5 Ağustos 2014 Salı

KADININ BİLMEKLE İMTİHANI

Kadının bilmekle imtihanı

 Sare Şanlı

Kadının rolleri erkeklerin rollerine kıyasla hep daha belirgindir, altı çizilidir tabiri caizse. Annelik, eşlik, gelinlik, kayınvalidelik, görümcelik, kız evlatlık… Bu yüzden her ne ile uğraşırlarsa uğraşsınlar o belirgin rolleri de hakkıyla yerine getirmedikleri sürece kendileri de etraflarındaki insanlar da mutlu olamazlar. Kendilerini çevrelerinden soyutlayamazlar. Bir kadın profesör de olsa çocuğunun altını değiştirir, kayınvalidesi geldiğinde ağırlar, akrabalarının düğünlerine katılır, hasta yakını varsa ilgilenir. Olması gereken de budur. Kadının aldığı eğitim, icra ettiği meslek, kazandığı para ve itibar onu her şeyiyle kadın olmaktan, insan olmaktan niçin soyutlasın ki?
Şimdi bir düşünün! Çevrenizde üniversite ve türevlerini bitirdiği için (kabaca okumuş bir kadın olduğu için), muteber bir sahada çalışıp para kazandığı için ev hayatını ve ev işlerini küçümseyen, eşiyle rekabet halinde olan, kadınların kendi aralarındaki toplantılarına burun kıvıran, misafire ikramda bulunmayı lüzumsuz kategorisine alan bayanları şöyle bir gözden geçirin. Evet! Böyle bir güruh var! Onlar için evde yemek yemek, evde pişirmek, misafir ağırlamak, akraba ile görüşmek, düğünlere derneklere, çeşitli akraba cemiyetlerine katılmak, konu komşu ziyaretinde bulunmak alaturkadır, basitlik ve gelişmemişlik göstergesidir. Vakit kaybıdır! Kendilerini anlatamadıkları, kendi üstün özelliklerinden bahsedilmediği hiçbir ortamı beğenmemek, her konuşmada insanların büyük çoğunluğunun cehaletinin altını çizmek, kendi uğraşları dışındaki tüm uğraşları “basit” addetmek, bilimsel olmayan her tür toplanmayı “dırdır ve dedikodu ortamı” var saymak, velhasıl hiçbir şekilde iyi insan ilişkileri geliştirmemek onların en belirgin özelliklerindendir.
Bu meşgul kadınlar, sıradan ve işe yaramaz kadınlarla aynı kategoride olmadıklarını belirtmek için sıklıkla vakitlerinin olmayışından, koşturmaktan nefes almaya bile hallerinin kalmayışından bahsettikleri gibi, üstün kapasitelerinden ve kafa yorgunluklarından da yakınmayı ihmal etmezler.  