18 Mart 2014 Salı

KUL OLMAYA ÇALIŞMAK

Kul olmaya çalışmak

 Sare Şanlı

Kendisine “Neler yapıyorsun?” diye soranlara “Kul olmaya gayret ediyorum, Allah yardımcım olur inşallah” diyormuş Ümit Meriç.
Böylesi bir cevabı verebilmek için zihnimizi kul olma gayretiyle doldurmak gerek. Zira sözlerimiz düşüncelerimizin aynasıdır.  Fikrimizde, gönlümüzde ne varsa sözlerimize de ancak o yansır. Şayet biz ruhumuzda, kalbimizde kul olmak gibi bir gayreti hakkıyla taşıyamıyorsak, bizden o cevap çıkmaz…
Hayatlarımızın son bulacağını, ölümün gizlendiği yerden ansızın çıkıp bizi yakalayabileceğini ve bir gün hesap vereceğimizi sık sık unutuyor, sonu gelmeyen dünya telaşımızın içinde gönül rızası ile kayboluyoruz.
Günlük dünyevi hedeflerimizin arasına aceleyle sıkıştırdığımız namazlarımız, ince hesaplar yaparak verdiğimiz zekâtımız, ömürlük hedeflerimizden yani diploma sahibi olmak, kariyer yapmak, ev-araba almak vb gayelerden fırsat kalırsa yapabileceğimiz haccımızla,  velhasıl kusurlu ve nakıs kulluğumuzla bizler Müslümanız…
İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir… Ve halife olmanın şartları arasında ev, araba, diploma, kariyer ve iktidar sahibi olmak yoktur. Asıl olan, öncelikleri onun emir ve yasakları doğrultusunda şekillendirmektir.
Peki, bizim önceliğimiz kulluğumuz mu? Her tür bilimin, sanatın sevdasına dalıp, Kuran’a bigane kalmak, uykusuz kalma pahasına para ve kariyer peşinde koşup sabah namazlarını kaçırmak, kendi bitmek bilmeyen maddi arzularımızı tatmin etmeye çabalarken, yoksulun, yetimin kazancımızdaki payını ihmal etmek kul olmanın tanımına uyabilir mi? Kul olmak için gönderildiğimiz dünyada, kulluğa vakit bulamamak ne acı bir çelişki…
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir, asıl olan ahiret hayatıdır.”ayeti okuyup geçtiğimiz, hakkıyla anlayamadığımız ve yaşayamadığımız bir ayet çoğunlukla. “Yalan dünya”,”üç günlük dünya” gibi dilimizde dünyanın gelip geçici olduğunu belirten çok cümle olsa da, yaşantılarımız ahiret istikametinde değil ne yazık ki.
Hepimizin zaafı değil mi, dünyaya bağlanıp, ölümü ve hesap gününü ihmal etmek?
Rutin hayatlarımızın kısır döngüleri içinde kaybolurken, birinin bizi çekip kurtarmasını mı bekleyeceğiz daha iyi bir kul olabilmek için? Yoksa dünyaya gönderilirken bize armağan edilen rehber kitabımızla ilişkimizi yeniden gözden mi geçireceğiz?
 “Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola kılavuzluk eder.” (İsra 9)
Şahsım adına düşünüyorum, ne zaman Kur’an’la ve sünnetle olan ilişkimde zayıflıklar olsa, kulluk noktasında da zayıfladığımı fark ediyorum. Aldığım kararlarda bir isabetsizlik, insan ilişkilerimde tatsızlık ve ruh dünyamda bir yalnızlık yaşıyorum. “Onu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler ve aklıselim sahipleri öğüt alsınlar.” (Sad 29)
Kur’an ve hadis sohbetlerini, derslerini, seminerlerini ne vakit ihmal etsem ya depresif bir ruh haline bürünüyor yahut zihnimin ve ruhumun bir boşlukta asılı kaldığını hissediyorum. “Sizler Kur’an’ı daima okuyup, birlikte müzakere ediniz.”(Hadis-i Şerif)
“Rabbim! Beni azdırmana karşılık olarak onlara dünyada yaptıklarını süslü göstereceğim ve onların tümünü kesinlikle yoldan çıkaracağım.”(Hicr 39)diyen Şeytana karşı iman zırhını kuşanıp, direnmenin Kur’an’la meşgul olmaktan başka yolu olmadığını hatırlamalı, hatırlatmalı…
yayın : 17 Mart 11:10

