21 Ağustos 2013 Çarşamba

ÇİKOLATANIN TATSIZ ÖYKÜSÜ

Yazarımıza Ulaşın 

Çikolatanın tatsız öyküsü

 Sare Şanlı
Carol Off’un “Acı Çikolata: Çikolatanın Tatsız Öyküsü” isimli kitabı çok etkilendiğim kitaplardan biri. Mütemadiyen tüketici olduğumuz dünyada, üretenlerin sorunlarından bahseden bir kitap nasıl etkileyici olmaz ki?
Dünyanın her yerinde birçok ürünün üretim sürecinde emeği geçen insanlar haksızlığa uğruyor. Üreten insan hep fakir. Kahve, çay, şeker, pirinç gibi birçok gıdanın üretiminde aynı adaletsizlik var. Ancak kakaonun üretim sürecinde yürekleri burkan çok daha farklı faktörler var. Çocuk istismarı, iç savaşlar, sözleşmeli işçilik adı altında köleliğin devam etmesi kakao işçilerinin durumunu daha vahim hale getiriyor.
Kakaonun tarihine kısa bir bakış
Üç bin yıl önce Orta Amerika topraklarında Olmecli kadınların, toplumlarındaki üst sınıftan kişilere ikram etmek için kakao çekirdeklerini toplayıp, su ve yağla karıştırarak ağdalı, yağlı bir sıvı haline getirmesiyle başladı çikolatanın acı öyküsü. Olmeclilerin yaptığı bu koyu ve acı içeceğin uyarıcı, besleyici ve tedavi edici olduğuna inanılırdı. O gün üretilen kakao çok daha saf, çok daha etkiliydi bugüne göre. Değişmeyen tek şey, kakaonun o dönemlerde de daha az imkânları olanların emekleri pahasına, daha imtiyazlı insanlara sunulan bir lüks olmasıydı.
1800’lerin başlarında ise insanlar kakaoyu hala eczanelerden temin ediyordu. Zafiyet geçiren hastaların kilo almasını sağlamaktan, sindirim sistemini harekete geçirmeye, depresyonu tedavi etmeye kadar birçok faydasının olduğuna inanılıyordu. Hollandalı Van Houten’ın kakao presleme makinesi sayesinde bugün kullandığımız toz kakao elde edilince, kakaolu şekerlemelerin ve çikolatanın ve tabi kakao ticaretinin de serüveni başladı.
Kakao bugün nasıl toplanıyor?
Öncelikle topraklar tüm diğer mahsullerden arındırılarak geniş kakao ağacı plantasyonları kuruluyor Afrika’nın bereketli topraklarına. (Günümüzde Fildişi Sahili ve Gana’da) Çiftçiler olgun kabuklu tohumları machetalarıyla(bir tür bıçak) ağacın kabuğundan kesip alıyor ve içindeki gri-mor renkli düzinelerce çekirdeği çıkarıyor. Kabukları çıkartılan iç kısımların mayalanması için çekirdek yığınları rafların hasırların üzerinde sıcak ve nemli havada günlerce bekletiliyor. Burada çekirdekler meyvenin tatlı ve yapışan suyu içerisinde iyice demlenip sıcak tropik güneşte ısınarak muhteşem bir simya oluşturuyorlar.
