26 Şubat 2013 Salı

RÜYALARA SAHİP ÇIKIN


Rüyalara sahip çıkmak


etiketler: sare şanlı rüya
Rüyalarınız üzerinde hiç düşündünüz mü yada çok ilginç rüyalar görebiliyor musunuz? Peki televizyon, internet ve görselliğin etrafımızı büsbütün kuşatmış olması rüyalarımızı etkileyebileceği üzerinde kafa yordunuz mu?
Televizyonla çok geç tanışmış insanlara rüyalarını sordum. Geçmiş zamanlarda insanların birbirlerine gördükleri rüyaları anlattıklarını, rüyaları üzerinde konuştuklarını ve rüyalara kıymet verdiklerini, yorumlamaya, bir anlam yüklemeye çalıştıklarını gözlemledim. Eskiden çok ilginç, canlı ve unutulmayan rüyalar gördüklerini, ama şimdi rüyalarının kendilerini rahatsız ettiğini ve çoğunlukla hatırlamadıklarını söylüyorlar.
Dundee Üniversitesinden Eva Murzyn isimli bir araştırmacı-psikolog, yaptığı araştırmaların çok ilginç sonuçlara ulaştığını söylüyor. Murzyn’e göre rüyalarımızı çocukluğumuzda izlediğimiz filmler şekillendiriyor. Rüya görmeye 3-10 yaşları arasında başlarız. Çocukken siyah beyaz televizyon izlemiş deneklerin rüyaları da genellikle siyah beyaz oluyor ve bu durum büyüdüklerinde dahi devam ediyor. Televizyon ve filmlere baktığımızda onların bazen ne kadar doğal, bazen ilginç, bazen rüya gibi olduklarını görürüz. Kendimiz rüyaya daldığımızda da ekranda gördüklerimizi kopyalarız.
Televizyon ve internetin bizden çaldığı vakit sayesinde uykumuzu alamıyoruz ki rüya görebilelim. Ama gördüğümüz zamanlarda da izlediğimiz filmlerden, dizilerden, her tür görsel veriden kopya çekmemiz ilginç doğrusu.
Sorgulamayı, üretmeyi ve yaratıcılığı olumsuz etkileyen televizyonun insanı bedenen ve zihnen pasifleştirmesinin sonuçlarından biri de rüyaların renksizleşmesi, soluklaşması ve sıradanlaşması. Rüyalarımız filmler kadar canlı olmadığından olsa gerek“rüyalardaki gibi” deyiminin yerini “filmlerdeki gibi” deyimi alıyor. Zaten zihin görmediği, bilmediği bir şeyin rüyasını göremez. Televizyon bize hep aynı rüyaları gösterip duruyor. Rüyalarımız dahi, birileri tarafından planlanmış oluyor böylece. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz?
