29 Nisan 2013 Pazartesi

TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜMÜZ


Tahammülsüzlüğümüz


etiketler: sare şanlı tahammülsüzlük
Çocukken aniden elektrik kesilmesi sıradan akşamlarımızı renklendirirdi. Çünkü herkes uğraşmakta olduğu işi bırakmak zorunda kalırdı. Babam gazetesini, annem örgüsünü, biz çocuklar da derslerimizi yada izlediğimiz çizgi filmleri. Böylece kimse karanlıkta yapacak başka bir şey bulamadığından, sohbet etmeye başlardık. Anne babamıza çocukluk anılarını anlattırır, sonra mum ışığının duvarda oluşturduğu gölge sahnesinde maharetlerimizi sergilerdik. Ellerimizle çeşit çeşit hayvan şekilleri yapıp, kardeşler arası birinciyi seçerdik. Elektriğin sık sık kesilmesine üzülmez, hatta bizi başka yerlere dağılmaktan alıkoyup mum ışığında dahi olsabirbirimizin yüzüne bakmaya mecbur etmesine sevinirdik.

Hayatımızda elektriğin kapladığı yer arttıkça elektriksizliğe olan tahammülsüzlüğümüz de arttı. Kimse akşam kesilen elektrik sayesinde birbiriyle sohbet edebileceği için sevinmiyor. Televizyonda yarım kalan program, internette kesilen sohbet, makinede kalan çamaşırlar, mum veya feneri nereye koyduğunu bulamamak haddinden fazla öfkeye sebebiyet verebiliyor.

Doğalgaz ve su kesintilerinde de durum farklı değil. Kısa süreli bile olsa telefon hattında yaşanan problemler, bozuk asansör, geç gelen otobüs, bozulan fotokopi makinesi de modern insanın tahammül gösteremeyeceği olağan üstü durumlardan sayılıyor. Bedelini ödediği hizmeti eksiksiz ve kusursuz almayı en tabi hakkı gördüğünden ilk tepkisini de yetkili mercilere kızarak yada söverek ortaya koyuyor. Sonrasında da her tür legal ve illegal yola başvurarak eksiklik, kesinti yahut sıkıntının giderilmesini sağlıyor.

İnsanın uğradığı haksızlığa, sıkıntıya usulünce itiraz etmesini anlıyorum ama sıkıntısız ve engelsiz, yani her daim tıkırında giden bir hayat beklemek ne kadar sağlıklı?
 
İnsanca ve daha önemlisi müslümanca düşününce endişe, keder ve yokluğun, hayatın kendisi gibi Allah tarafından yaratıldığını kavramak, tüm bu sıkıntıların imtihan aracı olmasının yanı sıra insanı şekillendirdiğini görmek hiç de zor olmuyor.
 
Lakin çağdaş dünya, insanca ve müslümanca düşünmenin önüne öyle çok engel döşüyor ki, tüm bu engeller günümüz insanının tahammülsüzlüğünü besliyor ancak. Modern insan alabildiğine tahammülsüz. Beklemeye, aksiliklere, yokluğa, imkansızlıklara kısaca yolunda gitmeyen her şeye karşı tahammülsüz. Zira “bireysel haklar” üzerinden yürütülen söylemler bencilliği besliyor ve bireyselliğin altını çiziyor. Benlik kuvvetlendikçe insan her şeye hükmedebileceği yanılgısı içine düşüyor. Benliğini merkeze almaya başladıkça dünyadaki her şeyin onun hizmetinde ve onun istediği şekilde çalışması/yürümesi gerektiğini ve iyi olan her şeyi kendisinin hak ettiğini düşünmeye başlıyor. Dünyayı “ben” ekseni etrafında döndürmeye çalışınca tahammül etmesi gereken değil,tahammül edilmesi gereken konumuna geçiveriyor.
 
