklerin ver yerin mirası Allah’a ait olduğu halde (sonunda her şeyinizi dünyada terk edeceğiniz halde) Allah yolunda infak etmiyorsunuz? (Hadid 10)
Çocuklarımızın oyuncak sepetlerini sığdıracak yer bulamazken, okula kahvaltısını yapamadan giden çocuğun sorumluluğunun bize düşmediğine yürekten inanabiliyor muyuz? Sadece bu hafta evimize üç paket bisküvi/cips/çikolata almayarak bir fakirin mutfağına bir kilo pirinç koyabileceğimizin farkına varamıyor muyuz? Dolabımızdaki kırk gömleğe kırk birincisini katma doyumsuzluğunu bir ailenin belki de bir aylık kömür parasını karşılayabilmenin huzuruyla değiştirmenin ne kadar karlı bir alışveriş olduğunu anlayamıyor muyuz?
                                                                                              *
Dünyayı gereğinden fazla sevip, yaşadığımız süre içinde mümkün olduğunca çok şeye sahip olmaya çabaladıysak, zekât, sadaka ve infak kavramları üzerinde kafa yormadıysak, yoksul hayatlara gözlerini kapatmış varsıl hayatlar yaşıyorsak ‘verememe hastalığı’na tutulmamamız imkânsız.
Verebilmek için öncelikle sahip olmadığımızı idrak edebilmemiz gerek. 
yayın : 14 Ekim 10:48

8 Ekim 2013 Salı

MEDYA ENDÜSTRİSİ

Medya endüstrisi

 Sare Şanlı
Frank Lloyd Wright’ın tabiriyle gözlerin sakızı olan televizyonu günde kaç saat izliyoruz?
Bir yılda 8760 saat var. Tatiller, hafta sonları, hastalıklar vs çıkarılınca geriye kalan 1824 saati çalışarak geçiriyoruz. Her gün 7.5 saatten yılda 2730 saatimiz uykuda geçiyor. Medyaya verebileceğimiz 3256 saat kalıyor, yani günde 9 saat! *
Bu veriler ortalama Amerikalı için ancak durum tüm dünyada ve elbette bizde de çok farklı değil. Ne kadar çok televizyon izlediğimizi söylemeyen/kabullenmeyen yok. Bir eve bir televizyon dönemi geride kaldı, çoğu evde hemen her odada bir televizyon var. Sabah kalkar kalkmaz evin içinde bir ses olsun diye açılıyor. Mutfakta yemek yaparken ya da yemek yerken, ev işlerini yaparken, kahve içerken, misafir geldiğinde veya misafirliğe gidildiğinde televizyon hep açık. Neyle uğraşırsak uğraşalım televizyonun sesi ve mavi ışığı hep arka fonda. Bebekler doğar doğmaz televizyon reklamlarıyla avutuluyor, çocuklar çizgi filmlerin dünyasında kayboluyor.
Biz izledikçe daha çok kanal açılıyor, daha çok dizi çekiliyor, eğlence/yarışma programlarının sayısı artırılıyor. Çünkü bu tür programlara rağbet ediyoruz. Dev bir endüstriyi kendi ellerimizle besliyor, semirtiyoruz. Ünlüler ekranda 10-15 dakika görünerek milyarları kazanıyorlar, elbette izleyici sayesinde. Üstelik yaptıkları sadece izleyiciyi eğlendirmek. Bilgilendirmek yada faydalı hatırlatmalar yapmak maksadında asla değiller. Nitekim izleyici de bilgi üreten insanlar yerine eğlendiren yani hoşça vakit geçirmesini sağlayan insanı ödüllendiriyor, bilerek ya da bilmeyerek.
Fransız televizyonunun eğlence programı yapımcılarından biri Telerama’ya açıklıyor. “Ne kadar seviyesizleşirsek o kadar izleniyoruz, bu iş böyle. Televizyon izleyicisinin karşısına geçip ukalalık mı yapalım? Onların düşünce kabiliyeti yok ki!” İşte yapımcıların izleyiciye bakışı ve programlarıyla amaçladıkları bu kadar açık!
Cemil Meriç’in “Televizyon aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icad edilmiş bir nevi afyondur.” sözüyle kastettiği günümüzün seviyesiz ve kalitesiz programları olmalı diye düşünüyorum. Çünkü sorun televizyon cihazının bizzat kendinde değil. İnsanoğlu kendi icat ettiği bir aleti iradesiyle kullanabilirse ondan fayda sağlar, kendini ona teslim ederse zarar görmesi de kaçınılmazdır.
Bugün birçok kanalda son derece kaliteli ve düzeyli programlar var. Lakin çoğu kitle kanalının bol gözyaşı, kahkaha, entrika, cinayet, şiddet ve cinsellik içeren programlarının ve dizilerinin yanında kaliteli programların izlenme oranının düşük olması toplumca kendimizi geliştirmeme isteğimizin bir göstergesi olmalı.
Televizyondaki seviyesiz eğlence programlarını ve dizileri savunmak için tüm gün çalışan, yorulan ve stres altında olan insanın ‘eğlenme/kafayı dağıtma hakkı’ndan bahsediliyor. Dinlenmek yahut kafayı boşaltmak için ille de seviyesizleşmek gerektiğini savunmak nasıl bir basiretsizliktir? İnsan dinlenirken de faydalı işlerle neden uğraşamasın?
Zihni ve bedeni dinlendirmenin yolu televizyon icat edilmeden önce nelerden geçiyordu düşünmek lazım. Televizyonu hayatımızdan tamamen çıkaralım önerisi gerçekçi olmadığı gibi “çözüm” de değildir.  Ancak televizyonun sosyal bir varlık olan insanı yaşamdan soyutluyor olması göz önünde bulundurularak, seyretme süresinin azaltılması ve hangi programların seyredilmesi gerektiği üzerinde düşünülmesi bir gerekliliktir.
*Richard Hardwood’un verileri/Washington Post
yayın : 7 Ekim 13:12