20 Kasım 2013 Çarşamba

KOŞTURMACA NEREYE?

Koşturmaca nereye?

 Sare Şanlı
Market raflarında üç dakikada şipşak pişen makarnayı gördüğümde şaşırmıştım. Zaten makarna şipşak pişirilen bir gıda değil miydi? Yani kısa sürede(8-10dk) pişmiyor muydu? Üç beş dakika daha hızlı pişirmek ne işimize yarayabilir? Biliyorum, karnımız çok açsa daha az beklemeye, yemek yapmaya harcadığımız vakitten tasarruf etmeye… Aslında hayatımızdaki tüm diğer hızlandırılmış durum ve ürünler gibi bize zaman kazandırıyor. Hızlı ulaşım sayesinde yolda geçirdiğimiz vaktin azalıyor, hızlı internet ile film/müzik/dosya indirmek için daha az bekliyoruz, hızlı makineler sayesinde çamaşır ve bulaşık daha kısa sürede temizleniyor. Buraya kadar tamam, kafama takılan kısım bunlardan arta kalan vakitte neler yaptığımız/yapacağımız.
Her işi, her şeyi kısaltma, kestirmeden halletme, hızlıca halledip bitirme telaşımız sonunda yoğun tempolu hayatlarımızı yavaşlatabiliyor muyuz? Peşinden koştuğumuz hız bize daha fazla zaman bırakıyor mu?
Nasılsın diye sorduğum insanlar” ne yapalım, koşturuyoruz işte” dediklerinde nereye koşturduklarını da sormak istiyorum, bir de koşturmacaların hayırlı bir istikamette olup olmadığını. Bunca kolaylığın, hızın, pratik araç gereçlerin ve hatta gıdaların olduğu bir zaman diliminde “vaktim yok” diyenlerin vakitlerini nasıl harcadıklarını bilmek istiyorum. Televizyon ve bilgisayar ekranı karşısında geçirilen zamanın ne kadarının ciddi programlar/uğraşlar için ayrıldığını, mesai dışında harcanan sürenin ne tür meşgalelerle doldurulduğunu merak ediyorum.
Daha fazla boş vaktim kalsın diye en hızlısından ev gereçleri alan kadınların mutfakta ve ev işleriyle geçen vakitleri azaldığında bu hanımlar kendini başka koşturmacaların içine atıyor ne yazık ki. Bir koşturmacadan kaçıp, bambaşka koşturmacalara doğru, spor salonlarına, kuaförlere, alışverişe gidiyorlar. İşten eve gelirken trafikte hızla seyreden erkekler eve ulaştıklarında mavi ekrana bakmaktan yada kafalarını gazetenin spor sayfaları arasına gizleyip uzanmaktan farklı ne yapabiliyorlar?
Hızlı, hızlı daha hızlı olunca ne oluyor? Daha sabırsız, daha tahammülsüz olmuyor muyuz?
“İçinde bulunduğumuz çağ, şimdiyi yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor. Aynı anda o kadar çok şey yapıyoruz ki insani ilişkilerimiz gün içinde hallediliveren işlerden sadece biri haline geliyor… Zamandan yana sıkışıklık, modern insanın kendisine kurduğu büyük tuzaklardan birisi. Zaman hastalığı daha derin, varoluşsal hastalığın bir habercisi. Tükenmişliğin son demlerindeki insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da hızlanıyorlar. Fakat hız bizi uyuşturuyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla hiçbir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Hızlandıkça zaman kazanmıyor, sadece parçalanıyoruz.” *
Yarın için koştururken, bugünü ihmal ediyoruz. Hızlı hayat sosyal ilişkilerimizi yavaşlatmakla kalmıyor, tamamen ortadan kaldırıyor! Daha da önemlisi, bu kadar hız bir gün öleceğimizi unutturuyor bize. Sürekli koşturarak yapay amaçlar üretip ölümü hayatımızdan çıkarıyoruz.
Yüz kırk karakterlik twitler dururken, sayfalar dolusu kitap okumak hız çağına ters düşüyor. Okumuyoruz, araştırmıyor ve kafa yormuyoruz, her şeyin özetine ulaşmak istiyoruz.
Sürekli ve hızla akan hayatlarımızı yaşarken, durup düşünmek, içimize dönmek, nefis muhasebesi yapmak imkansız hale geliyor. Bunca hız, kendimizden, özümüzden, düşünmekten kaçmak için sanki.
Peygamberimizin, mescide hızla/koştura koştura gitmeyi yasaklaması üzerinde hiç düşündük mü? “Namaza geldiğiniz zaman ona koşarak gelmeyin, üzerinizde bir sekinet olduğu halde namaza gelin.  Ondan yetiştirdiğiz kadarını kılın, kaçırdığınızı da tamamlayın.”diyen peygamber bize neyi anlatmaya çalışıyor?
Niçin Kur’an ağır ağır okununca anlaşılıyor?
İbadetler bize yol gösterir, hayat rotamızı belirler, nerede duracağımızı, yavaşlayacağımızı ve nerede hızlanacağımızı bulmada rehberlik eder. Hızlı yaşayıp “hayat hazımsızlığı” çekmemek için ölümü düşünerek yavaşlamaktan başka çare var mı?
*Yavaşla! /Kemal sayar /Timaş yayınları