Mayalanan yığının mikroorganizmaları faaliyete geçtiğinde, basit ve yalın bir çekirdeği dünyanın en baştan çıkarıcı tatlısının özü olan hammaddeye dönüştüren, dört yüz kadar farklı kimyasal ve organik madde büyüleyici bir şekilde harekete geçiyor. Beş veya altı gün süren kötü kokulu bir mayalanmadan sonra çekirdekler raflara yayılarak kurumaya bırakılıyor. Sonra dünyanın imtiyazlı kesimlerinin insanlarını biraz daha keyiflendirmek, doyumsuz çocuklarını biraz daha mutlu etmek için fındık, fıstık ve diğer malzemelerle birleşmek ve en çekici ambalajlara girip marketlerdeki yerini almak için kakaonun Avrupa ve Amerika yolculuğu başlıyor.
Tanrıların yiyeceği
Latincede “theobroma cacao” denilen yani “tanrıların yiyeceği” kakao binlerce Afrikalının köleleştirilmesinin sonucu tanrıların damak zevkine sunuluyor. Kakao yetiştiren köylülerin büyük çoğunluğu kakao çekirdeklerinden ne yapıldığını dahi bilmiyor. Ömürleri zenginlerin mutluluk kaynağı, çocukların sevgili yiyeceği çikolatanın hammaddesini yetiştirmekle tükenirken, onun tadına bakabilenlerin sayısı yok denecek kadar az. Köylüler günler süren emeğin ardından kakao çekirdeklerini kullanıma hazır hale getirirken, dünyanın zengin azınlığı bir paket çikolatayı saniyeler içinde bitiriyor. Kakaoyu toplayan el ile çikolataya uzanan el arasındaki mesafe o kadar büyük ki
19. yüzyılda köleliğin bittiğin sanıyoruz oysa gözlerden uzak yerlerde hala birer köle olarak çalıştırılan yığınla insan var. Sözleşmeli işçilik adı altında hapsedilen, dövülen, vurulan, gemilere tıkılıp nakledilen Afrikalı köleler, ailelerinden kaçırılıp, ücretsiz çalıştırılan ve kötü muamele gören çocuklar… Genç bir kakao işçisi “İnsanlar çikolata yerken aslında benim etimi yiyorlar” diyordu “Kölelik: Küresel Bir Araştırma” isimli belgeselde.
Kakao üretimi beyaz adamın tekelinde. Ve beyaz adamın yükü çok ağır. Uygarlık misyonu uğruna aşağılık halkları idare etmek zorunda olmak o kadar zor ki… Dünyanın uygar insanlarının keyiflerini artırabilmek için, medenileşmemiş yığınların kanı dökülmüş ne çıkar?
Sonuç yerine
Çikolatayla, kakaolu pastalarla, tatlılar ve şekerlemelerle hiç tanışmamış olsaydık ne olurdu acaba? Hayatımız şimdi olduğu kadar renkli, mutlu ve keyif dolu olmaz mıydı?
Çikolata ve kakao tüketmekten vazgeçmek bir çözüm mü bilemiyorum. Birey olarak ne yapılabileceği noktasında aklıma tükettiğimiz ürünün ihtiva ettiği kakaonun nereden ve hangi yolla geldiğini sorgulamak, en azından “fair trade” adı altında ticaret yaparak işçiye hak ettiğine yakın ücret veren, çocuk işçi çalıştırmayan firmaları tercih etmekten başkası gelmiyor.
Kaynak: ACI ÇİKOLATA Çikolatanın Tatsız Öyküsü /Caroll OFF / İletişim y. 2006
yayın : 19 Ağustos 10:08

