Toplumumuzda “okuma” eylemine vakit ayıran insanlar, hayır işleriyle uğraşanlar, sosyal aktivitelere katılanlar, çocuğuyla vakit geçiren ve faydalı etkinliklerde bulunan anneler ilk önce takdir edilirler ancak uzun sürmez. Bu yüzeysel takdirin hemen ardından aceleyle; “Ne güzel, vaktin var yapıyorsun. Ah vaktim olsa da ben de kitap okusam. Vaktim olsa da ben de çocuğumla birlikte kaliteli zaman geçirsem. Vaktim olsa ben de seminerlere, sohbetlere katılsam, hayır işleriyle uğraşsam…”yakınmaları gelir. Yani hayırlı işler yapan insanların bu işleri vakitlerinin bolluğundan, işlerinin azlığından yaptığı düşünülür.
Biraz daha detaylandırırsak, çocuğunun ihtiyaçlarını önemseyen, onunla birlikte oyun oynayan, eğitici faaliyetlerde bulunan, çocuğunun gelişimi için gerekenleri yerine getiren bir anne toplumun nazarında ‘vakti çok olan anne’ olarak algılanır. Oysa bu anne de diğer anneler gibi, evin sorumluluklarını yerine getiriyor, yani yemek pişiriyor, evini temizliyor ve çocuğun fiziksel bakımını üstleniyor ve hatta belki aynı zamanda çalışıyor veya farklı uğraşlar ediniyordur. Ancak çocuğunun eğitimini tüm bu işlerin önüne geçirdiği için vakit buluyordur. Daha doğrusu vakit bulmak yerine vakit yaratmak için çabalıyordur. Çocuğunun eğitimi, terbiyesi, bedensel ve zihinsel gelişimi için gösterdiği her çabanın ileride kendisine bir ödül olarak döneceğini biliyordur.
Gelelim okumayı, öğrenmeyi sevenlerin durumuna. Okumak, öğrenmek için bol vakti olması gerektiğine inanan/inandırılan insanımız için “okuyan insan” vakti de çok olan insan kategorisindedir. Sanki bu insan, diğer insanların uğraşlarından uzak sırça bir köşkte dertsiz, tasasız yaşamakta ve vakit fazlalığından doğal olarak okumaya yönelmektedir. Benim şimdiye dek gözlemlediğim kadarıyla, çok okuyan, öğrenen ve öğrendiklerini çeşitli yollarla paylaşan insanların hiç de ekstra vakitleri yok, bilakis vakit oluşturmak için uykusuz kalıyor, asla televizyon ve sosyal medya karşısında boş vakit tüketmiyorlar. Çoğu alışverişe, yemek pişirmeye ve yemeye ayırdığı vakti dahi kısıtlıyor.Sırada beklerken, toplu taşıma araçlarında iken her daim yanlarında taşıdıkları kitaplarını açıp, okudukları birkaç satırı dahi kar biliyorlar.
Toplumumuzda “boş adamın boş vakti olmaz.”diye sıkça söylenen bir söz vardır. İşin ilginç tarafı kimse kendini boş adam kategorisine koymuyor. Elindeki cep telefonuna bakıp, Facebook ve Twitter paylaşımlarını okumayı, özetiyle birlikte akşam 8’den gece 12’ye kadar süren televizyon dizilerini izlemeyi, üç dört saat süren kıyafet alışverişini “iş”ten sayıyor. Ne yazık ki, televizyon ve internetin karanlık yüzü insana bir iş yaptığı hissini ustalıkla veriyor. Bir düşünün haftada iki dizi takip eden bir insan özetleri izlemediği varsayılırsa en iyi ihtimalle 6 saatini çöpe atmıyor mu? Bu süreyi dizi yerine roman okumaya ayırsa 200 sayfalık bir romanı bir haftada bitiremez mi? (Dizinin ver(eme)diği ile kitabın insana kattıkları kıyaslanabilir mi?) Bırakın saatleri, dakikaları bile küçümsemeyen insanlar bir şeyleri başarabiliyor. Toplu taşıma araçlarında geçen vakti, otobüs kuyruklarını değerlendirmek lazım. Kitap ve dergi ile olmasa bile, sosyal medyanın kedicikli paylaşımları yerine, bilimsel, sanatsal, siyasi veya dini makaleler cep telefonundan pek ala okunabilir.
Bir de kitapların, dergilerin, kursların velhasıl eğitim ile ilgili vasıtaların pahalı olmasından yakınılır. Evde interneti olmayanı geçelim, cep telefonunda interneti olmayan insan bulmak zorlaşıyor. İnternet demek bilgiye ücretsiz erişmek demek. Yığınla ücretsiz kitabın, derginin, makalenin, kursun, eğitimin olduğu muazzam bir kaynak var elimizin altında. Biz interneti yalnızca sosyal medya için kullanıyorsak sorun bizim tercihimizdedir. Sigaraya, dışarıda yemeye, kılık kıyafete verdiğimiz paraya acımıyor, kitaba dergiye verdiğimiz paraya acıyorsak önem verdiğimiz şeyleri düşünmemiz gerekiyor. Mesele tercihlerimizde bitiyor, vakit veya nakitte değil. Boş vakit denilen kavramı hayatımızdan çıkarıp, zamanı olumlu yönde değerlendirmeyi amaç haline getirmekten başka çare göremiyorum doğrusu.