15 Haziran 2014 Pazar

Sadece vakti olan mı iyi iş yapar?

Toplumumuzda “okuma” eylemine vakit ayıran insanlar, hayır işleriyle uğraşanlar, sosyal aktivitelere katılanlar, çocuğuyla vakit geçiren ve faydalı etkinliklerde bulunan anneler ilk önce takdir edilirler ancak uzun sürmez. Bu yüzeysel takdirin hemen ardından aceleyle; “Ne güzel, vaktin var yapıyorsun. Ah vaktim olsa da ben de kitap okusam. Vaktim olsa da ben de çocuğumla birlikte kaliteli zaman geçirsem. Vaktim olsa ben de seminerlere, sohbetlere katılsam, hayır işleriyle uğraşsam…”yakınmaları gelir. Yani hayırlı işler yapan insanların bu işleri vakitlerinin bolluğundan, işlerinin azlığından yaptığı düşünülür.
Biraz daha detaylandırırsak, çocuğunun ihtiyaçlarını önemseyen, onunla birlikte oyun oynayan, eğitici faaliyetlerde bulunan, çocuğunun gelişimi için gerekenleri yerine getiren bir anne toplumun nazarında ‘vakti çok olan anne’ olarak algılanır. Oysa bu anne de diğer anneler gibi, evin sorumluluklarını yerine getiriyor, yani yemek pişiriyor, evini temizliyor ve çocuğun fiziksel bakımını üstleniyor ve hatta belki aynı zamanda çalışıyor veya farklı uğraşlar ediniyordur. Ancak çocuğunun eğitimini tüm bu işlerin önüne geçirdiği için vakit buluyordur. Daha doğrusu vakit bulmak yerine vakit yaratmak için çabalıyordur. Çocuğunun eğitimi, terbiyesi, bedensel ve zihinsel gelişimi için gösterdiği her çabanın ileride kendisine bir ödül olarak döneceğini biliyordur.
Gelelim okumayı, öğrenmeyi sevenlerin durumuna. Okumak, öğrenmek için bol vakti olması gerektiğine inanan/inandırılan insanımız için “okuyan insan” vakti de çok olan insan kategorisindedir. Sanki bu insan, diğer insanların uğraşlarından uzak sırça bir köşkte dertsiz, tasasız yaşamakta ve vakit fazlalığından doğal olarak okumaya yönelmektedir. Benim şimdiye dek gözlemlediğim kadarıyla, çok okuyan, öğrenen ve öğrendiklerini çeşitli yollarla paylaşan insanların hiç de ekstra vakitleri yok, bilakis vakit oluşturmak için uykusuz kalıyor, asla televizyon ve sosyal medya karşısında boş vakit tüketmiyorlar. Çoğu alışverişe, yemek pişirmeye ve yemeye ayırdığı vakti dahi kısıtlıyor.Sırada beklerken, toplu taşıma araçlarında iken her daim yanlarında taşıdıkları kitaplarını açıp, okudukları birkaç satırı dahi kar biliyorlar.
Toplumumuzda “boş adamın boş vakti olmaz.”diye sıkça söylenen bir söz vardır. İşin ilginç tarafı kimse kendini boş adam kategorisine koymuyor. Elindeki cep telefonuna bakıp, Facebook ve Twitter paylaşımlarını okumayı, özetiyle birlikte akşam 8’den gece 12’ye kadar süren televizyon dizilerini izlemeyi, üç dört saat süren kıyafet alışverişini “iş”ten sayıyor. Ne yazık ki, televizyon ve internetin karanlık yüzü insana bir iş yaptığı hissini ustalıkla veriyor. Bir düşünün haftada iki dizi takip eden bir insan özetleri izlemediği varsayılırsa en iyi ihtimalle 6 saatini çöpe atmıyor mu? Bu süreyi dizi yerine roman okumaya ayırsa 200 sayfalık bir romanı bir haftada bitiremez mi? (Dizinin ver(eme)diği ile kitabın insana kattıkları kıyaslanabilir mi?) Bırakın saatleri, dakikaları bile küçümsemeyen insanlar bir şeyleri başarabiliyor. Toplu taşıma araçlarında geçen vakti, otobüs kuyruklarını değerlendirmek lazım. Kitap ve dergi ile olmasa bile, sosyal medyanın kedicikli paylaşımları yerine, bilimsel, sanatsal, siyasi veya dini makaleler cep telefonundan pek ala okunabilir.
Bir de kitapların, dergilerin, kursların velhasıl eğitim ile ilgili vasıtaların pahalı olmasından yakınılır. Evde interneti olmayanı geçelim, cep telefonunda interneti olmayan insan bulmak zorlaşıyor. İnternet demek bilgiye ücretsiz erişmek demek. Yığınla ücretsiz kitabın, derginin, makalenin, kursun, eğitimin olduğu muazzam bir kaynak var elimizin altında. Biz interneti yalnızca sosyal medya için kullanıyorsak sorun bizim tercihimizdedir. Sigaraya, dışarıda yemeye, kılık kıyafete verdiğimiz paraya acımıyor, kitaba dergiye verdiğimiz paraya acıyorsak önem verdiğimiz şeyleri düşünmemiz gerekiyor. Mesele tercihlerimizde bitiyor, vakit veya nakitte değil. Boş vakit denilen kavramı hayatımızdan çıkarıp, zamanı olumlu yönde değerlendirmeyi amaç haline getirmekten başka çare göremiyorum doğrusu.