Doktora tezleri için Konya köylerinde dolaşan Kaliforniyalı bir çift, köylülerle konuşarak rüyalarını toplamışlar. Michigan üniversitesi çağdaş sanat ve antropoloji bölümü dünya çapında bir rüya arşivi geliştirmek için çeşitli ülkelerden seçtikleri köylerde ilk çalışmalarına başlamışlar. ABD’de üniversiteler hangi araştırma için kimden ne kadar para aldıklarını bildirmek zorundalar. Böylece rüya projesini destekleyenler arasında Microsoft, IBM,Warner Brothers, Disney, Sony ve Benetton’un olduğu biliniyor. Bu firmalar yoksul halkların rüyalarını toplamak için milyarlar harcıyorlar. Arşivde şimdiye kadar bir milyona yakın rüya birikmiş. Rüya başına yüz dolar civarında telif ücreti ödeniyor. Projenin arkasında dünyanın çok uluslu şirketlerinin varlığı yeni bir sanayinin kurulmakta olduğunun habercisi mi?(1)
Demek ki birileri üçüncü dünya ülkelerinin insanlarının temiz bilinçaltı yaratıcılıklarını sömürmek niyetinde. Zira onların bilinçaltı yoksulluktan kaynaklanan müthiş bir yaratıcılıkla dolu olsa gerek. Üstelik modern kent insanı kadar televizyon, internet vb araçlara da daha az maruz kaldıklarından rüyaları yapay olan hiçbir şeyden etkilenmiyor, gördüklerini doğadan aldığından her biri eşsiz.
Rüyalara sahip çıkmak gerek. Çünkü rüya iç iletişimimizi yani ruhumuzla olan iletişimimizi sağlar. Ruhumuzu da tıpkı bedenimiz gibi maddiyatla, dünyevi arzularla, sahte duygularla doldurur ve gerçek olanla beslemezsek bilinçaltımızın olumlu şekillenmesini bekleyemeyiz. Bilinçaltımızdaki olumsuzluklar da rüyalarımızı kirletecektir.
“Kısa bir süre de olsa dünyayı gören, ancak daha sonra görme duygusunu herhangi bir nedenle yitirenlerin bir süre daha rüya görmeyi sürdürdükleri bilinir. Ancak bu kişiler gün gelir rüya göremez olurlar. Rüyalar körleri yavaş yavaş terk eder. Beynin kıvrımlarından bütün görüntüler teker teker yok olup gider. Ebedi bir karanlık, bu da ikinci körlük.”(2)
Körlerin rüyalarının yok olması gibi, biz görenler de rüyalarımızı kirleterek kaybediyoruz.  Kendimizi teknolojinin dayattığı rüyalara mahkum ediyor, ruhumuzla olan iletişimimizi kirletiyoruz.
Hepimiz “Amerikan rüyası” görmeye programlandık. O rüyayı gerçekleştirmek için tüketimin batağına saplandık. Bize sunulan her şeyi bu denli kolay kabullenmemiz, dünyaca aynı alışkanlıklara, aynı hedeflere, aynı düşünce biçimine sahip olmamızın bu kadar kolay olmasının yolu rüyalarımızı teslim etmemizle başladı belki de. Üretkenliğimizi yitirmemiz, tepkisizliğimiz, duyarsızlığımız bu yüzden.
 (1)*(2)(Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi)
Son Güncelleme Dün | 11:17