14 Kasım 2013 Perşembe

AİLEYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Aileyi yeniden düşünmek

 Sare Şanlı
Siz de “bir yuva/aile kurmak istiyorum” diyen genç kız ve genç erkeklere eskiye oranla daha mı az rastlıyorsunuz çevrenizde? Bireysel istek ve hedeflerini uzunca bir süre ‘tek başlarına’ gerçekleştirme istekleri, evlenerek bir başka kişinin/kişilerin sorumluluğunu almaktan korkmaları, “biz” için değil “ben” için yaşamanın kolaylığı gençleri “aile kurma” arzusundan uzaklaştırıyor yahut bu süreci mümkün mertebe ertelemelerine neden oluyor.
Aileyi oluşturmanın yolu evlilikten geçer fakat her evlilikle aile oluşturulur mu? Kadınlar anneliğe, erkekler de babalığa eskiden olduğu kadar talep göstermiyor. Birkaç on yıl öncesine kadar evliliğin temel amacı olarak algılanan “dünyaya çocuk getirme” hususu şimdilerde evlilikten en az iki yıl sonrasına erteleniyor.
Çocuk/çocukların varlığı aileyi oluşturmaya yetiyor mu? Evin tüm bireylerinin geç saatlere kadar dışarıda vakit geçirdiği, evlerin otel gibi kullanıldığı mevcut süreç içinde, bireylerin ev içinde de birlikte olmadıklarını gözlemliyoruz. Her bir bireyin ayrı odada olmasıyla, aynı odada birlikte olması arasında pek bir fark yok. Zira fiziksel anlamda aynı mekanı paylaşan bireylerin, ruhen yada zihnen birlikte olamamaları, paylaşımda bulunamamaları bugünkü aile anlayışıyla olması gereken aile arasındaki farkı gösteriyor bize.
Ailece yapılan ziyaretlerin, akraba buluşmalarının, pikniklerin mümkün mertebe azaltılmış olması, tüm bunların birer yük olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Birey olarak dışarıda “takılmak” özgürlüğü, keyifli anları sembolize ederken, ailece gerçekleştirilen eylemler çoğunlukla sıkıcı, bunaltıcı ve bu zamana pek uymayan bir çağrışımda bulunuyor.
Tüm bu negatif gelişmeler ailenin artık yok olmak üzere olduğunu mu gösteriyor? Aldoux Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına doğru adım adım yaklaşıyor muyuz yoksa? İşte bu bir felaket olur, belki de dünyanın sonu… Çünkü “İslami geleneğe göre aile olmadan toplum, toplum olmadan da aile olmaz.”[1]
“Modern sosyal bilimler toplumu meydana getiren en küçük unsurun birey olduğunu kabul eder. Oysa İslam insanın içinde var olup sosyalleştiği bir cemaat olarak bunun aile olduğunu söylemektedir.”
“Hz. Adem ve Hz. Havva dünyaya bir aile formu içinde gönderilmiştir. Bir kadın ve bir erkek olarak Hz. Adem ve Hz. Havva’nın sonradan deneme yoluyla icat ettikleri bir beraberlik biçimi değildir.”[2] Yani ilk insandan bu yana insan kendini aile içinde konumlandırmış ve tanımlamıştır.