Çocuğunuzu nasıl alırdınız?

Bundan yirmi otuz yıl öncesinin çocuklarını düşünüyorum, doğal olarak kendi çocukluğumu da. Okula gitmek, derslerimizi yapmak, kardeşlerimizle ve arkadaşlarımızla kavga etmeden oynamak dışında üzerimize yüklenen bir sorumluluk yoktu. Okul dışında bir kursa gitmek, eve özel öğretmenin gelmesi, yazları yüzmeye, binicilik kursuna, enstrüman kursuna gitmek pek az çocuğa nasip olurdu. Anne babalarımız gelecekte olmak istediğimiz mesleklere sözlü olarak müdahale etseler de yani kızım doktor, oğlum mühendis olacak gibi temennilerde bulunsalar da, bu temennilerinin gerçekleşmesi için hayatlarımızı çok erken dönemlerde şekillendirmeye çalış(a)mazlardı.
Bugün çocuklarımızın ulaşabildiği imkânlar o kadar fazla, o kadar kolay ulaşılabilir ki, kendimi bildim bileli bir müzik aletini iyi derecede çalabilmeyi isteyen bir insan olarak bir yanım imrenmiyor desem yalan olur. Ancak şimdi de abartılan, dozu fazla kaçan bir şeyler var. Günümüz ebeveynleri çocuklarının kaliteli vakit geçirmesinden, eğlenmesinden ziyade küçük yaşta kendi geleceğine yatırım yapmasını tercih ediyor. Onlara ne kadar çok yetenek, ne kadar çok bilgi yüklerse o kadar başarılı bireyler olacaklarını düşünüyor. Şimdi ve gelecekteki hayatlarını, mesleklerini, uğraşlarını ebeveynler bizzat kendileri tayin etmeye çalışıyor.
“Öyle babalar vardır ki oğulları daha dört yaşında iken ona basketbol atışını öğretir ve oğlan Küçükler Ligine katılmazsa ona kendisini kötü hissettirecek derecede baskı yaparlar. Kimi insanlarsa çocukları doğru okul arkadaşları edinebilsin diye başka semtlere başka evlere taşınırlar. Şimdiye kadar hiçbir diktatör bir modern ebeveyn kadar ayrıntılarda hassasiyet göstererek kıstaslarını dayatmaya kalkmamıştır.”(1)
Çocukluk döneminde yaşananları, o dönemde verilen eğitimi yeterince önemsemeyen, çocuğu başıboş bırakan bir anlayışı eleştirirken, bir başka aşırı uca yani çocukluk döneminde çocuğu haddinden fazla bunaltmaya, yüklenmeye doğru mu gidiyoruz? Çocuklara ilgi duymadığı halde dayatılan bir hobiden doğru ve faydalı sonuçlar beklemeye hakkımız var mı? Spora yeteneği olan bir çocuğu futboldan men edip, zorla matematik dersleri aldırmak veya harika resimler yapan bir çocuğu kompozisyon yazmaya zorlamak ne kadar başarıyla neticelenir? (Öğretmenlerin de bu konuda hırslarını yabana atmayalım. Çocuklarımızı sadece bireyler olarak değil kurumlar olarak da bunaltıyoruz.)