17 Ağustos 2013 Cumartesi

BEREKETSİZ MUTFAKLAR

Bereketsiz mutfaklar

 Sare Şanlı
Çöp kutularında gördüklerim beni hayrete düşürüyor. Çöplerdeki çeşitlilik ne kadar çok şeye sahip olduğumuzun ve tüm bu sahip olduklarımızı ne kadar sınırsızca ve düşünmeden “çöp kategorisine” koyup evimizden çıkardığımızın kanıtı.
İnsanın içini en çok yakan ise çöp kutularında ve çöp poşetlerinde ekmek ve diğer nimetleri görmek oluyor. Her seferinde de akla benzer düşünceler geliyor: Açlık çeken milyonlarca insana rağmen, nasıl yiyecekleri çöpe gönderebiliyoruz?
Oysa artan yiyecekler ve bayatlayan gıdalar için yapılabilecek bir şeyler var. Belediyeler bu konuda çalışmalarda bulunuyor. Örneğin birçok park ve sokakta hayvanlara verilmek üzere ‘bayat ekmek ve hamur işleri kutuları’ mevcut. Bazı semtlerde sütçüler hayvanları için yemek artıklarını ve tazeliğini kaybetmiş meyve sebzeyi topluyor. Kimi parklarda insanların bayatlayan bakliyatı kuşlara attığını, yeşillikleri ördeklere verdiğini görüyorum.
Tüm bunlar ufak tefek ve geçici çözümler. Yaranın yüzeyine pansuman yapıp, derinlerde ne olup bittiğini önemsememek gibi… Çünkü sorunun kaynağına inmekten uzağız, neden israf ettiğimizi sorgulamıyoruz.
Geçtiğimiz aylarda Başbakan ülkemizdeki ekmek israfının ulaştığı vahim boyuta dikkat çekmişti. 2008 yılında günde 5 milyon ekmek israf ederken, 2012 yılında bu sayıyı milletçe tam 6 milyon ekmeğe ulaştırmışız! Ve dikkatinizi çekerim bu yalnız ve yalnız ekmek israfımızla ilgili verilmiş rakam!
Bu rakam şunu gösteriyor ki, tüketeceğimizden çok daha fazlasını satın alıyoruz ve evlerimizde gıda stoklayıp duruyoruz. Bir öğünde yiyebileceğimizin çok daha fazlasını pişiriyoruz, böylece kalanı çöpe dökmek zorunda kalıyoruz. Kimi zaman yetmezse misafire ayıp olur korkusuyla kimi zaman sırf canımız çekti diye lüzumundan fazla çeşit ve miktarda yemek yaptığımızdan çöplerimiz hiç yemeksiz/nimetsiz kalmıyor.
İş yerleri ve otellerdeki israfı ise kelimelerle tarif etmek mümkün değil. Zaten verilen israf rakamlarının çok büyük bölümü onlara ait. Açık büfe kültürü, ‘parasını verdim nasılsa’ mantığı israfa giden yola asfalt döşüyor adeta.
Belki iş yerleri ve otellerdeki israfı çözmek için çok uzun uğraşlar isteyen uygulamalar lazım ama biraz gayretle, ellerimizi vicdanımıza koyarak evlerimizdeki israfı azaltabileceğimize inanıyorum.
İhtiyacımız kadarını satın almak, yiyebileceğimiz kadarını pişirmek, doymadan sofradan kalkmak, artan yemeği başka bir yemeğe dönüştürerek yahut derin dondurucuda muhafaza ederek değerlendirmek, evlerimizdeki israfın önüne geçmek için ciddi adımlar olacaktır.
Hatırlıyorum, bir büyüğüm meyve sebzelerin insanın yiyebileceği hiçbir kısmını çöpe göndermezdi. Maydanozun saplarını atmaz, ince ince doğrar, sonra çorbalara koymak için derin dondurucuda saklardı. Pilav ertesi güne kalınca yayla çorbasına çevirirdi. Azıcık bayatlayan ekmeği, tereyağında kavurur kahvaltıya nefis bir yiyecek hazırlardı. Hiçbir şeyi israf etmediğinden evi de her zaman bereketliydi.
Belki de asıl düşünmemiz gereken nokta bu: Bereket… Bugün dünyada milyonlarca insanın açlık çekiyor olmasının verdiği vicdan azabı bir yana, yeryüzünün kaynaklarını böyle sınırsızca tüketiyor olmanın bereketsizliğini yaşıyoruz. İsraf ve israfın neticesinde gelen bereketsizlik de dini gereğince anlamayışımızın, sünneti yerli yerinde uygulamayışımızın sonucu ortaya çıkan yaralar değiller mi?
Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz” diye emreden bir dine, iki gün arka arkaya arpa ekmeği yememiş, hurmadan ve sudan doyasıya tüketmemiş bir Resul’e rağmen israf edebilmek… O Peygamber ki bulamadığından değil, bulduğu halde başkalarının nefsini kendi nefsine tercih ettiği için yapmıştır bunu.
Bizler uzun uzadıya beslenme ve alışveriş listeleri oluşturuyoruz. Taşmak üzere olan alışveriş sepetleriyle çıkıyoruz süpermarketlerden. Buzdolabımızı  bir tek yumurtayı koyacak yer kalmayana kadar dolduruyoruz. Kuru ve dondurulmuş erzaklarımızın miktarı, ülkede kıtlık çıksa bir ay tüm sokak sakinlerini doyurabilecek kadar…
İsrafla mücadeleyi ciddiye almalıyız. Döktüğümüz her yemeğin hesabını vereceğimiz gerçeğiyle yüzleşerek, kendi nefsimizde, ailemizde, iş yerimizde, çevremizde ve elimizin uzandığı, sözümüzün geçtiği her yerde yiyecek israfına karşı önlemler geliştirme çabası içinde olmamız duasıyla.
yayın : 12 Ağustos 12:42