Ailenin yara alması, işlevini kaybeder hale gelmesi ciddi bir sorun. İnsanların aile oluşturmaya gönülsüzlüğü, oluşturduğu aile içinde de kendi hayatını yaşama ve bireyselliğini bencil tavırlarla koruma arzusu aslında tedavisi zor bir yalnızlığın içine sürüklenmelerine sebebiyet veriyor.
Çünkü ilk roller aile içinde kazanılmaya başlanıyor. Sevinçler kadar üzüntüler de aile ortamı içinde paylaşılıyor. İnsan ilişkileri, aile bireylerinin ‘ilk’ okulu olan ailede öğrenilip, pratiğe dökülüyor. Tahammül ve fedakârlığın merkezi olan aile, bireyin kendini güvende hissedebildiği yegâne kurum.
Son yıllarda ailenin siyasette acilen gündeme alınması ümit veren bir gelişme. Aile ve Kadından sorumlu bakanlığın çalışmaları, SEKAM gibi organizasyonların gayretleri, televizyon ekranlarına kadar taşınan “aileyi koruma” temalı dizi ve filmler, modern çağın aileyi ortadan kaldırmayı hedef alan çok daha yoğun çalışmaları karşısında umarız ki başarılı olsun.
Bu noktada, halkımızın televizyon izlemeye olan meyli ve televizyon yapımlarından ciddi anlamda etkilenmesi göz önüne alınarak, “aileye dönüş ve sağlıklı aileler oluşturma” noktasında medyayı kullanarak halkı eğitmek, yönlendirmek önemsenmeli. (Dizi ve filmlerde olumlu örnek aile modelleri vermek gibi)
Bireylerin boş zamanını aileleriyle geçirmeye çabalaması, aileyi canlandırmaya katkıda bulunabilir. Nureddin Yıldız hocanın da tabiriyle “biz evcil bir ümmetiz”. Evlerde ailece yapılabilecek aktiviteler noktasında biraz kafa yormalı, evdeki ekranlar en azından akşam belli saatlerde kapatılmalı ki iletişim sağlanabilsin. Mümkünse akşam yemekleri ailece yenilmeli. Akraba ve dost ziyaretleri artırılmalı.
Kadının anneliğinin ve ev kadınlığının altını çizilirken, erkeğin babalığı ve ev erkekliği unutulmamalı. Yani hem kadın hem erkek eve dönmeli. Mevcut mesai saatleri bireylerin ailelerine de vakit ayırabileceği şekilde düzenlenmeli.
Evlenecek olan gençleri maddi sıkıntılar ve zorlayıcı geleneklerle korkutmak ve evlilikten uzaklaştırmak yerine, ruhen ve zihnen aile olma sürecine hazırlamak, kendi aralarındaki ilişkilerin sağlıklı olmasını sağlamak maksadıyla, evlilik öncesi kurslar ve eğitim seminerleri önemsenmeli, hatta zorunlu hale getirilmeli.
Bireyin dine bakış açısı ve dini yaşayış biçimi ile aileye olan yaklaşımı bağımsız ele alınamaz. Bu nedenle bireylerde dini duyarlılık ve sorumluluk arttıkça, aile de yeniden hayat bulacak ve asli görevini devam ettirecektir.
[1]Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği/Cihan Aktaş syf 270
[2]Sabra Davet Eden Hakikat/Abdurrahman Arslan syf 285-286
yayın : 11 Kasım 10:35