Yakın gelecek çok daha ürkütücü olabilir. Çocuklarımızı sahip olmadıkları yetenekleri edinmeye, merak etmedikleri eğitimleri almaya zorlamamız gelecekte karşılaşacaklarımıza kıyasla masum kalabilir.
“Tablo şu: Yıl 2016. Genç bir çift doktor muayenehanesinin kapısı önünde oturuyor. Yapmak istediklerinin yasal olmadığını bildikleri halde, buna çoktan karar vermiş durumdalar. İstedikleri şey ileride çok iyi bir atlet olması için henüz embriyo durumundaki çocuklarına bir şampiyonun patentli genlerinden enjekte edilmesidir.” (2)
Çok mu ütopik dersiniz? “İnsan genomu projesi ilk kez önerildiğinde eleştirmenler projenin 10.000 yıl alabileceğini söylemişlerdi. Projeyi destekleyenler ise onun 2010’a kadar gerçekleşeceğine inanıyordu. Oysa proje 2000 yılında tamamlandı, çünkü DNA tarama teknolojisi iki kat hızlı ilerledi.” (3)
İnsanoğlu başarıya bu denli kilitlenmişken, sadece kendi hayatını kontrol etmekle kalmayıp çocukların hayatlarını da en ince detayına kadar kontrol etmeyi amaçlarken genetik müdahalelere soğuk bakacağımızı düşünmüyorum doğrusu. Anne babalara hangi özelliklere sahip bir çocuk istediklerinin sorulacağı yıllar çok uzak olmasa gerek. Belki de bize düşen bütçemize göre özellik seçmek olacak. Zeki bir çocuk, müzik yeteneği olan bir çocuk, özgüveni yüksek, hırslı, iyi bir sporcu?
Daha da vahimi teknoloji ilerledikçe çocuklara yüklenen özellikler de artacak. İki yıl önce aldığınız cep telefonunu bir düşünün, bir de yeni çıkan modelleri. Her yeni doğan çocuk bir önceki yılın(belki de ayın, haftanın) çocuklarından daha fazla özellikle donanmış olma şansına ulaşacak. Elde, yeni çocuklardaki yeteneklere bakıp iç geçiren mutsuz ebeveynler ve çocuklar kalacak.
Çocuk genlerine enjekte edilen özelliklerden ötürü başarılı ve yetenekli olduğunda bu onu mutlu edecek mi? Bu kadar çok sorunlu ve mutsuz çocukları, doğal olarak da geleceğin bireyleri ne yapacağız?
Sıradan bireylerin hayatında şimdilik önemli bir yer tutmuyor olsa da, daha çok tedavi bağlamında değerlendirilse de “genetik müdahale” ile ilgili tartışmaların tam ortasına düşmemiz için uzun yıllar beklememize gerek kalmayacak gibi.
(1)Yeter! Genetik Müdahale ve İnsan Doğasının Sonu/Bill McKibben Açılım Kitap syf 86-87
(2) Michael Butcher ‘Gelecek: Genetik Olarak Tasarlanmış Sporcular’ Guardian Aralık 15 1999
(3) Ray Kurzweil Hızlandırılmış Yaşam Pc Magazine Eylül 4 2001