11 Ağustos 2013 Pazar

KUR'AN'I YAŞAMAK

Kur’an’ı yaşamak

 Sare Şanlı
Şayet Kuran’la, hadislerle yahut her ikisini de ihtiva eden/açıklayan yazılarla meşgul olmadıysam(bir ayet/hadis dahi olsa), tefekkür etmeye zaman ayırmadıysam, hele oruçlu olduğum halde “niçin oruç tuttuğum” üzerinde kafa yormadıysam daha fazla acıktığımı fark ediyorum.
Nebi (s.a.v.) benim yeni fark ettiğim durumu asırlar önce söylemişti: “Kimin fikri fazla ise yemesi azdır, kimin tefekkürü azsa yemesi çok kalbi de katıdır.”[1]
Saatlerce yeme-içme eyleminden uzak kalmanın anlamının, kalbi beslemek olduğunu anlıyorum bu kutsal ayda. Kalbi beslemenin yolu ise Allah’ı anmaktan, tefekkür etmekten, Kuran’la meşgul olmaktan geçiyor.
Deniyorum. Kuran’la daha fazla meşgul olmak için çabalıyorum ve onu anlatan kitaplarla. Tüm diğer kitapları okuma sebebim de tek olan Kitab’ı anlamak ve yaşayabilmek için.
Her Ramazan olduğu gibi bu Ramazanda da mukabelelerle, sohbetlerle gerek okuyucu gerek dinleyici olarak, insanımızın bir şekilde Kuran’la meşgul olmaya çalışması, geleneksel çizginin ötesine geçemese de sevindiriyor beni. Her ne kadar anlaşılmadan, hızlandırılmış ve üzerinde durup düşünülme ve yaşantılara uygulanma gayretinden arındırılmış bir halde okunuyor olsa da, Kuran bir ay süreyle gündemimizde. Fakat Kuran’la meşgul olmayı geleneksel çizginin ötesine geçirebilmek gayesini de taşımak gerekli. Nitekim Allah bunu bize Kuran ayetleriyle söylüyor:
“İman edenlerin, Kur’an’ı Kerim’i okuyup anlayarak kalplerini itminana, gönüllerini inşiraha kavuşturmalarının zamanı hala gelmedi mi?[2]
Öğrenilmiş cehalet Kuran’ı bu topraklarda terk edilmiş bir kitap haline getirmek için verilen uzun soluklu mücadeleye bir hayli katkıda bulundu. Kuran’ı mealiyle/tefsiriyle beraber okumak Müslümanlıktan sapılacağı gerekçesiyle sakıncalı addedildi. Gözyaşları içinde dinlenen/okunan ayetlerin neyi anlattığı ve hayata ne şekilde müdahale ettiği üzerinde düşünülmedi. Ramazandan ramazana onu hatmetmek, belirli gün ve gecelerde adettendir diye okumak/okutmak yeterli bulundu. Sonunda en cahilinden en aydın(!) kesimine kadar Kuran’a yabancı bir toplum haline geldik. Cahil, cehaletinin farkında değildi ve Kurana hak ettiği itibarı gösteremedi. Aydın diye tanımladığımız kesim ise söz konusu olan Kuran olunca gönüllü bir cehalet sergileyerek, hurafelerden oluşan malumatla yetindi. Kuran terk edildi adeta, hak ettiği değeri bulamadı. Bu yüzden de Sezai Karakoç’un tabiriyle “ Müslümanlar Kuran’dan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.”
Evet, Kur’an’dan uzaklaştık, üstelik onu okuduğumuz halde… Bir kere daha, çok kereler daha okumalıyız ve bu okumalar anlama ve yaşama gayesini taşımak zorunda. Ne mutlu ki onu anlayabilmek ve yaşamak için Resul’ün gösterdiği ve ashabının izlediği yolu bahşetti bize Rabbimiz.
 “Allah’ın elçisi ve elçisinin yetiştirdiği Müslümanlar Kuran’ı sadece okuyarak ahiret hesabında yüce Allahın kararını etkileyecek bir torpil imkanı elde etmek gibi garip anlayışlara sahip olmamışlardır. Kuran’ın kendilerine sağladığı fayda ve katkıları öncelikle ahirette değil, dünyadaki gerçekleştirdiklerinde görmüşlerdir.” [3]
Ramazan bir başlangıç olmalı. Derinlikten uzak, geleneksel ve yalnız sevap kazanma gayesindeki okumalarımızın yaşamlarımıza müdahale edecek hale getirilebilmesi için bir fırsat olmalı belki de. Kalbimizle ilgilenebilmek için, bedenimizin isteklerini dizginlediğimiz Ramazan ayında okunmalı Kuran, daha derinden anlamak ve yaşamak için.  Resul’ün “yaşayan Kuran” olduğunu hatırlamak ve sahabenin izlediği yoldaki işaretleri fark edebilmek için okumalı.
[1] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
[2] Hadid/16
[3] Yaşayan Kur’an Olmak /Ahmet Cemil Ertunç
yayın : 5 Ağustos 10:05