Alışverişe saatlerini harcarken, kasada bir dakika bekletilmeye tahammül gösteremiyor. Gün boyu gezip tozuyor, otobüsün beş dakika gecikmesine tahammül edemiyor. Cafede çayının bir dakika geç getirilmesine, metroya binerken önce inecek yolcuların çıkmasını beklemeye, yolculuk esnasında ağlayan bebeğin sesine, üst komşunun tıkırtısına, iş arkadaşının hapşırığına, kocasının yatılı misafirine, karısının akşam yemeğini hazırlamamasına, çocuğunun meraklı sorularına, arkadaşının derdini dinlemeye tahammülsüz.
 
Sıcak suyla çabucak yapılan hazır kahveye alıştığından, ocaktaki Türk kahvesinin ağır ağır on dakikada pişmesini de bekleyemiyor. Benzer şekilde hazır çorba ve konserve yemek tüketmek de aynı tahammülsüzlükten.
 
Şüphesiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! (Bakara 155)

Schopenhaur “
Hayatta rotamızı şaşırmamak için her zaman belli bir miktar endişe, keder ve yokluğa ihtiyaç duyarız” sözünü söylerken Bakara 155’den haberdar mıydı?
 
Ya biz?
Son Güncelleme Bugün | 12:34

22 Nisan 2013 Pazartesi

BATIDA YAŞLANMAK İSTER MİYDİNİZ?


Batıda yaşlanmak ister miydiniz?


etiketler: sare şanlı yaşlılık
Dünyanın en sağlam ekonomisine sahip olan Almanya, kendisini bugünlere taşıyan on binlerce vatandaşını hasta ve yaşlı oldukları için başka ülkelere ihraç etti.” Evet, yanlış okumadınız, bu haber yakın bir tarihte The Guardian gazetesinde yer aldı. Almanya yaklaşık 10 bin hasta ve yaşlı vatandaşını Macaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerdeki huzurevlerine gönderdi.

2050 yılına kadar Almanya’nın genç nüfusu 10 milyona yakın bir azalma gösterecek, yaşlı ve bakıma muhtaçların sayısı ise aratarak yüzde 15’i bulacak. Ülke ekonomisinin bu kadar insanı bakmaya yetmeyeceği gerekçesiyle uygulamayı savunanların sayısı hiç de az değil. İşte ben merkezli, haz odaklı ve seküler düşünce yapısına sahip kafaların bencilliğinin ve faydacılığının geldiği son nokta! Umarız son noktadır, zira insan daha ötesini düşünemiyor.
*
Aslında Batı içindeki yaşlı nüfusla uzun zamandır mücadele ediyor. Batının değerlerine göre yaşlılık denilen evre doğal bir süreç olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor. Çünkü yaşlanan insanişgücüne dönüştürülemeyen, yaşadığı toplumun sırtında bir yük gibi taşınan, işe yaramayan bir varlık olarak algılanıyor. Çalışma çağındayken “girdi” olarak değerlendirilen insan, yaşlandığında bu vasfını kaybediyor. Sonrasında “geri dönüşüm” ile de değerlendirilemediklerinden adeta çöpe atılıyorlar. Bu yüzden Batılı insan ölümden daha çok yaşlanmaktan korkuyor. Yaşlanmayı geciktiren ürünlere servet ödemeleri de bu korkunun varlığını doğrulamıyor mu?

Batılının 
doğduğu andan itibaren ebeveyninin bencilliğiyle bakıcılara, kreşlere emanet edilmesiyle başlayan yalnızlık süreci, kendini her daim garanti altında tutma, genç ve güçlü kalarak kimseye muhtaç olmama gayretiyle devam ediyor. Aile kavramının yok olması, bireyin Allah’tan çok kendine güvenmesi, bir başınalığın yegâne yaşam biçimi olarak gösterilmesi Batı’da yaşlanmanın ve kendi kendine yetememenin bir felaket olarak algılanmasına yol açıyor.
 