Kuran günü mü yemek günü mü belli değil ise

Kuran günü mü yemek günü mü belli değil ise

 Sare Şanlı
Türk hanımlarının ikram konusundaki abartılı tutumlarına takındığım tavır belli. Zaman zaman bu tavrımın kendi beceriksizliğimden kaynaklanıp kaynaklanmadığını sorgulamıyor değilim. Hiçbir zaman bir tabağa on çeşit sığdırmayı başaramadım. Ancak bunu da kendime dert edinmedim. Evime gelen konuğumun karnını da bir şekilde doyurdum, ihtiyacı ne ise elimden geldiği ölçüde tedarik ettim, o ayrı.
İtirazım; sohbetlerimiz, muhabbetlerimiz ve ilişkilerimiz için bir vesile olması gereken ikramın, asıl maksat haline dönüşmesi. Bir fincan kahveyi, bir tabak yemeği bahane ederek sevdiklerimizi görmekten ve onlarla hasbıhal etmekten ziyade, maharetlerimizi sergileme şölenine dönüştürdüğümüz ev ziyaretlerini yeniden gözden geçirme vaktinin çoktan geldiğini düşünüyorum. Dostlarımızı, akrabalarımızı, sevdiklerimizi ve hatta sevmediklerimizi evimizdeki sofralarda ağırlamak ve evde bulunan yiyeceklerin güzellerinden, tazelerinden ikramda bulunup misafirimize kıymet vermek eleştirilecek bir durum değil iken, hanımların kendisini bu uğurda haddinden fazla sıkıntıya sokması ve ikramda bulunmanın kadın cinsi arasında bir ‘rekabet meselesi’ haline dönüşmesi güzel bir hasleti olumsuz bir zemine taşıyor ne yazık ki.
Bebek mevlitleri, yeni ev alınınca yapılan ev okumaları ve en tuhafı da hanımların kendi aralarındaki Kur’an günlerini bir düşünelim. Halis niyetlerle yola çıkıldığı kesin, bebeğin eve gelişini Kur’an ziyafeti ve dualarla kutlamak son derece faziletli bir gelenek. Ancak bir de yapılan ikrama, yiyecek hazırlığına bakalım. Yeni doğum yapmış annenin ve hem anneye hem bebeğe bakmaktan yorulmuş akrabaların eve gelen otuz kırk kişiye güzel ikramda bulunacağım diye canhıraş yaptığı hazırlık ve koşuşturmaya doğru diyebilir miyiz?
Peki, hanımların Allah’ın kelamını, peygamberin sünnetini okumak ve öğrenmek üzere toplanmasında, hiç olmazsa haftada bir kez vahiyle muhatap olmasında ne gibi bir sorun olabilir? Oluyor maalesef. Anlamıyla okumayı, tefekkür etmeyi bir yana bırakın, lafzını kaç kişi dinliyor? Çoğu hanım, sıra biran önce ikram faslına geçsin diye börek çöreklerin hayalini kuruyor. Zira alışmışız, yemeden içmeden toplanamıyoruz, aç karnına Kur’an’ı anlayamıyoruz. Hatta daha ileri gideceğim, Kur’an’ı yemekli toplantılarımıza alet ediyoruz. Farkında değiliz, Hayat Rehberimizi alışkanlıklardan mütevellit lafzıyla okuyor ve okutturuyoruz. Yeni ev alınca, bebeğimiz doğunca, oğlumuz sünnet olunca, haftalık gün partilerimizde Kur’an okutunca üzerimizdeki yükü atmış oluyoruz.
Kur’an’ın bir gelenekten ötürü okunmasını atmışını aşmış bir teyzeye anlatmak belki zor, ancak tahsilli genç insanımızda da aynı hastalıklı düşünceler var ise acilen önlem lazım.Kur’an ve hadislerden ala ikram, onlardan ala ziyafet olmaz! Hanımların bu konuda ikramı en asgarisinden tutarak gönülleri, ruhları ve akılları beslemeye yönelmesi gerekli. Kimse birbirinin Kur’an toplantısına doksan kilometrelik mesafeden gelmiyor, dolayısıyla herkes evinde karnını doyurabilir. Ev sahibi de bir içecek yahut sadece bir tatlı, lokum, meyve vb tek bir çeşit yiyecek ikram ederek ve ikram faslını hızlıca geçerek asıl olan Kur’an ve hadis ikramıyla misafirlerini ağırlayabilir. Nitekim uygun olan ve asıl yaygınlaştırılması gereken de budur. Böylece kısa tutulabilen ziyaretler sayesinde ev sahibi de zahmetten kurtulur, misafirlere hayırlı işlerini devam ettirmek için vakit kalır.
Ne kadar yazılsa, söylense de, gelen misafirlerin mükellef sofra beklentileri yüzünden bu alışkanlığımızın kolay kolay kalkamayacağını biliyorum. Ancak birileri, bazı olumlu eylemlerin öncüsü olmak adına elini taşın altına koyacak, insanlar eleştirse de, garip bulsa da, Rablerinin rızasını kazanmak ve kendinden sonra gelen nesillere doğru bir örnek oluşturmak ve ‘kolaylaştırmak’ adına kendini kurban verecek. 
yayın : 26 Mayıs 10:19