19 Şubat 2013 Salı

SAĞLIKLI BESLENME HASTALIĞI


Sağlıklı beslenme hastalığımız


etiketler: sare şanlı sağlıklı beslenme
Sağlıklı beslenme ve sağlıklı yaşam konusu hemen hemen her ortamda en çok konuşulan konulardan biri oldu. İyi kötü herkes bu konuda yorum yapıyor. Hangi gıda faydalı, hangisi zararlı, hangi bitki hangi oranda tüketilmeli, şu hastalığa hangi gıda iyi geliyor, öbürüne hangi diyet fayda ediyor vb derken konuşacak epey malzeme çıkıyor. İnsan yemek yemeyi değil de beslenmeyi öğrenmeli sloganıyla, sağlıklı beslenmenin altın kurallarıyla her yerde karşılaşıyoruz.
İşin ilginç yanı, sağlıklı beslenme ile ilgili az buçuk bir şeyler okuyan yahut dinleyen bazı insanlar, kendilerini uzman varsayıp, bu uzmanlıklarından herkesi faydalandırmayı bir görev addediyorlar.
Üstelik bu sağlık uzmanları her yerdeler. Bazen bir akraba ziyaretinde, bazen bir arkadaş toplantısında karşılaşabileceğiniz gibi, parkta çocuğunuzu oynatırken, hastanede sıra beklerken, markette alışveriş yaparken bile onlara rastlayabilirsiniz.Son derece iyi niyetli olabilirler, öğrendikleri kıymetli bilgileri sevdikleriyle paylaşmanın dayanılmaz heyecanı içinde de olabilirler. Ama neden karşılarındaki insanı dünyadan haberi olmayan, kötü beslenen, sağlıksız bir varlık varsayıp başlarlar domatesi pişirmeden tüketmek, yoğurdu evde mayalamak,himalaya tuzu kullanmak gerektiğine?(Bunların bir de küçük çocuklu annelere musallat olan versiyonları var ki, onlar başka bir yazının konusu!)
Bir yanım bu hadsizliklere kızsa da, bir yanım mazur gör diyor. Çünkü hemen her kanalın sabah kuşağında doktorlar ve diğer uzmanlarla birlikte yapılan sağlık dolu programlar, halkımızda“bilinçli beslenme takıntısı” oluşturuyor. Benzer vazifeyi internet de üstlenmiş durumda. Haber sitelerinin en çok tıklanan haberleri sağlıklı beslenme etiketli. Brokolinin faydaları, en faydalı on besin, şekerdeki tehlike vs. Üstelik bir uzmanın dediği diğer uzmanın dediğini tutmayabiliyor. Birinin tüketin, faydalıdır dediğine diğeri uzak durmak lazım diyebiliyor.
Buradan sağlıklı beslenmeye karşı olduğumu çıkarmayın. Günümüzde katkı maddeli birçok ürünün olduğu, tükettiğimiz sebze meyvenin doğal olmadığı, et ve tavuk tüketirken güven sorunu yaşadığımız gerçeğini kabul etmemek imkansız. Ama işi takıntı haline getirip, hayatın merkezine nasıl sağlıklı beslenirim sorusunu ve çözüm yollarını yerleştirmeyi mantıksız buluyorum. Sırf uzmanlar brokoli ve Brüksel lahanası gibi kültürümüzde olmayan, ülkemizde yetişmeyen (aynı zamanda lezzetsiz!) gıdalara faydalı diyor diye, her öğünde bunları tüketme çabasına anlam veremiyorum.
Sağlıklı besleneceğim diye verilen mücadele daha fazla strese yol açıyor sanki. Evde yoğurt mayalamak için sütü sütçüden almak zorundasınız, ama acaba sütçü ne kadar dürüst, inek ne kadar faydalı otla besleniyor? Organik ürün pazarından aldığınız sebze meyve gerçekte ne kadar organik? Uzmanların bugün tüketin dediği bir ürün, yarın zararlı kategorisine alındığında ne yapacağız?
Dikkatli düşünürsek sağlıklı beslenmenin bir endüstri haline geldiğini görürüz. Kan grubunuza göre beslenme, burcunuza göre diyet gibi medyatik beslenme önerileride bunun kanıtı.
Toplumca bir “sağlıklı beslenme hastalığına” tutulduk gidiyoruz. Üstelik öyle bir hastalık, hayli bulaşıcı. Televizyon ve internetin sorgulanamaz oluşu, sundukları her bilginin kabul görüşü ve hastalığı taşıyıcıların bu illeti bulaştırmak için özel bir çaba sarf etmeleri sonucu durum salgın halini alacak diye korkuyorum doğrusu.
Peygamberin sünnetinden uzaklaşmakla bağışıklık sistemimizi de zayıflattık. Sofradan doymadan kalkmak gerektiğini, nefsi terbiye etmenin yollarından birinin mideye hükmetmek olduğunu unuttuk. Öyle ki, Ademoğlunun midesinden daha şerli bir kap daha doldurmadığını buyurur Resul. İnsana belini doğrulatacak kadar yiyecek yeter diyen peygamberin ümmeti olarak, midesinin kulu olanlar seviyesine düşmemiz ne kadar acı.
Son Güncelleme Dün | 12:42

11 Şubat 2013 Pazartesi

ANNELERİN ÇALIŞMA ÖZLEMİ

ANNELERİN ÇALIŞMA ÖZLEMİ

Yoğun bir çalışma hayatından sonra doğum iznine ayrılan annenin bebeğiyle birlikte evde yaşamaya alışması kolay bir süreç değildir. Hele yakınında annesi, yakın akrabası yahut güvendiği bir kimse yoksa, anne ve bebek bunaltıcı bir yalnızlık girdabı içinde sürüklenebilir.