DİLİMİZDEN DE KAYBOLAN ŞÜKÜR

Dilimizden de kaybolan şükür

 Sare Şanlı
Anlamı üzerinde düşünmeden gelişigüzel kullandığımız sözler/cümleler hayatımızı biçimlendiriyor olabilir mi? Kelimelerin beynimize kodlandığına ve düşüncelerimize yön verdiğine inanıyorum.
Bir olay karşısında verilen tepkilerin nesilden nesile farklılık göstermesi dikkatimi çekiyor. Eskilerin bir sıkıntı anında “Allah” diye iç geçirişi ile, günümüz insanın derin “of” çekişini kıyaslıyorum ister istemez. Dertli de olsa, hasta da olsa nasılsın sorusunu “elhamdülillah iyiyim” diye cevaplayan neslin çocukları “eh işte, sürünüyoruz” cevabına nasıl geldi?
Hani şükür dilimizde derler ya, artık dilimizde de olmadığını görmek içimi acıtıyor. Şikayetçi olmayı bir alışkanlık haline getirdiğimizin farkında değiliz. İyi olduğumuzu söylemekten korkuyoruz adeta. Şükür sözcükleri tükendi. Dilde tükenen, kalptekini de alıp götürdü.
Bireyselleşme hastalığına tutulan, kendi hayatı ve kendi sorunları/istekleri/hedefleri üzerinde yoğunlaşıp başka varlıkların durumlarını gör(e)meyen insan şükürsüzlük bataklığına sürükleniyor en çok. Hayatta oluşunun sebepleri üzerinde gereğince düşünemeyince, dünyaya haddinden fazla bağlanınca, nefsindeki acziyeti fark edemeyince Allah’ın kendisine bahşettiği nimetleri de fark edemiyor.
Hz. Ali’nin “Nimetin artışı şükre bağlıdır. Şükür arttıkça nimet de artar. Kuldan gelen şükür kopmadıkça Allah’tan gelen nimet de artar.” sözünü her okuduğumda “şükür” kavramı kadar “nimet” kavramı üzerinde de tefekkür etmeye çalışıyorum. Nimetin ne olduğunu idrak etmeksizin şükrün anlaşılamayacağını ve gerçekleşemeyeceğini biliyorum.Bazen sağlık kadar hastalığın, zenginlik kadar fakirliğin, mutluluk kadar acının da nimet olabileceğini yaşadıklarım/gördüklerim/okuduklarım öğretiyor bana.
Yok mudur acele karar verdiğimiz, kendimizi ziyanda, sıkıntıda sandığımız fakat az bir zaman sonra bu durumun çok daha hayırlı şeyleri beraberinde getirmesini yahut bizi çok daha kötülerinden korumasını fark ederek akılsızlığımıza üzüldüğümüz anlar? Rabbinin hakkında verdiği kararı nimet olarak algılayabilmek de şükretmenin mertebelerinden olsa gerek bu yüzden. Nimetin kendisini görmek bir yana, nimeti bahşeden Rabbe karşı bir sorumluluk değil midir şükür?
“Ne kadar da az şükrediyorsunuz?” ayetinin Kur’an’da sıklıkla tekrar edilmesi, şükretmek ve bize verilen nimetler üzerinde düşünmek için özel vakit ayırmak gerektiğini anlatmıyor mu aslında? Durup düşünmediğimizden, ihmal ettiğimizden görmemeye başlıyoruz bize sunulan nimetleri. “Oyalanmak” üzerine kurduğumuz hayatta düşünmeye pek yer bırakmadık ne yazık ki.
Düşünmek ve akletmek farz. Dünyaya gönderilişimizin yegane amacının “kulluk etmek” olduğu bilincine varabilmek için düşünmek… Ancak kul olduğunu ve kendi acziyetinin karşısında Rabbinin azametini fark edebildiğinde bahşedilen nimet(ler)i fark eder ve Yaratıcıya şükreder insan. Bilmiyorum şükür kalbi mesken edince mi dilde de yer bulur yoksa dil şükretmeye alışınca mı kalp kapılarını şükre açar? Belki her ikisi de…
yayın : 29 Temmuz 10:19