Doğrudur, bir kısmı gerçekten çok okur, kendini kitaplarla, dergilerle, seminerlerle geliştirir, mesleğinin de, aldığı eğitimin de hakkını verecek işler yapar. Ancak edindiği ilim, kendisinden başka kimseye fayda vermez. Onun tökezlediği ve kaybettiği nokta, hiç hesap etmediği bir alandır: insan ilişkileri. O çok yüce ilminden, görgü ve kültüründen, sürekli çalışan zihninden küçümsediği insanlar asla yararlanamaz. Buna müsaade etmez. O küçük insanlar, bu yüce kadınların konuştuğundan bir şey anlamaz ki? Onlar yemek tariflerinden, kazak örmekten, çoluk çocuğun derdinden bahsetmekten başka ne bilirler? Hele o kadınlar arası dini ve ilmi toplantılar! Deftere not almayı bile beceremeyen yaşlı başlı kadınların katıldığı, abuk sabuk sorular sorduğu o sıkıcı ve zaten anlatılanların hepsini bildikleri toplantılar…
“Biz ruhen temiz, kalben daha iyi, aklen daha zeki olduğumuzu kabul ederek kendimizi insanlardan ayırdığımız zaman yaptığımız şey hiç de önemli değildir. Çünkü kendimiz için en kolay ve rahat olan yolu seçmiş oluruz.
Gerçek büyüklük ise, insanların arasına karışmak, onların yanlışlarını, eksikliklerini ve zaaflarını-gücümüz yettiği nispette- hoşgörü ve şefkat ruhuyla dolu olarak karşılayıp, onları büyütebildiğimiz nispettedir, bizim büyüklüğümüz.”
Bu sözler bir âlime, bir müfessire, bir dava adamına ait: Üstat Seyyid Kutub’a. Bizler“Üstünlük ancak takvadadır.” diyen bir inancın mensupları olarak, ilmimiz ile kendimizi üstün görerek inandığımız değerlere ters düşmüyor muyuz? İlim öncelikli olmalı ancak yalnızlıktan bunalmış bir akrabayı ziyaret, her ne kadar sohbeti bizi açmasa da, canımızı sıksa da, Allah katında saatlerce ilmi okumalar yapmaktan daha faziletli olabilir. Defter tutmayı dahi bilmeyen kadınların arasına oturup bir tek hadis dahi olsa dinlemek, sırf o samimi insanlarla bir arada olduğumuz için ruh dünyamıza bir anlam katabilir.
İnsanın her gününü, her anını faydalı uğraşlarla değerlendirmesi, ilim ile, sanat ile uğraşması kulağa hoş gelse de imkansızdır. Şayet faydalı olan kategorisine aldığımız tek şey “okumak, bilmek ve çalışmak” olursa yanılırız. İnsan sosyal bir varlık ise, hem Yaratan hem de insanlar nezdinde ilişkileri ölçüsünce değer bulur. Bazen hayırlı okumaları, hayırlı ilmi, bir dostun derdini dinlemeye, sofrasını hazırlamaya, alışverişinde yardımcı olmaya, çocuğunu emanet almayla, temizliğine yardımcı olmaya feda edebilmeliyiz. Bereket kavramına inanıyorsak, ziyan gibi gördüğümüz vakitlerin bize umduğumuzdan çok daha fazla şey kattığını, sosyal ilişkilerin teorik bilgilerimizin laboratuarı olduğunu göreceğiz. 
yayın : 4 Ağustos 09:51