Öyle ya, bebek öncesi özgürce gezip tozan, bir sosyal hayatı olan, iş hayatında bulunmaktan keyif alan, daha çok kendine odaklı yaşayan ve kendi başına karar alan anne için çok şey değişmiştir hayatında. Artık yeni gündeminde bebeği ve onun sorunları vardır. Gideceği yerler sınırlanır, günler ev ve park arasında geçer. Kendisi için yaptığı şeyler her geçen gün azalır.
Anne, bebek öncesi iş hayatında ne kadar yoğunsa bebek sonrası bu sosyal çevreden kopmanın üzüntüsünü de o kadar yoğun yaşar. Arkadaşları çalıştığı için onlarla görüşmekte zorlanır. Yeni çevresi kendisi gibi küçük bebekli annelerden oluşur, onlarla görüşmek için de, çocukların uyku ve yemek saatlerini hesaplamak zorunda kalır.


Meslek hayatında üretken olan, durmadan kendini geliştiren, tüm yenilikleri takip eden anne, bebeği olduktan sonra üreticiliğini yitirdiği ve ilerlemek şöyle dursun mesleki anlamda gerilediği için ıstırap çeker. Kimi anneler, iş hayatından uzaklaşmayı evde yapmayı özlediği bir takım çalışmalarla buluşmak için bir fırsat olarak algılayabilir. Kişisel okumalarını tamamlayabilir, hobileriyle uğraşabilir, vaktiyle fırsat bulamadığı her ne varsa onunla meşgul olabilir. Ama evde yapılabilecek aktiviteler noktasında her annenin aynı kapasiteye ve ilgiye sahip olmadığı gerçeğini göz önünde bulundurursak, birçok anne için çalışma hayatından uzak kalmak ciddi bir depresyon sebebi olabilir.


Lakin çalışma koşulları da annenin içine sinecek gibi değildir. Sabahın erken saatlerinde uykusunu alamamış bir vaziyette kalkıp, önce çocuğunu hazırlayıp, sonra aceleyle kendi giyinen anne çocuğu bakıcıya/yuvaya/kreşe bırakma görevini üstlenmek zorunda kalacaktır. 10-12 saat süren mesai saatleri sonunda, çocuğu emanet ettiği yerden alıp, evin yolunu tutan anne, alışverişi de yapıp eve geldiğinde ne yazık ki, yemeği önünde hazır, evi tertemiz ve derli toplu bulamayacak, çocuk tüm gün göremediği annesinden ilgi bekleyecek ve anne akşamın dar vaktinde tüm bunları bir arada yapmaya mecbur olacaktır. Günlük rutinin zorluğu bir yana, çocuk hastalandığında işten izin almak, aynı zamanda bir evlat, kardeş, arkadaş, gelin ve en önemlisi eş olmak da kolay olmayacaktır.


Tüm bunları bir arada ustalıkla kotarabilen(?)* nice kadının olması, çalışan annelerin takdir edilip, çalışmayan annelerin garipsendiği ve hatta küçümsendiği bir zamanda annenin bir karar vermesi hayli zordur. Ya çalışma hayatına geri dönüp, yorulmayı, bir tarafı inşa ederken diğer tarafı elinde olmadan yıkmayı göze alacak, yada çocuğunu bizzat büyütmenin verdiği keyifle yetinip, çalışma hayatı dışındaki farklı alternatiflere başvuracak.


Keşke hem çocuğuyla daha çok vakit geçirmek isteyen hem de çalışma hayatında aktif rol alıp, kendini geliştirdiği gibi çok daha fazla sayıda insana fayda sağlayabilecek annelere imkanlar sunulsa. Doğum izninin uzatılmasındansa, annelerin mesai saatleri daha kısa tutulsa. (En fazla 6 saat, yada haftada en çok 3 iş günü gibi) İşlerine gitmeden önce çocuklarıyla birlikte kahvaltı yapabilseler, akşam vakti değil de daha erken saatlerde eve gelip, aceleyle yemek yapma telaşına düşmeseler. Daha az yorulup, hem iş hayatında hem aile hayatında daha verimli olabilseler. Yahut iş yerinde kreş imkanı sunulsa, anne ve çocuğun servisle ulaşımları da sağlansa.