* Her yazarın yazısı ancak kendini bağlar. Yazıyla ilgili hukuki sorumluluk yazara aittir. Sitede yayınlanan hiçbir yazı sitenin “genel görüşü”nü yansıtmaz ve ony5irmi5 hukuki olarak sorumlu tutulamaz.

YERİME SEN ÖL

Yerime sen öl

 Sare Şanlı
Film tavsiyelerini de kitap tavsiyeleri kadar önemserim. Bazen bir film, akıllardan yıllarca silinmeyecek sahneleri ve replikleriyle bir kitabın uyandırdığı etkiden çok daha fazlasını bırakabilir. Nazife Şişman’ın Yeni İnsan isimli kitabında yer verdiği filmlerden Never Let Me Go( Beni Asla Bırakma) yakınlarıma tavsiye edebileceğim bir film.
Sinema açısından değerlendirme yapabilecek donanıma sahip değilim. Hızlı ve akıcı filmlere alışkınsanız, muhtemelen ilk yarım saati zor geçireceksiniz, cevaplanmamış çok fazla soru bulacaksınız, eleştireceksiniz. Ancak işlenen konuya odaklanabilirseniz, benim gibi birkaç defa izleyecek ve filmin eleştirilerini okumaktan zevk alacaksınız.
Film gelecekte insanların yüz elli yaşına kadar yaşayabileceği ancak bunun da işlevini kaybeden organların yeni organlarla değiştirilmesiyle mümkün olacağı tahmininden yola çıkıyor. Değiştirilecek olan organlar ise özel olarak klonlanmış ve çocukluklarını bir yetimhanede dış dünyayla bağlantıları tamamen kesilmiş halde geçiren, 18 yaşına ulaştıklarında özenle korudukları organlarını klonlandıkları şahıslara vermekle yükümlü olan ‘’kopyalara!’’ ait. Gözlerini sınırlanmış dünyalarına, bir yuva sıcaklığından çok uzakta, soğuk bir yetimhanede açan çocuklar, bulundukları yetimhane dışında hiçbir yer görmeden dışarıdaki dünya hakkında hiçbir bilgi edinmeden ve büyüdüklerinde belli başlı organlarını bağışlamak göreviyle yükümlü olduklarının bilinciyle yaşıyorlar. Yaşamlarının en fazla kırk yıl süreceğini biliyor ve bunu kabulleniyorlar. İşin ilginç kısmı da bu; büyüdüklerinde organlarını bağışlamaya ve bağışladıkları her organla ölüme bir adım daha yaklaşmaya hiçbir şekilde itiraz etmiyorlar. Çünkü başka bir hayatlarının olabileceğini akıllarına dahi getiremeyecek şekilde eğitiliyorlar, hayal kurmalarına dahi izin verilmiyor. Onlar klonlandıkları insanları daha uzun süre yaşatma görevlerini “tamamlayınca” bu dünyadan ayrılacaklarını bilerek ve kabullenerek yaşıyorlar.
“Bilim kurgu filmleri sadece film değildir. Biyoteknolojideki gelişmeleri belli bir dünya görüşünün parçası olarak normalleştirici bir işlev görürler. Aslında romanlar, filmler, bilgisayar oyunları, çizgi filmler insanları er geç karşılaşacakları bu olağanüstü gelişmelere hazırlar. Bu filmler hem halkı eğitir hem de biyoteknolojik gelişmeleri meşrulaştırıp kabullenilebilir hale getirir.” (1)