İSRAİL AKLI SELİME NE ZAMAN GELECEK?

İsrail akl-ı selime ne zaman gelecek?

 Sare Şanlı
Ekrana bakmak her geçen gün zorlaşıyor. Artan ölü sayıları, masum yaralı çocukların bakışları, çaresiz annelerin feryatları yüreklerimizi burkuyor. 
İsrail’in son bir aydır Gazze’de yaptığı barbarlıkları, döktüğü kanı, yıktığı yuvaları ve biçare durumda bıraktığı mazlumların vaziyetini gördükçe bu trajedilerin bir türlü son bulamaması, aksine İsrail devleti için sanki her sene zarfında mutlaka yerine getirilmesi gereken bir gelenek halini almış olması insanı derinden yaralıyor.
Üstelik İsrail bütün bu barbarlığı yaparken dünya ülkelerinin tepkilerinden hiçbir şekilde etkilenmiyor. Bilakis artık bu tür “kuru gürültü”lerin kendine ayak bağı olmaması için ABD’yi, Avrupa Birliği’ni, Birleşmiş Milletleri, Arap dünyasını tamamen susturmak istiyor.
Devletler belki susar, uluslararası kuruluşlar belki sessiz kalır ama toplumsal vicdanlar harekete geçtiğinde ne devlet tanır ne otorite! Bu yüzdendir ki İngiltere geçenlerde yüz bin kişilik bir kalabalığın Filistin için toplandığına şahit oldu. Ve bu yüzden Fransız toplumu, devletinin yasaklarına rağmen sokaklara Filistin bayraklarıyla çıktı.
Çok şükür misalleri çoğaltmak mümkün… Buradan anlaşılıyor ki, İsrail bu saldırganlığına devam ettikçe insanlık mazlumun yanında daha çok duruyor. Hele son Gazze saldırılarına binaen Avrupa’da ve Güney Amerika ülkelerinde gösterilen tepkiler mazlum Filistin halkının lehine büyük bir kırılma noktasının oluşacağının bir habercisi gibi.
Uluslararası medya organları bu olayları her ne kadar İsrail’in savunma hakkı olarak yansıtsa da vicdan sahibi toplumları ikna edemiyor. Çünkü İsrail’e, bırakın Müslüman ve Hıristiyan toplumları, Yahudiler dahi tepkisini ortaya koyuyor. Son saldırıların ardından İsrail hükümetinin Tel Aviv’de bile protesto edilmiş olması meselenin yansıtılmaya çalışıldığından farklı olduğunu vicdanlı insanlara gösteriyor.
Avrupa Birliği’nin, BM’nin ve batı medyasının İsrail’in döktüğü kanı el birliğiyle aklamaya çalışmasına ve Hamas üzerine yapılan olağanüstü manipülasyonlara rağmen bu ülke halklarının tam tersi istikamette gidip Filistin’e destek çıkarak İsrail’i lanetlemesi dünyaya oldukça sağlam bir mesaj değil midir? Dualarımız o ki, İsrail bu barbarlığa devam edemeyecek ve dünya süper güçlerinin desteğine rağmen bölgesinde yalnız kalacağını zorla da olsa idrak edecek.
Ancak bütün bu baskıların ne Filistin halkını, ne Hamas’ı yıldırdığının; aksine İsrail’e karşı daha fazla bilediğinin anlaşılması için daha ne kadar insanın ölmesi, ne kadar hava-kara saldırısının yapılması gerekiyor, bunu bilemiyoruz. Nitekim şu mübarek günlerde içimizi burkan, yüreklerimizi kanatan da bu.
Son derece yüksek teknolojiye sahip ordusuna ve muazzam savunma sistemine rağmen Hamas’ın el yapımı füzelerinin ateşlenmesini durduramıyorsa, kara harekâtından 50 küsur askerini kaybederek dönüyorsa İsrail’in bu sorunu askeri tedbirlerle çözemeyeceğini artık anlaması gerek.
Bu meseleyle alakalı İsrail eski başbakanı Ehud Barak’ın 2001’de Süleyman Demirel ile yaptığı görüşmede söyledikleri son derece manidardır:
Osmanlı döneminde tek pırpırlı bir Onbaşı, 20 kişilik askeri gücüyle burayı huzur içinde yönetiyordu. İstanbul’dan gelen talimatları uygulayan Onbaşı, otur deyince oturuluyor, kalk deyince kalkılıyordu.   
Osmanlı Onbaşısı o zaman, şimdi bölgede içinden çıkılamayan işlerin üstesinden rahatlıkla geliyordu.”*
Bugün İsrail yakıyor, yıkıyor, kan döküyor fakat bir türlü bölgede istikrarı sağlayamıyor ise sebep uyguladığı akılsız politikalar değil midir?
Dünya üzerinde toplumsal vicdan her geçen yıl İsrail aleyhine daha fazla harekete geçerken İsrail’i inatla destekleyen süper güçlerin zor duruma düşmesinin kaçınılmaz olacağına inanıyorum. Gazze’nin içinde bulunduğu bu duruma karşı bütün dünya sussa da başta Türkiye olmak üzere vicdan sahibi bazı ülkelerin bu meseleyi gündemden düşürmemesinin de bölgedeki politikaların olumlu yönde değişmesine vesile olacağını düşünüyorum.
Kendi dindaşlarından bile bu kadar ciddi tepkiler gören İsrail, bu tepkilerin zamanla daha da arttığını görecek ve meşruiyet temelini kaybedecek, nihayetinde akl-ı selime gelecektir.
Yüce Allah daha fazla mazlumun kanı dökülmeden bu meselenin çözülmesini mübarek Ramazan ayında nasip eylesin.
*http://www.turktakvim.com/5/arka_yaprak/5/Agustos/2002/8/
yayın : 26 Temmuz 20:57