İnsanın kimseye muhtaç olmama isteği ne kadar doğal bir his olsa da, bunun mümkün olmayacağı da o kadar net bir gerçektir. Nitekim Batı insanı gerçeği göz ardı ederek yaşamanın bedelini yaşlandığında ödüyor. Hayatı yalnızca zevklerden ibaret algılayıp, güç, para ve haz peşinde koşan insan, muhtaç olanı görmezden gelerek yaşadığında ve nesillere de bunu tembihleyip aktardığında, kendi muhtaç ve çaresiz zamanında nasıl olumlu bir tepki bekleyebilir? Almanya’da vuku bulan hadise, bugün genç ve güçlü olanların yarın ihtiyarladıklarında aynı duruma hazır olduklarını gösterir mi? Hayır! Batı’nın en temel problemi de bu değil mi zaten? Merkeze hep kendini, kendi bedenini ve kendi isteklerini alarak düşünmek, yaşamak ve planlar yapmak. Kendi canı yanmadığı sürece, başkalarının acılarına aldırış etmemek
                                                                                              *
Dünyayı saran bencillik, benmerkezcilik, güç, para ve haz için yaşama gayreti çok şükür şimdilik Doğu toplumlarında bilhassa Müslüman coğrafyada Batı’daki kadar zalimane sonuçlanmıyor.

Lakin hızlı Batılılaşma sürecimizde 
işlevini yitiren ve bakıma muhtaç yaşlıyı sırf duasını almak ve hayırlı evlat olmak adına evimizin sıcaklığında bakmaya devam edebilecek miyiz?İş ve alışveriş hayatımızdan feragat edip yalnız yaşayan yaşlılarımızın gönüllerini almayı kıymetli bir görev addedebilecek miyiz? Yoksa “İçinizdeki güçsüzler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz” hadisi şerifini unutarak bizler de yaşlılarımıza Batının reva gördüğü benzer muameleyi mi yapacağız? Eskiden olduğu gibi sözü dinlenen, saygı ve hürmet gören bilge yaşlılarımız mı olacak, yoksa nankörlük gösterip hangi huzurevine atıp kurtulsam diyeceklerimiz mi?
Son Güncelleme Bugün | 13:26