İLGİNÇ BİR DİYET LİSTESİ

İlginç bir diyet listesi

 Sare Şanlı

Günümüz şartlarında bir insanın ince bir bedene sahip olması ve formunu koruması diğer dönemlere göre biraz daha zor. Çünkü yiyecek ve içecekte bu kadar çok çeşitliliğe ve bolluğa ulaşmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Zengininden fakirine çok yemek herkesin sorunu.
Kimi zaman çözüm olarak evde çok çeşit gıda bulundurmamak işe yarayabiliyor. Dolap boş olunca, elimizin altında atıştıracak bir şeyler bulamayınca mecburen ağzımızı kilitlemek zorunda kalıyoruz. Ancak dört bir tarafımız ağız sulandıran yiyeceklerle, tatlılar, tuzlular, yemişler, meyvelerle dolu olunca irade gösterip yememek neredeyse imkansız oluyor. Bizi çok yemekten alıkoyan şey kilo alma ve sağlımızı kaybetme endişesi oluyor.
Tıpkı yiyecek reklamları gibi, diğer birçok tüketim malzemesini de evimizdeyken internet sayfalarında, gazetelerde, televizyonda, kataloglarda sokağa çıktığımız anda reklam panolarında, mağazalarda, sağda solda her yerde durmaksızın görüyoruz. Üstelik her zaman bir kampanya, bir indirim, kredi kartına taksitler, cazip ödeme koşulları altında sunuluyorlar. Eskiyenden kurtulmamız, daha yeniyi, daha geliştirilmişi satın almamız, çünkü “buna değeceğimiz” söyleniyor. Daha önemlisi parayı nereye harcayacağımıza başkaları karar veriyor.  Bize de şayet paramız varsa satın almaktan başka çare kalmıyor!
“İnsan artık elde edemeyeceği şeylerin daha çok farkında. Yazar Greg Easterbrook, parlak sayfalara basılmış pahalı şeylerin posta kutumuzu doldurmasına “katalog kaynaklı endişe” adını taktı. Bu tacizler sadece posta kutumuzla sınırlı kalmıyor, onları sürekli televizyonda, internette ve filmlerde de görmek zorunda kalıyoruz.”* (Bir alışveriş sitesine girip birkaç ürüne göz gezdirdiyseniz, o ürünlerin diğer sayfalarda “al beni” diyerek gözünüze sokulması bu endişeyi beslemiyor mu?)
Daha çok şey satın alabilmek için çalıştığımızın ne kadar farkındayız?
Yeni bir gömleğe daha ihtiyacımız olduğunu kim belirliyor, giyecek gömlek bulamamamız mı, yoksa kampanyalı satışlar mı? Hakikaten eskidiği için mi değiştiriyoruz eşyalarımızı yoksa sıkıldığımız, yeni modellere heves ettiğimiz için mi? İtiraf edelim bu zamanda pek az kimse tüketirken aklını ve vicdanını devreye sokmayı başarabiliyor. Taksitler, kampanyalar, seri