* Her yazarın yazısı ancak kendini bağlar. Yazıyla ilgili hukuki sorumluluk yazara aittir. Sitede yayınlanan hiçbir yazı sitenin “genel görüşü”nü yansıtmaz ve ony5irmi5 hukuki olarak sorumlu tutulamaz.

DİNLEMEYİ BİLMEK

Dinlemeyi bilmek

 Sare Şanlı

Hayatın sahte uğraşlarına, oyalamalarına, günlük rutin döngünün aldatıcılığına rağmen dini sohbetlere katılabilme azmini ve iradesini gösterebilen insanları takdir etmemek mümkün mü? Bilimsel bir konferans sonrasında net sonuçlar elde edilebilir, sertifika edinmek, notlar alıp derse, makaleye veya bilimsel çalışmaya eklemelerde bulunmak gibi. Fakat dini sohbete katılan insanın yegane amacı dinlediklerinin sonunda bilmediğini öğrenmek, bildiğini hatırlamak ve anlatılanlar üzerinde tefekkür edebilmektir. Bu kısım çok güzel, takdire şayan… Tek eksik, sohbete katılabilme iradesini gösteren duyarlı insanın “dinlemeyi” bilmemesi veya önemsememesi.
Sohbet esnasında çalan cep telefonları, alt tarafı bir iki saatlik bir konuşma süresince bile sabredemeyip kendi aralarında konuşanlar…
Kendisini merkeze alarak konuşmacıyla sohbet havasına girenler, verilen örnekleri yalnızca kendi hayatı üzerinden değerlendirip bu minvalde sorular soranlar…
Kendisinin de en az konuşmacı kadar (hatta bazen daha fazla) bildiğini göstermek maksadıyla konunun akışını bozarak uzun uzun yorumlar yapanlar, durmadan araya girenler…
Alakasız ve yersiz sorularla konuyu saptıranlar, tartışma yaratacak sorular soranlar ve belki benim göremediğim ama sizin bildiğiniz diğer sorunlar…
Sohbeti veren kişinin özenle ve belli bir sıraya binaen hazırladığı konu, kimi aceleci dinleyiciler tarafından yersiz sorularla, uzun yorumlarla, salonda yankılanan garip telefon melodileriyle dağıldığında zorda kalan tek kişi konuşmacı olmuyor ne yazık ki. Diğer dinleyicilerin dikkatleri ve zihinlerde oluşan etki de azalıyor. 
Üstat Sabri Tandoğan’ın gönül sohbetlerinde yer verdiği bir anısını paylaşmak istiyorum:
“Yıllar önceydi. Matematik profesörü olan bir arkadaşım bir bilimsel kongre ile ilgili Japonya’ya gidecekti. Veda etmeye geldi. ‘Sabri, sen Japonları seversin. Almamı istediğin bir şey varsa lütfen çekinmeden söyle, memnuniyetle alıp getireyim.’ dedi. ‘İlgine teşekkür ederim’ dedim, yalnız bir ricam var. Ginza Caddesinde gezerken bir kitapçıya uğra ve sor: Sizde güzel konuşma sanatı üzerine kaç kitap var, güzel dinleme sanatı üzerine kaç kitap var? Kitapçının vereceği cevapları küçük bir kâğıda yaz ve bana getir.’ Arkadaşım Japonya dönüşü bana uğradı ve istediğim emanet küçük kâğıdı verdi. Okuduğum rakamlar beni ürpertmişti. Güzel konuşma sanatı üzerine kitapçıda mevcut eserlerin sayısı ikiydi, ama güzel dinleme sanatı üzerine yazılan eserlerin sayısı yirmi üçtü. Bu durum beni yıllarca düşündürdü. Demek ki dinlemek, gerçek mânâda dinleyebilmek büyük bir sanattı. Ne yazık ki bu gerçek bize ne ailemizde, ne okuduğumuz okullarda öğretilmemişti. Hatta niye Allah bize iki kulak vermişti de bir ağız vermişti, bunun dahi farkına varmamıştık. “ *
Yıllarını gönül sohbetlerine adayan Tandoğan’ın da belirttiği gibi, sorunun temeli yine eğitim anlayışımızda yatıyor. Çin’de bilinen bir atasözü, “Çocuklarınıza önce dinlemeyi öğretin, konuşmayı nasılsa öğrenirler.”diyor. ‘Dinle’ demek dinlemeyi öğretmek demek değildir, eğitim; yaşayarak ve örnek olarak gerçekleştirilen bir süreçtir. Biz çocuklarımızı dinlemeyince, onlar da bizi dinlemeyi öğrenemiyorlar ve ne yazık ki çocuk eğitiminde başlayan problemler okul sıralarında da devam ediyor. Eğitimci talebeyi dinlemeyince, talebe de dinlemeyi gerektiği gibi öğrenemiyor. Dinleme eylemini içselleştirememek en temel problem olarak önümüzde duruyor. 
Yüce Kitabımızda dinlemeye yapılan vurguya dikkat edelim: “(Şu) söylenen her sözü (dikkatle) dinleyen ve onların en güzeline uyan (kullarım)a: (çünkü) Allah'ın hidayetine mazhar olanlar onlardır ve onlar (gerçek) akıl iz'an sahipleridir!”(Zümer 18)  Velhasıl, anlamak ve uymak için önce dikkatle dinlemek gerekiyor ki, neticesinde hidayete mazhar olabilelim.
Dinlemeyi bilen, dinlemenin tadına varabilen ve nesline dinleme sanatını öğretebilenlerden olabilmek duasıyla.
*http://www.gonulsohbetleri.net/html/yazi_oku.asp?id=496&root=496&replies=False
yayın : 14 Temmuz 10:05