Ciddi anlamda birikim sahibi annelerin birikiminden iş hayatında yararlanmak için ve toplumun en temek yapı taşı olan aileyi kutsallaştırmak ve onun varlığını beslemek için çalışma koşullarının daha insanca daha “annece” ve daha “çocukça”  düzenlenmesine ihtiyaç duyduğumuz aşikar. İnşallah daha mutlu ve daha az yorgun çalışan anneler ve annesine doya doya büyüyen çocuklar göreceğimiz günler çok uzağımızda değildir.


*Mevcut mesai sisteminde çalışan bir annenin, hem iyi bir çalışan, hem iyi bir anne, ev hanımı, arkadaş, eş, akraba vs olacağına inanmadığım için bir soru işareti kullandım burada. Zira anne gençlikte her şeyi bir arada yapabildiğini düşünse de ilerleyen yıllarda ne kadar yıprandığını, yorulduğunu ve aslında bir şeyleri kaybettiğini anlayacaktır. En azından benim etrafımda böyle yığınla hikaye var.

sareyildiz@gmail.com
Sare Şanlı


2013-02-10 16:06:15

KAMU SPOTU ÖNERİLERİ


Kamu spotu önerileri


etiketler: sare şanlı kamu spotu
Japonya’nın nüfusu yüz milyonun üzerinde. Fakat Japonya’daki avukat sayısı ABD’nin Washington eyaletindeki avukat sayısının ancak yarısı kadardır. Bunun sebebi sorulduğunda bir Japon yetkili şöyle cevap verir: Bir atış poligonunun arkasında durduğu için yaralanan bir Amerikalı hemen mahkemeye koşar. Oysa aynı durumdaki bir Japon orada durmaması gerektiğini bu yüzden hatanın kendisinde olduğunu düşünür.
Bu paragrafı, üniversite giriş sınavları sorularından alıntılamıştım not defterime. Her okuduğumda kendime şu soruları sormadan edemem: Bir toplumun topyekûn bilinçli davranışlar geliştirebilmesinin sebepleri nelerdir? İnsanlar kendilerine duydukları özsaygının yanı sıra birbirlerinin haklarına saygı duymayı nasıl başarabilirler? Toplum içinde dengeli ve olumlu tavırlar sergilemeyi bir alışkanlık haline nasıl getirebilirler? Bireylerin empati duygusu, birlikte ve uyum içinde yaşama kabiliyetleri nasıl geliştirilebilir?
Acaba televizyonda ara ara çıkan kamu spotları sorduğum soruların cevaplarından biri olabilir mi? Hani emniyet kemerini takmanın gerekliliğinden tutun, sigara kullanmanın zararlarına kadar çeşitli alanlarda olumlu ve yapıcı mesajlar veren küçük bilgilendirme spotları. Bu konuda gayet iyimserim. Mademki, Türk insanı televizyon izlemeyi seviyor, izlediklerinden etkileniyor, neden olumlu mesajlarla toplum daha ileriye ve daha iyiye taşınmasın?