ÖRNEK MÜSLÜMAN MIYIM?

Örnek Müslüman mıyım?

 Sare Şanlı
Yakın bir zaman önce Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “İhtida Öyküleri: Nasıl Müslüman Oldum” ismi altında yayınlanan nefis bir çalışma okudum. Orijinali İngilizce olan hikâyelerin bir kısmı İngiltere’de gerçekleştirilen bir doktora tezi için yapılan mülakatlardan, diğer bir kısmı da çeşitli gazete, dergi ve internet ortamında yayınlanan hayat hikâyelerinden oluşuyor. Her bir hikâye okuyucuyu derin duygulara sürüklüyor, kâh gülümsüyor, kâh gözlerinizde biriken yaşları silmeye çalışıyorsunuz. Arapların güzel bir atasözü var: “Sözler kalpten çıkarsa kalbe kadar ulaşır, ağızdan çıkarsa kulaktan öteye gidemez.” İşte ihtida öykülerinin her biri belli ki kalpten çıkmış sözlerden oluşuyor, bu yüzden kalplerinize ulaşmaması imkânsız.
Çoğu İngiliz olan mühtedilerin İslamla buluşma sürecinde dikkatimi çeken nokta pek azının direkt Kur’an’la muhatap olarak Müslüman olması oldu. Büyük çoğunluk, Müslüman dostlarından, komşularından, iş arkadaşlarından velhasıl tanıdıkları şahsiyet sahibi bir/birkaç Müslümandan etkilenerek İslam’a giden yola adımlarını atmışlar. Kimisi Müslümanların aile içi ilişkilerinden, kimisi dürüstlüklerinden, kimisi düzenli yaşam biçimlerinden, dostluklarından, misafire sundukları ikram ve güler yüzden etkilenerek onlarla iletişim kurmayı tercih etmiş.
İbrahim Karlsson, mektup arkadaşı Şehide’nin sabrından ve bilgisinden etkilenerek yolunu bulmuş:  “Şehide’de olağanüstü bir sabır vardı, çünkü ağır olan düşünce hızıma ve aptalca sorularıma katlanıyordu. Hiçbir zaman benimle ilgili umudunu kaybetmedi ve pes etmedi. Bana sadece kalbimi dinlememi, sonunda doğruyu bulacağımı söyledi.”[1]
Miss Lara’nın “Ben İslamı gerçekten bilgili olan ve baskı uygulamayan Müslümanlardan öğrendim.”ifadesi ile [2] Arina’nın “Bana asla “Dinini değiştir, Müslüman ol” demediler” [3]cümlesi mühtedilerin hayatında yer alan Müslüman şahsiyetlerin nasıl olmaları ve gayrimüslimlere ne şekilde davranmaları gerektiğini gösteriyor. Nitekim Yusuf Ali’nin hidayet öyküsünde yer alan şu ifadeler de aynı istikamette: “Müslümanlar bir gayrimüslimin yanında nasıl olunması gerektiğini bilmek zorundalar. Çünkü “Davranışlar sözlerden daha yüksek seslerdir.” [4]
İslam’la Müslüman şahsiyetler vasıtasıyla tanışıp, teslim/müslüman olan insanların öykülerini okudukça kendi Müslümanlığım üzerinde düşünmeye başladım. “Bir gayrimüslim benim Müslümanlığımdan etkilenerek İslam’ı seçebilir mi?” Daha doğrusu,“Ben bir gayrimüslimin olumlu etkilenebileceği ve örnek alacağı, kalbinin İslam’a ısınmasında vesile olabilecek niteliklere ve yaşam biçimine sahip miyim?”sorusunu sordum kendime.
Bu temel soruyla birlikte başka sorular da sorup, cevaplar aradım. Din, sadece kendi yaşantılarımızı biçimlendirmek, kendi yolumuza rehberlik etmek için değil, başkalarına ve başka hayatlara da rehberlik edebilmek için ihtiyaç duyduğumuz kurallar bütünü ise, ben dini şahsıma ait algılayıp, bu yanlış algı doğrultusunda yaşama hakkına sahip olamam. Bildiğimi sandıklarımı bir kez/çok kez daha gözden geçirmek, her defasında uygulamaya yönelik hale getirmek vazifem olmalı. İslam’ın esaslarını, emir ve yasaklarını, Kur’an ve sünneti iyi bilmenin yanı sıra, yaşamak ve yaşatmak için çaba göstermek zorundayım. İslam’ı tanıma çabasındaki insanların sorularına doğru cevapları verebilecek yahut doğru kaynaklara yönlendirebilecek birikime ulaşmak için gayret etmeliyim. Bu çok önemli, bilmediği noktada bilene sormanın erdemine ulaşmış Müslümanlardan etkilenen Kenneth’in ifadelerine dikkat! “Bilgileri ile kendilerini öne çıkarmaya çalışmayan insanlar vardı. Bazı soruları ise “Bilmiyorum, ama isterseniz bilen birine danışıp size cevabı iletebilirim” şeklinde cevap veriyorlardı. Orta doğu insanının tevazusu beni etkilemişti.” [5]
“İhtida Öyküleri: Nasıl Müslüman Oldum?” bir kez okunup rafa kaldırılacak bir kitap değil. İlk okumadan itibaren her okumada yeni sorular sorduracak, okuyucuyu farklı duygu ve düşüncelere sürükleyecek nitelikte samimi bir çalışma. Ben, beni etkileyen/Allah’ın bana anlamamı nasip etmek istediği tek bir noktasından tutabildim ve okuyuma yansıtmaya çalıştım. Ama biliyorum ki, her okuyan kendi nefsinde ihtiyaç duyduğu çok daha farklı noktaları yakalayacaktır.
[1] 134
[2] 139
[3] 120
[4] 51
[5] 212
yayın : 4 Kasım 10:18