SELAMSIZ MÜSLÜMANLAR

Selamsız Müslümanlar

 Sare Şanlı

Yolda yürürken hiç tanımadığım bir insandan gelen selam sözü kadar o anı güzelleştiren pek az şey olduğunu düşünürüm. Birbirini tanıdığı, defalarca karşılaştığı halde bırakın selam vermeyi, bile isteye gözünü kaçıran insanların sayısının her geçen gün arttığı dünyamızda, tanımadığı insana gülümseyen ve güzel bir selamla selamlayan insanı takdir etmek, örnek almak ve selamına en güzel şekilde karşılık vermek gerek.
Rabbimizin emri kat’i zira;  Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” (1)
"Sizden biriniz din kardeşine rastladığında ona selâm versin. Eğer ikisinin arasına ağaç, duvar ve taş girer de tekrar karşılaşırlarsa, tekrar selâm versin.” (2) diye tembihleyen de O’nun Resulü.
 ‘Selamlaşmamayı’ çağımızın ve İslam âleminin bir parçası olan ülkemizin en temel sorunlarından biri olarak görüyorum. Çünkü toplumsal bağları zayıflatan, insanların birbirine olan ilgi ve alakasını azaltan, kişiyi bencilleştiren ve insanlar arasında güvensizlik duygusunu yayan ciddi bir meseledir selamı önemsememek ve kesmek. Aynı apartmanda yıllardır altlı üstlü oturduğu komşusunun yüzüne bakmadan geçen, ofis binasına girerken mesai arkadaşlarını görmezden gelen, herhangi bir mekânda, herhangi bir ortamda tanıdığı, defalarca gördüğü hemcinslerine bir selamı çok gören modern çağın alabildiğine bireyselleşmiş insanına tanımadığı din kardeşine dahi selam vermek tavsiyesi nasıl izah edilebilir?
“Abdullah İbni Amr İbni Âs (radıyallahu anhümâ) şöyle dedi: Bir adam, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: – İslâm’ın hangi özelliği daha hayırlıdır, diye sordu? Resûl–i Ekrem: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir” buyurdu.” (3)
İşte bu kadar açık ve net bir hadis var karşımızda, okumadığımız, okusak da ihmal ettiğimiz, önemsemediğimiz... Müslümanın en hayırlı iki özelliğinden biri olarak “tanıdığı ve tanımadığı herkese selam vermesini” zikrederken Resul’ün sözüne kulak tıkamaya ve kendi zayıf bahanelerimizi öne sürerek bu hayırlı özellikten uzaklaşmaya hakkımız var mı? Sesli olarak “selam” diyemesek bile, bir baş işaretiyle, bir gülümsemeyle karşımızdakini önemsediğimizi, insan yerine koyduğumuzu gösteremez miyiz? Emredildiği gibi, selamı yayamaz mıyız?
Köylerde, küçük yerleşim bölgelerinde insanlar birbirlerini tanısa da tanımasa da selam verirler. Zira Anadolu kültüründe birçok gelenek, birçok alışkanlık köklerini İslam geleneğinden alır. Ancak geleneklere sırtını dönen şehirlere doğru gidildikçe, artan güvensizlik bahanesiyle insanlar arası iletişim asgari düzeye iner. Selam almaya-vermeye, selamı unutmaya ve selamsız yaşamaya alışmaya başlar kent sakinleri. Beni en çok rahatsız eden, dini hassasiyetleri olduğu halde selam bahsini ihmal eden, bir tebessümü din kardeşlerinden esirgeyen Müslüman kardeşlerimin hali. Bırakın selam vermeyi, verilen selamı alma noktasında bile tembel ve kayıtsız davrananların sayısı hiç az değil. Dini bir sohbete girip çıkarken dahi, kimselere bakmadan, selamlaşmadan, konuşmadan bir köşede oturan ve geldiği soğuk sessizlikle ortamı terk edenler var ise ortada çaresine bakılması gereken bir dert var demektir.
Bizi bu hale getiren şeyler nedir? Bir selamlaşma ile başımıza ne gibi işler açılacağını düşünüyoruz ki, bahanemiz güvensizlik sorunu olsun? Verdiğimiz selamın alınmamasına bozulduğumuz için mi bir sünneti terk ediyoruz? Karşımızdaki selamı almadıysa bu karşı tarafın sorunu değil midir?
Biz, bize düşeni sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve Resul’ün tavsiyesini yerine getirmek maksadı ile yaptıktan sonra ecrini selam verdiğimiz insandan değil, her tür ecrin adaletle dağıtıldığı makamdan bekleyeceğiz. Selam bahsine ilişkin onlarca hadisten biri olan“İnsanların Allah katında en makbulü ve O’na en yakın olanı, önce selâm verendir. ” (4) hadisi uyarınca önce selam veren taraf olmakta yarışacağız. Devir değişse de bazı şeylerin değişmeden kalabilmesini sağlayacağız.
1. (Nisa, 4, 86)
2. (Ebû Dâvûd, Edeb 135.)
3. (Buhârî, Îmân 20; İsti‘zân 9, 19; Müslim, Îmân 63. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 131; Nesâî, Îmân 12)
4. (Ebû Dâvûd, Edeb 133)
yayın : 7 Temmuz 12:46