Belki daha çeşitli, daha toplumsal konuları işleyen kamu spotlarının çekilmesi ve yayınlanması insan ilişkilerindeki dengeyi sağlamada, daha huzurlu ve birbirine saygılı bir toplum oluşturmada, insanlara sıklıkla yaptıkları hataları kırmadan incitmeden gösterip, düzeltmelerine yardımcı olma noktasında işe yarar. Bu inançla ve bu düşüncelerle kendimce bu kamu spotlarına birkaç öneri de ben getirmek istedim:
Her ne kadar toplum taşıma araçlarında, yaşlılara, engellilere, hamile ve çocuklu bayanlara yer verilmesi gerektiği yönünde ikazlar yapılsa da, bu konuda gereken hassasiyet gösterilmiyor. Bu konu üzerine yayınlanacak bir kamu spotuyla yer verilmeyen yaşlı, engelli, hamile ve çocuklu bayanların yaşadığı sıkıntılar etkili bir şekilde yansıtılarak “yer verme” davranışının ne kadar gerekli olduğunun altı çizilebilir, halk buna teşvik edilebilir. Benzer bir sorun olan, inen yolcuları beklemeden ısrarla dolu araca binmeye çalışan, birbirini saygısızca itip kakan insanlara da olumlu davranışın nasıl olması gerektiği gösterilebilir.
Komşu kavgaları mahkemelere ve hatta televizyon ekranlarına taşınacak kadar büyüyebiliyor. Üst katlardan silkelenen halı, kilim vb eşyaların, atılan çöpün alt kattakileri ve sokaktan geçen insanları ne kadar rahatsız ettiği gerçeği verilebilir. Apartman hayatında uyulması gereken kuralların sunulduğu bir kamu spotuyla örnek davranışlara özendirilebilir.
Telefonda uzun uzun konuşarak karşı tarafın işine engel olan, vaktini çalan insanlara yönelik hayli eğlenceli bir kamu spotu oluşturulabilir.  Ama bu spotun iletişim şirketlerinin hoşuna gitmeyeceği kesin!
Toplum içinde, işte, derste, insanların bulunduğu her ortamda çakkıdı çakkıdı ve patlata patlata sakız çiğneyen insanlara ne kadar rahatsız edici ve itici olduklarını göstermenin bir yolu olabilir kamu spotu. Yerlere tükürenler, çöp atanlar ve kamu malına zarar verenler de benzer şekilde resmedilebilir.
Bilmem hatırlayanınız olur mu, hani ofis çalışanlarının ter kokan arkadaşlarına bir türlü ter koktuğunu söyleyemedikleri, su ve sabun kullanmanın teşvik edildiği o meşhur kamu spotu vardı. İşte bu spot, tekrar canlandırılabilir, insanlar en çok da çalışanlar kişisel vücut temizliğine özendirilebilir diye düşünüyorum.
Son olarak diğerlerinden farklı bir öneriyle bitiriyorum. Kâğıt, cam, metal, plastik gibi atıkların çöp olmadığını ve geri dönüştürülebilir olduğunu vurgulayan, bu tür atıkların geri dönüşüm kutularına bırakılarak tekrar kazanılabileceğini anlatan bir spot sayesinde israfın önüne geçilebileceği gibi, ekonomiye de büyük katkı sağlanabilir.
Benim aklıma gelen öneriler, şimdilik bu kadar. Siz değerli okuyuculardan gelecek önerilerle konunun daha da zenginleşeceğinden eminim.
Son Güncelleme 11 Şubat 2013 | 13:06