sonu indirimleri düşünmeden satın almak gerektiği mesajını veriyor. Herkesin iyi giyinmesi, iyi model arabaya binmesi, evini iyi döşemesi bizi de bunları yapmaya mecbur tutuyor. Belli standartları yakalayamamak, reklamda, internette, televizyonda, işe gidip gelirken dükkânda gördüğü ürünleri satın alamamak tuhaf bir mutsuzluk oluşturuyor. (Zira satın alınan ürünle birlikte, yaşam tarzınızın da değişeceği mesajını alıyorsunuz.)
Haddinden fazla satın almanın etkileri, haddinden fazla yemek yemenin etkilerine kıyasla uzun bir süre içinde ortaya çıkıyor. Tatminsizlik, mutsuzluk, biriktirme hastalığı, müsriflik… Kendine karşı cömert ancak başkalarına karşı cimri(eskiyen eşyayı vermeyi cömertlikten saymayalım lütfen) kesilen insan yığınları oluşuyor. (Tüketmenin ekolojik ve ekonomik boyutu da cabası: su kaynaklarının tükenmesi, ormanlık alanların azalması, hava kirliliği, petrolün tükenmesi vs.)
Çözüm ne derseniz, tek seferde yutulacak ve iyileştirecek bir hap yok elimde. Ancak ilginç bir diyet hikâyem var. Yıllar önce kilo vermeye çalışan bir kadının diyet listesinin bir gazetede yayınlandığını hatırlıyorum. Bu liste diğer listelerden çok farklıdır. Listede yiyecek ve içeceklere dair hiçbir şeye rastlamıyorsunuz, bunun yerine kadının gün içinde yapacağı kimi sıradan kimi sıra dışı çok sayıda aktiviteyi görüyorsunuz. Neticede kadın, yemek yemeye kafa yormak yerine kendisini başka alanlara yönlendiriyor, yemekle ilgili endişe ve takıntısından kurtulmak için kendisine aşkın hedefler belirleyerek ve onları uygulayarak zayıflıyor. Benzer bir liste hepimize lazım, tüketim çılgınlığından, sürekli maddi eksikliklerimiz üzerinde düşünme hastalığımızdan ancak aşkın hedefler belirleyerek kurtulabileceğimizi düşünüyorum. Maddi ihtiyaçlarımızı haddinden fazla düşünmemek için, faydalı uğraşlar edinmek, kültürel ve manevi gelişimimize ağırlık vermek gerçekten etkili olabilir. Alışverişe harcadığımız vakti ve nakdi azaltabilmek için düşünmeye ve akletmeye ayırdığımız vakti artırmaya, düşünen ve akleden insanlarla bir arada olmaya, bize maddi ihtiyaçlarımızı durmadan hatırlatan medyanın gücüne karşı, manevi ihtiyaçlarımızı hatırlatacak dostlara ve vasıtalara ihtiyacımız var.
*Ben Nesli /Jean W. Twenge kaknüs yayınları syf 181
yayın : 10 Mart 10:24