ÇOCUK VE DİNİ EĞİTİM

Çocuk ve dini eğitim

 Sare Şanlı

Elinize bir mikrofon alıp, sokaklara inseniz, karşılaştığınız insanlara “Dindar insan kimdir?” diye sorsanız, sizce ne cevap alırsınız? Yıllardır değişmeyen bir algıyla, dindar insanın “çokça namaz kılan, ibadet eden insan” olduğu tanımıyla karşılaşacağınız kesin. Pek az kimse dindar insanın Allah’tan korkan, onun emir ve yasaklarını yerine getirmek için çabalayan, tefekkür eden, aklını kullanan, güzel ahlak sahibi bir insan olmasından bahsedecektir. Bu algı(dindarlığın tek ölçüsünün namaz, örtü, sakal gibi görünen unsurlar olması)  bu topraklarda uzun zamandır değişmediği için, “ne kötülük varsa, hacıda hocada var” kabilinden sözler makes buluyor. Doğal olarak çocuklarımızın dini eğitimi söz konusunu olduğunda da, çokça sure ezberleyen, 32 farzı bir çırpıda sayabilen, Kur’an alfabesini öğrenen bir çocuğa yeterli din eğitimini verdiğimizi düşünüyoruz. Fakat yanılıyor en azından eksik kalıyoruz.
3-4 yaşlarındaki çocukların Kur’an’dan sureler okuması elbette hoşumuza gidiyor. Fakat ilerleyen yaşlarda Kur’an anlamından bihaber okunmaya devam edildiğinde çocuğun bir başka yabancı dilde şiir veya şarkı ezberlemesinden farkı kalmıyor. “İyi de çocuk anlamını nasıl idrak etsin?” diye sorulabilir. Çocukların zekâsını tam da bu noktada küçümsüyor ve büyük hatamızın temelini burada atıyoruz. Oysa bilimsel veriler bugün bir çocuğun üç yaşına kadar 5-6 yabancı dil öğrenebileceğini söylüyor. Bilimsel veriler bir yana, ebeveynler olarak kendi çocuklarımızın yanında konuştuklarımıza dikkat etmediğimizde, anlamaz sandıklarımızı hiç olmadık ortamlarda nasıl da anladıklarını ve kullandıklarını fark ettiğimizde yaşadıklarımızı hatırlayalım.  Peygamberimizin başta Hz. Ali olmak üzere çocukları da ilmi meclislerde oturtması, onları ilimle yoğurması manidardır. Asla çocukları fikri ortamlardan uzaklaştırmamış, onları ilim öğrenme edebinden mahrum etmemiştir.
Kıymetli düşünür Metin Önal Mengüşoğlu ‘Zihni Karışıklar İçin Alışkanlık Reçetesi’ isimli kitabının bir bölümünde çocuklara verilen dini eğitim konusundaki fikirlerini şöyle izah ediyor: “Siz siz olun amelle başlayıp zihniyet teşekkülünü sonraya atmayın. Çünkü amel bir mükellefiyettir. Bütün ameller bir niyet ve vakit ile mukayyettir. İbadete alıştırmak yerine muhakeme mekanizmasını işletmeyi öğretmek, fikir imalatı etütleri yaptırmak ve ahlaki olgunluğu geliştirmek daha sağlıklıdır. Amelleri sırf alışkanlık olduğu için yerine getirmek bir fayda vermez.” *
İbadetten yoksun bir din düşünülemez ancak ibadetler güzel bir ahlakın üzerine inşa edilirse bina sağlam olur. Bana kalırsa biz ebeveynlere düşen, çocuklarımızın güzel bir ahlaka sahip olması için kendi ahlaklarımızı güzelleştirmeye devam ederek iyi bir örnek teşkil etmek, ibadetlerin anlamı hakkında çocuğu bilgilendirmek ve onların yüksek zihinsel kapasitelerini küçümsemeden anlatmak, izletmek ve kavratmaya çalışmak olmalı.  İyi kul olmanın birden fazla cephesi olduğunu ve her birinin hakkını gözetmek gerektiğini –yaşayarak- anlatmalıyız.
Masal diye kırmızı başlıklı kızı yiyen kurdu, Hansel ve Greteli pişirmek isteyen ruh hastası cadıyı anlatmakta sakınca görmüyor, çocuklarımızın zihinlerini hayali varlıklarla dolduruyor ancak Hz. İbrahim’in putları nasıl kırdığını çocuğumuzun anlamayacağını düşünüyoruz. Alışveriş merkezinde çocuk gezdirmeyi normal bulurken, Filistin için, Suriye için, Türkistan için düzenlenen bir geceye, bir protestoya, duaya, namaza çocuğumuzu götürmeyi uygun bulmuyoruz.
Tercihlerimize dikkat! Disney çizgi filmleri de elimizin altında, Hz. Musa’nın, Hay bin Yakzan’ın hayatını anlatan çizgi filmler de. Pastalı börekli altın günleri de yapabiliriz, çocuklarımızı da yanımızda götüreceğimiz beyin fırtınaları yapılan, Kur’an’ı anlamak için çaba sarf edilen ilim günleri de. Biz çocuklarımızı anlamaz, aklı ermez diye fikir etütlerinden mahrum ettiğimizde, berrak zihinleri lüzumsuz bilgi ve düşünce biçimleriyle dolacak. İşte tam da bu nedenle dini eğitimi, anlamını idrak etmeden bol miktarda sure ve hadis ezberlemekten ziyade sayısını önemsemeden çocuğun idrak ettiği ve içselleştirdiği miktarda öğreti ile sağlamalıyız. Bu noktada Gazali’nin de öğütlediği gibi kıssalardan, alimlerin, büyük zatların hayat hikayelerinden, doğunun kadim bilgeliklerinden yararlanmalıyız ki çocuğumuzun kalbinde salih kimselere karşı sevgi yeşersin.
*Zihni Karışıklar İçin Alışkanlık Reçetesi / Metin Önal Mengüşoğlu, Beyan yay. syf 86 
yayın : 30 Haziran 11:35