6 Şubat 2013 Çarşamba

BİR TÜRLÜ GÖRÜŞEMİYORUZ


Bir türlü görüşemiyoruz


etiketler: sare şanlı
“Hep meşgul olmak” modern çağın insanlarının en belirgin özelliklerindendir. Çağın ilerlemesine, imkânların artmasına ve teknolojinin sunduğu onca nimete rağmen insan hala vaktini yetirememe sıkıntısı yaşıyor. Meşguliyetimizin beni en çok rahatsız eden yönü sevdiklerimizle, dostlarımızla, akrabalarımızla görüşmeye vakit bulamamamız. Sürekli meşgul olmamızdan ötürü bir türlü yüz yüze görüşemiyoruz. Kimi arasam, kiminle mesajlaşsam, mailleşsem aramızdaki diyalog aşağı yukarı aynı: Ne yapalım koşturup duruyoruz, hep aklımdasın, görüşelim istiyorum ama bir türlü fırsat bulamıyorum!

İçimizdeki özlem ve görüşme isteğimiz ne kadar samimi ise, fırsat bulamamamız da o kadar bahane diye düşünüyorum. Düşünün çok değil, yirmi sene evvel dostlar, akrabalar birbirini bugünle kıyaslanamayacak kadar sık ziyaret ederdi. Yapacak şeylerin azlığındandı belki de. Televizyonda bu kadar fazla kanal seçeneği yoktu, içinde kaybolduğumuz alışveriş merkezleri de.  Telefonun yaygın olmayışı yüz yüze görüşebilmeye büyük katkıda bulunurdu. Bugün nasılsa telefonda görüştüm, mesaj attım, hatta faceden haberleştim diye aylarca görmediğimiz dostlarımız, yakınlarımız, sevdiklerimiz var.
Günümüzde insanların birbirini bu kadar az ziyaret etmesinin sebeplerini düşününce bazı noktalarda hak vermiyor değilim. Mesai saatlerinin hayli uzun olması, insanların günün önemli bir kısmını iş yerinde ve işe gidip gelirken yolda ve trafikte harcamaları, eve geldiklerinde bedenen ve zihnen yorgun olmaları inkar edilebilir mi? Günümüzde kadınların da iş hayatında aktif oluşu, karı kocanın birlikte çalışıp birlikte yorulmaları ve her ikisinin de dinlenmeye duydukları ihtiyaç, bizi birbirimizi teklifsizce ziyaret etme lüksünden mahrum eder oldu. Karşı tarafın yorgunluğunu düşünmesek bile, kendimiz yorgun olduğumuzdan ziyarete gitmeye yahut misafir kabul etmeye takatimiz yok.

Her çalışan eve kendini attığı gibi, ılık bir duş ve sıcak bir yemek sonrası bedenini dinlendirmek için kanepeye uzanırken, zihnini dinlendirmek için de televizyona teslim etmiyor mu kendini? Bu teslimiyet, çay içerken, meyve yerken de devam ediyor, ta ki yatana kadar… Belki de evimizin daimi misafiri televizyon ve internet yüzünden başka misafire yer kalmıyor!

Hafta sonları ise, bir hafta boyu çalışıp yorulan ailenin dinlenme zamanı oluyor. Ama ne dinlenme! Hafta boyu kazandığımızı bir günde harcadığımız büyük alışveriş merkezlerinde yorulmaya gidiyoruz ne yazık ki. Yani yine ziyaretlere vakit bırakmıyoruz. Hafta sonu alışverişten, hafta içi işten, akşamları maçtan, diziden, filmden, yarışma programlarından ötürü kendi hayatlarımızın yalnızlığında ve bencilliğinde boğuluyoruz. Trafiği, uzun mesafeleri, soğuğu, sıcağı, kısacası hep bir şeyleri bahane ediyoruz.

Sevdiklerimizi, yakınlarımızı kalbimizde bir yerlerde saklıyoruz. Görüşmeye görüşmeye gönüller soğuyor, birbirimizden kalben de uzaklaşmaya başlıyoruz. Mutlu günlerimizi, sıkıntılarımızı bir telefonla yada bir mesajla geçiştirir hale geliyoruz. Onların hiçbir şeyini paylaşamadığımız gibi, kendi derdimizi sevincimizi anlatacak imkanı da kaybetmiş oluyoruz. Gitgide daha da yalnızlaştığımızdan ruhsal sorunlar yaşamaya başlıyoruz.

İnsan kendi kendine yetebilen bir varlık olsaydı yalnız kalmasında bir sorun olmazdı. Oysa ailemiz, dostlarımız ve akrabalarımız olmadan ruhen ne kadar yalnız ve çaresiziz! Kısacık hayatlarımız, onlara yeterince vakit ayıramadan son bulduğunda geç kalmış olmayacak mıyız? Yaşarken görmediklerimizin acı haberlerini aldığımızda cenazelerinde bulunmanın manası var mı?

Her akşamınız üretken, verimli geçiyorsa ve yakınlarınızla görüşmekten daha önemli işleriniz varsa amenna. Sevdikleriniz sizi kalplerinde, akıllarında saklamaya devam etsinler. Ama her akşam sizi oyalayacak bir televizyon programına esir oluyorsanız, gelin o programları unutun, bu akşam çayı kimlerle birlikte içsem ve sohbet etsem diye düşününün. Eminim çok şey değişecek. Yakınlara söylüyorum: Biz müsaidiz, bekleriz…
 
Son Güncelleme 4 Şubat 2013 | 16:33