3 Mart 2014 Pazartesi

AMAN ÇOCUĞUM SIKILMASIN

Aman çocuğum sıkılmasın!

 Sare Şanlı
Çocukları boş kalmasın diye en çok uğraşan nesil bizler olduk gibime geliyor. Onları bilgisayar, tablet, telefon ve televizyon ekranlarından uzak tutmak endişesiyle beynimiz devamlı aktivite üretir halde geldi. Günleri saatleri planlıyoruz. Yeni oyunlar, faaliyetler öğrenmek için deli gibi araştırıyoruz. Sıkılmasınlar diye kendimizi parçalıyoruz.
İşimiz de zor, çünkü her gelen nesil daha fazla evcimen. Çocukların sokak hayatı ve dışarı aktiviteleri gitgide azalıyor. Kış mevsimi camdan bile bakmadan geçiren o kadar çok çocuk var ki. Soğuk günlerde oğlumu parka götürdüğümde, parktaki tek çocuk ve tek anne olmak, dışarıdan bakanlar açısından şöyle değerlendiriliyor olsa gerek: “Bu soğukta çocuğu hasta edecek!” Oysa sürekli evde duran çocuklar da hasta olmaktan kaçamıyorlar!
Çocukları parkta, sokakta oynatmayacaksak, yürütmeyecek, otobüse, minibüse bindirmeyecek, hayatı bizimle birlikte yaşamalarına izin vermeyeceksek, onların evde geçirdiği vakti nasıl eğlenceli ve öğretici hale getireceğiz? Yani dışarıdan nasibini alamayan çocuk dört duvar arasında nasıl çocukluğunu yaşayacak? Belki çoğunuz bu soruya “iyi ki yuvalar var” şeklinde cevap vereceksiniz. Çocuğu yuvaya giden bir anne olarak gördüm ki, her kurumun dışarıda bir oyun alanı olmasına rağmen çocuklar yuvada da dört duvar arasındalar. Türk annelerinin soğuk havaya olan hassasiyeti, parkta yaşanabilecek olası yaralanmalarla birleşince çocuklarımız yine kapalı alanlara mahkûm kalıyor. Kimi eğitim kurumları çocukların serbestçe oynamasına, etkinlikleri istediği gibi yapmasına müsaade ederken, çoğu eğitim kurumu ebeveynlerin de baskısıyla çocukları sıkı bir disiplin altında tutma ve devamlı yeni bir şeyler öğretme çabasında. (Çocukları yarıştırmaya ve eğitimi hem çocuk hem de ebeveyn için stres haline getirmeye yuva çağında başlıyoruz.)
Sahip olduğumuz imkânlar ve seçenekler ne yazık ki kafa karışıklığı yaratıyor. Onca kitabın, makalenin, uzmanın, websitesinin içinde doğru bilgiyi bulmakta zorlanıyoruz. Doğru olan çocukları yönlendirerek, disipline ederek, öğrenerek oynamalarını sağlamak mı yoksa serbest bırakmak yani doğal yollarla hayatı deneyimlemelerini sağlamak mı?
Daily Telegrapgh gazetesindeki bir makale çocukların bir yetişkinin desteği olmaksızın yetişkinleri taklit ederek oyun oynadıkları takdirde geliştiklerini söylüyor ve şayet yetişkinler çocukların oyunlarına müdahale ederse çocukların ileride kendilerine gerekli olan bağımsızlık ve dirençlilik gibi özelliklerden yoksun kalacaklarını ortaya koyuyor. Çocukların dışarı çıkmasının, farklı ortamlar görmesinin gerekliliği de yazıda vurgulanıyor. Ve tabi çocukların diğer çocuklarla oynaması, özellikle kendilerinden yaşça biraz daha büyük çocuklarla oynaması da gelişimleri için şart. (Bu da yuvalardaki handikaplardan biri, her çocuk kendisiyle tamamen aynı yaştaki çocuklarla bir arada eğitiliyor, büyüklerinden bir şeyler öğrenmesi imkânsız hale getiriliyor.)
Sokağa çıkarmadığımız, hayatı bizimle yaşamasına izin vermediğimiz, soğuktan, sıcaktan, mikroptan korumaya çalıştığımız çocuklarımızı evlerimizde haddinden fazla bunaltıyoruz. Bu bunalma bize can sıkıntısı ve hiçbir şeyden tatmin olmama, sürekli anneyi bunaltma şeklinde geri dönüyor. Biz anneler de çocuğu meşgul edecek faaliyet düşünüp duruyoruz. Peki, çocuklarımızı oyalamaya mecbur muyuz?
Geçenlerde Fatma Barbarosoğlu “Çocuklarımızın Canı Sıkkın” başlıklı bir yazı kaleme almıştı, bana kalırsa hepsi okunmalı ama ben son cümlelerden birini alıntılıyorum:
“Faaliyet ile çocuklarınızın can sıkıntısını gidermeye çalışmayın derim. Her faaliyet yeni bir can sıkıntısı doğurur. Çocuklarınıza mesuliyet veriniz.”
Hani eskiler sıkı can iyidir derlerdi ya, bırakalım çocuklarımız can sıkıntısıyla kendi kendilerine üretmenin, kendi kendilerine bir şeyler keşfetmenin tadını çıkarsınlar. Ancak, kendimiz ekran başında dizi izleyerek, sosyal medyada zamanı törpüleyerek çocuklarımızın kendi rotalarını bulmasını da beklemeyelim. Çünkü bizler nelerle meşgul isek, onlar bizi taklit ederek öğrenecekler.
http://www.telegraph.co.uk/women/mother-tongue/10636731/Half-term-school-holidays-Want-your-child-to-be-a-success-Quit-scheduling-and-let-them-play.html
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/FatmaKBarbarosoglu/cocuklarimizin-cani-sikkin/50132
yayın : 3 Mart 10:43