MENTAL OBEZİTE

Şişmanlayan beyinler: Mental obezite

 Sare Şanlı

Cep telefonlarının özelliklerin artması iyi mi oldu kötü mü oldu bilemiyoruz. Önceden sadece birini aramaya ve mesaj göndermeye yarayan küçük aygıtlarımızla artık internetin her tür nimetinden, istediğimiz her yerde ve her an kolaylıkla yaralanabiliyoruz. Günümüz insanının eli canı sıkıldıkça telefonuna gidiyor, ya twitterda, ya facebookta ya mesaj gönderiyor, ya da forumlarda, sözlüklerde geziniyor. Velhasıl sürekli bir veri akışına maruz kalıyor.
Uzmanlardan öğrendiğimiz kadarıyla, ana öğünleri geciktirmek ve geçiştirmek, doyurucu yemekler yerine abur cuburla beslenmek, sürekli bir şeyler atıştırmak sağlıksız bir beslenmenin ve neticesinde kilo almanın temel sebeplerinden. Aynı şey neden bilgi konusunda da geçerli olmasın? Her gün düzensiz aralıklarla gece gündüz demeden sık sık maruz kaldığımız veriler, hem zaman noktasında hem de zihnin kapasitesi noktasında gerçek ve faydalı bilgiye yer bırakmıyor olabilir mi? Bunun neticesinde zihnimizin sağlığının bozulması hatta ‘şişmanlaması’ mümkün mü?
Avusturalyalı Psikolog Tim Sharp, yaşları 16 ila 34 arasında olan 1029 kişi üzerinde bir araştırma yapıyor. Araştırmaya göre;
  • 18-34 yaş arası gençler günde 18 saati internetle/telefonla bir şekilde alakadar halde geçiriyor.
  • Yüzde 25’i ise günde 21 saati internet/telefon başında geçiriyor.
  • Katılımcılar günde ortalama 36 bildirim alıyor.
  • Yüzde 25’i SMS okumak veya göndermek için günde iki saat harcıyor.
  • Yüzde 39’u kilolarındaki değişikliğin sebebi olarak internet/telefon kullanımını suçluyor.
  • Yüzde 25’i internet olmaksızın hayatlarının “boş ve eğlencesiz” olacağından endişe ediyor.
  • Araştırmaya katılanların üçte biri uykusuzluk ve çeşitli uyku problemleri, sırt ağrıları ve parmak ağrıları gibi sorunlar yaşadıklarını ifade ediyor.
Klinik psikolog Tim Sharp’a göre, sağlıklı ve mutlu bir insan olarak faaliyette bulunma yeteneğimize darbe vuran faydasız bilgilerin istilasına uğradığımızda mental obezite (zihinsel şişmanlık) dediğimiz şey ortaya çıkıyor.
Her yanımız abur cubur, oyalayıcı, zamandan çalan, karın doyurmayan yani hiçbir fayda sağlamayan enformasyon ile dolu. Faydasız bilgi, ne yazık ki faydalı bilgilerden daha tatlı tıpkı faydasız gıdalar gibi. Aynı zamanda ulaşılması kolay ve ucuz (ucuzdan kastım, zihni yormaya gerek kalmadan öğrenilmesi ve çabucak unutulması).  Bu da onu insanoğlu için cazip kılıyor. Acıktığımızda çantamızda taşıdığımız bir paket bisküviyi yiyerek açlığımızı bastırdığımız, canımız sıkılınca şekerleme ve çikolataları atıştırdığımız gibi, her fırsatta elimize kolayca alabileceğimiz cep telefonlarımız sayesinde birkaç tuşla ulaşabileceğimiz sosyal medyada takılma, mesajlaşma vb aktivitelerle beynimizi dolduruyoruz. Bu durumda zihnimizde faydalı bilgiye yer kalmıyor.
Yiyecekler konusunda seçici davrandığımız, diyetlere başvurduğumuz gibi, enformasyon noktasında da bir tür dijital diyete başvurmamız ihtimal dışı değil. Belki yakın bir gelecekte psikologlar elimize “sabah üç mesaj, öğlen on beş dakika facebook, akşam on dakika twitter” yazan listeler verecek. Nitekim Twitter Çağında Bilgelik isimli çalışmanın yazarı David Ryan Polgar enformasyonun aşırı tüketimi neticesinde zihinsel diyet ve egzersizler sunan endüstrilerle karşılaşacağımızı öngörüyor. Sağlıklı beslenme programları gibi, sağlıklı dijital hayat önerileri de yakın bir gelecekte karşılaşacağımız konular arasında. Polgar, Daha az veri, daha çok bilgi ve düşünce ihtiva eden bir dijital diyetin ve zihinsel egzersizlerin düşünme kalitemizi de artıracağı görüşünde.
Önlemi alınmazsa, yani dijital diyet ve zihinsel egzersizlerle mental obezitenin önüne geçilmezse başka ne tür zihinsel ve doğal olarak ruhsal sorunlar ortaya çıkabilir? Zihinsel sorunları uzmanlara bırakmalı ancak sosyal ilişkilerin azalması ve yalnızlığın artması neticesinde depresyon, stres, anlamsızlık duygusu, sonsuz bir boşluk gibi sorunlar yaşayacağımızı görmek için uzman olmaya gerek yok diye düşünüyorum.
Kaynaklar:
yayın : 23 Haziran 14:46