Filmdeki kurgunun yakın bir gelecekte karşımıza çıkıp çıkmayacağını bilemeyiz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, tüm bu anlatılanlar farklı bir boyutuyla dünyamızda zaten yaşanıyor. Gelişmemiş ülkelerdeki yoksul insanların medikal araştırmalar için kobay olarak kullanıldığı gerçeğiyle yıllardır iç içe yaşıyoruz. Beyaz ve üstün! Batı ırkının daha uzun ve daha sağlıklı yaşayabilmesi için üretilen ilaçlar ilk önce emperyalizm şairi Rudyard Kipling’in “yarı çocuk, yarı şeytan” dediği insancıklar üzerinde deneniyor. Bu insanların ölümcül hastalıklarla yüzleşmek zorunda kalması ise kimsenin umurunda değil.(2) Nasıl ki beyaz efendilerini rahat ettirmek için en tehlikeli işlerde çalışmak zorunda bırakılan modern köleler ‘köle’ olduklarının farkında değilse, kobay insanlar da üzerlerinde denenen ilaçların, tedavi yöntemlerinin ne denli tehlikeli olduğunun farkında değil. Çünkü onlar başka bir hayat yaşayabileceklerine ve bir seçim şanslarının olduğuna inanmıyor.  Onların da hayalleri ellerinden alınıyor. (Tıpkı Soma’daki maden işçileri gibi.)
Organ mafyasının savaş mağdurları, yoksul ülkelerin savunmasız insanları, yetim çocuklar ve “klon” gözüyle bakılan daha nice insan üzerinden yürüttüğü kirli ticaret de yine beyaz efendilere hizmet etme amacını taşıyor. Üstelik filmdekinin aksine bu insanların yirmili yaşlara ulaşması dahi beklenmiyor. İmtiyazlı dünyanın sakinleri, nasılsa yaşadıkları takdirde de çeşitli hastalıklar, iç savaşlar, terör nedeniyle hayatlarını kaybedecek olan bu insanların organları yüzünden öldürülmesini haksızlık olarak değerlenmiyor. Uzun ve kaliteli bir yaşam sürebilmek adına ‘daha az önemli’ insanların kısacık hayatlar yaşaması normal kabul ediliyor.
Filmin son sahnesinde Kathy’nin organlarını bağışlamadan önce söylediği şu cümleler hayata, hayatlarımıza dair çok şey söylüyor: “Bizim hayatımızın kurtardığımız hayatlardan pek de farklı olduğunu düşünmüyorum. Hepimiz görevimizi tamamlıyoruz. Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ve yeterli zamanımız kalıp kalmadığını hissedemiyoruz.”

  1. Yeni İnsan /Nazife Şişman Timaş yayınları
  2. http://newsrescue.com/africans-used-guinea-pigs-risky-big-pharma-drug-trials/#axzz2xukw8fpB
*Soma’da yaşanan facia hakkında çok şey yazıldı ve elbette yazılacak. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı ve duyguları ifade etmekte zorlandığımız bu günlerde ben, kısa hayatları maden ocağının karanlığında son bulan ve aslında dünyadaki mevcut sistemlerin, adaletsizliğin kurbanı olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ise sabır diliyorum.
yayın : 19 Mayıs 11:22

* Her yazarın yazısı ancak kendini bağlar. Yazıyla ilgili hukuki sorumluluk yazara aittir. Sitede yayınlanan hiçbir yazı sitenin “genel görüşü”nü yansıtmaz ve ony5irmi5 hukuki olarak sorumlu tutulamaz.