GIYBET ORUCUNA NİYET

Gıybet orucuna niyet

 Sare Şanlı
Gıybetin tarihi de insanlık tarihi kadar eski. Sözlü, yazılı, fotoğraflı vs her şekilde işlenebilen, işlerken bazen farkında olunmayan, dinlerken/okurken/seyrederken tuhaf bir haz veren büyük günah…
Kim dedikodu/gıybet yaptığını kabul eder ki? Herkes doğruyu söylüyordur, dedikodu yapma niyetinde değildir, burada olsa yüzüne de söyleyebileceği şeylerden bahsediyordur, üstelik bu dedikoduysa herkes her zaman yapıyordur...
İşin en acıklı tarafı, gıybetin bir ahlak sorunu daha da ötesinde büyük bir günah olduğunu bilmeyen de yoktur. Ama yine de her ortamda her şartta yapılıyor olmasının sebebi nedir? Şüphesiz insan olmamız, zaaflarımız ve şeytanın oyununa kolayca gelmemiz…
                                                                       *
Dr. Nigel Nicholson dedikodu yapan kişinin ruh haliyle ilgili ciddi sonuçlara ulaştırabilecek şu üç sorunun sorulmasını istiyor:
1)Biri hakkında başkalarına verdiğiniz bilgi, o kinin savunma yapmasını gerektiriyor mu?
2)O kişi hakkındaki bilgiyi başkalarına aktarırken, hakkında bilgi verdiğiniz kişiden daha iyi ve daha kusursuz olduğunuzu düşünüyor musunuz?
3)Bu bilgiyi paylaşmaktaki amacınız başkalarına daha iyi (en azından ondan daha iyi) görünmenizi sağlamak olabilir mi? *
“Allah’a ve ahret gününe iman eden ya hayır söylesin, ya sussun” hadisi şerifiyle birlikte Nicholson’ın üç sorusunu düşündüğümüzde dilimizden dökülenlere biraz daha özen gösterebilir miyiz acaba?
İşin sadece zihinde bitmediği kesin. Allah’ın kullarını zina yapmayın değil zinaya yaklaşmayın şeklinde uyarması ile gıybet arasında bir bağlantı kurulabilir mi diye düşünüyorum. Dedikodunun yapıldığı ortamlarda bulunmak, dedikoducu arkadaşlarla sıkı fıkı olmak, salih ve saliha insanlardan uzak yaşamak, çokça boş vakit sahibi olmak, ciddi bir meşgale edinmemek, faydasız tv programlarını izlemek, sosyal medyanın magazinsel kısmını kullanmak dedikoduya bir hayli yaklaşmak demek değil midir? Bir kez yaklaşınca gerisinin nasıl geldiği de anlaşılmaz zaten.
Önce sadece dinleyici iken, sonra onaylayıcı sonra da bizzat dedikoducu olup çıkar insan. Bu durum hoşuna gittikçe, defalarca dedikodu yapabileceği ortam oluşturmaya bakar ve içinde bulunduğu hissiyat ona normal ve meşru görünmeye başlar.
Kur’an’da kaç günah için gıybet edenin teşbihi kadar ürkütücü bir teşbih vardır? Kasten bir mümini öldürmenin çok ağır bir günah kabul edildiği inanç sistemimizde, gıybet cinayetle birlikte işlenen bir günah gibi tasvir edilmiştir, dikkat!
“Ey inananlar! Zandan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın, biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiğiniz. O halde Allah’tan korkun, şüphesiz Allah çokça esirgeyendir.” Hucurat 12
Bu iğrendiğimiz ancak sıklıkla kendimizi içinde bulduğumuz günahtan kaçmak için ne yapmalıyız? Üzerinde ciddiyetle düşünmemiz ve çareler aramamız gereken bir konudur bu. Böylesi bir teşbih görmezden gelinebilir, konu geçiştirilebilir mi?
Kendimizi gıybet konusunda özel olarak değerlendirmeliyiz. Arkadaşlıklarımızı, ortamlarımızı, ortamda konuştuklarımızı, sosyal medyada paylaştıklarımızı ve ilgilendiklerimizi, okuduklarımızı, izlediklerimizi gözden geçirmeliyiz. Bir büyüğümün ifadesiyle iftarsız bir oruç olan gıybet orucuna niyet etmeliyiz.
Vaktimizi boş geçireceğimiz ortamlardan uzak durmalıyız. Girdiğimiz ortamlarda hayır söyleyen olabilmek için bilgi heybelerimizi doldurmalıyız. Bunun için de Kur’an ve hadislerle olan ilişkimize çeki düzen vermeliyiz. Sürekli başkalarının olumsuz yönleri ve hataları üzerinde kafa yormaktansa, kendi kusurlarımız üzerinde yoğunlaşmalıyız.
Derdimizi, bir insanla yaşadığımız tatsız bir durumu, çevremizdekilerle paylaşmak yerine Rabbimizle paylaşmalı, O’na şikâyet edip, O’ndan yardım beklemeliyiz. Nitekim Müslümana yakışan da budur.
* Söz Yangını / Senai Demirci
yayın : 24 Şubat 10:40