ONLINE DERSLER

Eğitim alanında yeni bir adım: Online dersler

 Sare Şanlı
Dünya üzerinde eğitim - öğretim sürecinin sıkıntısız olduğu, öğrencilerin öğrenmekten, eğitimcilerin öğretmekten sonsuz keyif aldığı bir yer var mıdır? Sanırım en gelişmişinden az gelişmişine kadar her ülkede, her çağda, her kültürde eğitim-öğretim sistemlerine yönelik şikâyetler, sorunlar ve beklentiler mevcuttur. Kimi zaman sorun derslerin içeriğinde, programsızlıkta, sınav sisteminde kimi zaman ise eğitmenlerin sayıca ve nitelik olarak yetersiz oluşunda.
Ülkemizde ilkokul sıralarından itibaren eleştirdiğimiz eğitim sistemi sanırım öğrenciye en fazla sorunu üniversite tercihinde yaşatıyor. Sırf diploma edinebilmek için girilen, sürekli muhteviyatı ve kuralları değiştirilen bir veya birkaç sınav sonrası öğrenciler aslında hiç de ilgi duymadıkları bir bölümü okuyup hayatlarını bu bölüm üzerinden şekillendirmek zorunda kalabiliyor. En verimli, en enerji dolu yıllar istemeye istemeye kalabalık sınıflarda dinlenen derslerle, arkadaşlardan toplanan notlarla ve ezberci bir anlayışla girilen sınavlarla geçiyor.
Yaklaşık 5 ay önce tesadüfen MOOC(Kitlelere açık online eğitim) kavramıyla karşılaştım ve daha önce karşılaşmadığıma çok üzüldüm. Örgün eğitim veren üniversiteye kayıt olmak için giriş sınavını geçmek, zorunlu olarak belirlenen tüm derslere katılmak ve mezun olmak için de sınavları başarıyla vermek zorundasınız. MOOC ise, ücretsiz kayıt olabileceğiniz, istediğiniz çeşitlilikte ve sayıda ders seçebileceğiniz, sadece öğrenme amacıyla veya sınavları geçip bir sertifika edinme amacıyla katılabileceğiniz, dünyanın dört bir yanındaki öğrencilerle tanışabileceğiniz, en önemlisi dünyanın en prestijli üniversitelerinin yine en iyi eğitmenlerinin anlattığı video formatındaki dersleri, alt yazılarıyla birlikte istediğiniz her an ve her yerde izleyebileceğiniz bir sistem sunuyor. MOOC programları içinde 2012 yılının Nisan ayında hayata geçirilen coursera.org ders sayısı ve erişim noktasında şuan en popüler site. Genetikten tutun elektroniğe, rock tarihinden sosyal bilimlere kadar 400’den fazla ders seçeneği sunuyor. Derslerin süreleri ve sertifika kazanma koşulları ise değişiyor, 4 hafta süren ders de var 12 hafta süren de. Bazı dersler için ödev hazırlamanız ve sınıf arkadaşlarınızın ödevlerini kontrol etmeniz gerekirken, bazı dersleri haftalık sınavları tamamlayarak bitirebiliyorsunuz. “Discussion forums” başlığı altında sorular sorabiliyor, dersin konuları hakkında görüş bildirip, bilgi paylaşımında bulunabiliyorsunuz.
Eğitim alanında atılan bu yeni adım hiç üniversite okuyamamış veya istediği bölümü okuyamamış öğrenciler için, unuttuklarını tekrar etmek isteyenler için veya ilgi alanlarına yönelik bilgi edinmek isteyen, yaşam boyu öğrenciliği benimseyenler için bulunmaz bir fırsat. Tek sorun şu ki, henüz Türkçe verilen derslerin sayısı sadece 2. Tüm MOOC dersleri ağırlıklı olarak İngilizce veriliyor. Dil bilenler için, dillerini geliştirme fırsatı sunuyor ancak bilmeyenler için alt yazı uygulamalarının çok gecikmeyeceğini ve hatta ülkemizdeki üniversitelerin bu oluşum içinde bulunmak için çabalayacaklarını düşünüyorum. Uygulamalar şimdilik üniversite düzeyinde. Yakın bir gelecekte ilk öğretim ve lise eğitimine de online dersler ile neden destek verilmesin?
Okulları, sınıfları, bugünün öğrencilerini bir düşünelim: Çağ değiştikçe sınıflarda oturamayan, aşırı hareketli, öğrenme güçlüğü çeken, derslere ilgisiz çocukların sayısı artıyor. Geçmiş dönemlere kıyasla çocukların veya gençlerin dikkatini dağıtan çok daha fazla etken var. Her ilkokul çağı çocuğunun aklı ders esnasında oyunda veya eve gidip tablet, bilgisayar, tv başına oturmakta. Çocuklar sözlü iletişim yerine mesajı, maili, sosyal medyayı tercih ediyor. Çocuğunuzun cep telefonuna “sfr hzr”mesajını atmanız “Sofra hazır!” diye bağırmanızdan daha çabuk tepki vermesini sağlıyor. Yani çocuklarımız kaçınılmaz bir şekilde ekranı ve görsel öğrenme biçimlerini seviyor. Bu yüzden her yaş grubundaki öğrenci için online eğitimin desteği düşünülmeli.
Yaşam seviyelerimizin diplomayla belirlendiği bir sistemde zor olsa da, her öğrencinin ilgi alanındaki dersi takip etmesi, bir dersi öğrenmek için, düşünmek için alması ve eğitimin özgürleşmesi umarım bir hayal olarak kalmaz. En azından bu yolda atılan adımların varlığı umut verici.
yayın : 16 Haziran 10:16
* Her yazarın yazısı ancak kendini bağlar. Yazıyla ilgili hukuki sorumluluk yazara aittir. Sitede yayınlanan hiçbir yazı sitenin “genel görüşü”nü yansıtmaz ve ony5irmi5 hukuki olarak sorumlu tutulamaz.

 Yorumlarınız
Adınız