16 Nisan 2013 Salı

CEMAATLE NAMAZA ÖZLEM


Cemaatle namaza özlem


etiketler: sare şanlı cemaat namaz
Geçenlerde bizim ufaklığı anneme emanet edip, eşimle birlikte ufak bir gezinti yapalım dedik. Dünyevi zevklerden az buçuk nasiplendikten sonra, ikindi namazını zaten görmeyi çok istediğim Mimar Sinan Camii’nin (Ataşehir/İstanbul) cemaatiyle birlikte kıldık. Fani dünyanın gelip geçici hazlarından sonra camide, üstelik de cemaatle namaz kılmak, topluca ibadet etmenin insan ruhunda uyandırdığı gerçek hazzı yaşamak çok iyi geldi doğrusu.
Oğlum iki buçuk yaşına doğru yol alıyor. O doğduğundan bu yana cemaatle kıldığım namazların sayısı iki elimin parmaklarını geçmiyor ne yazık ki.
Keşke bir köşede uslu uslu otursa ve ben namazlarımı ara sıra cami cemaatiyle beraber kılabilsem. Ama olmuyor, çocuk çocukluğunu yapıyor, kaçıyor, tehlikeye gidiyor, anne diye ağlıyor, gürültü yapıyor, kısaca cemaatle namaz kılmayı benim için şimdilik erteletiyor.
Diyeceksiniz ki, çocuk sahibi olmadan önce her gün cami cemaatiyle mi kılıyordun namazlarını? Maalesef hayır. Asıl sorunum(uz) da bu. Cemaatle namaz kılmak, biz Türkiyeli bayanların gereksinim duymadığı ve gereksinim duymayınca da bu uğurda çaba göstermediği bir sünnettir. Peygamberimizin yaşadığı dönemde çocuklu hanımlar sabah namazlarına dahi çocuklarıyla birlikte gelmiş iken, bizler yıllardır bayanlar olarak camileri o kadar ıssız bıraktık ki…
Toplanmak için yemeli içmeli ev toplantılarını tercih ettik. Alışverişe çıkmak zor gelmedi de, camiye gitmeyi yük olarak algıladık. Erkeklerin hanımları camiden uzak tutma çabasına da yürekten itiraz etmedik, itiraf edelim kimilerimizin işine bile geldi bu durum. Bu nedenle bugün cemaate katılmak istediğimizde tuhaf bir istekte bulunmuşçasına yadırganıyoruz.
Elbette istisnai uygulamalar var. Hanımların kalabalık bir cemaat oluşturduğu, faaliyetlerde bulunduğu, çoluk çocuk hep birlikte faydalandığı camiler de mevcut. Zaten benim heves ettiğim şey de bu tür istisnai uygulamaların genelleşmesi, her caminin coşku dolu Müslüman hanımlarla dolması. Çünkü “Biz yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz” ayetindeki o “biz”in gücünü hissetmeye muhtacız. Dünya hayatının süsünden, şeytanın aldatmasından korunmak istiyorsak, bir başımıza ve savunmasız kalmak yerine, inanan kardeşlerimizle birlikte olmanın güven ve coşkusunu yakalamayı istemek ve bu uğurda çabalamak zorundayız.
Bir düşünüyorum da cemaatle kılınan namazda o kadar çok fayda var ki insanoğlu için... Kaybettiğimiz birçok değeri cemaatle namaz kılarak tekrar kazanabiliriz. Bencil, yalnız ve monoton hayatlarımıza çeki düzen vermek için caminin huzur dolu atmosferi bulunmaz bir nimettir.
İnsan cemaate katılarak, evin, iş yerinin yani rutin hayatının dışına çıkar, mahallesindeki mütedeyyin insanları tanır, onlardan haberdar olur. Hal hatır sorar, sıkıntısını bilir ve gidermeye çalışır. Anlatır, dinler, paylaşır. Hakkı ve sabrı tavsiye eden müminlerden oluşan bir çevresi olur.
Evde, iş yerinde insanı namazı huşu içinde kılmaktan alıkoyan onlarca etken varken, cami insana eşi bulunmaz bir manevi ortam sunar. Ruhun huzurla dolmaması imkânsızdır camide. Monotonluktan bunalan, dert sahibi birçok insan için ne büyük farklılıktır cemaate karışmak. Depresyondan kurtulmak için en etkili çözümdür.
Daha sayamadığım nice nimeti, güzelliği ve faydayı barındırır camileri, mescitleri hayatın merkezi kılmak. Zaten “Mümin mescitte sudaki balık gibidir, münafık ise kafesteki kuş gibi.” hadis-i şerifi inanan bir kulun mescitle, camiyle olan bağının ne şekilde olmasını gerektiğini açıkça belirtiyor.
Öyle ki; kalbi mescitlere sevgi bağıyla bağlı Müslüman*, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, Allah’ın arşının gölgesinde gölgelendirilecek 7 tür insan arasında olmakla müjdelenir.
Camilerimizi yetim bırakmayarak, ümmet olmanın hakkını vererek, hiçbir gölgenin bulunmadığı o kaçınılmaz günde, Rabbimizin gölgelendireceği kullardan olmak duasıyla…
*(Bu güzel hadisin tamamı) Ebu Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teala, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır:
Adil devlet başkanı,
Rabbına kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,
Kalbi mescitlere bağlı Müslüman,
Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,
Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine "Ben Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit,
Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
Tenhada Allah'ı anıp gözyaşı döken kişi." (Buhari,Muslim)
 

11 Nisan 2013 Perşembe

YENİDEN KOMŞU OLSAK


Yeniden komşu olsak


etiketler: sare şanlı komşuluk
“Eskiden bir komşumuz vardı… Rahmetli komşumla ne güzel günler geçirmiştik… Komşum büyüttü oğlum seni…” Bilmem bu sözleri bizden sonraki nesiller duyar mı? Sanırım tüm bu cümlelerin son kullanma tarihleri çoktan geçti. Artık çocuklarımıza ‘komşu komşunun külüne muhtaçtır’ yahut ‘ev alma komşu al’ gibi özlü sözleri anlatamayacağız. Belki de insanlar komşu sözcüğü ile karşılaştıklarında anlamını bilmediklerinden sözlüğe bakmak zorunda kalacaklar. Abartıyor muyum?

Şayet siz Anadolu’da yaşıyorsanız düşüncelerimi karamsar bulabilirsiniz. Ama İstanbul’da yaşayan ve birkaç ev değiştirmiş biri olarak komşuluğun can çekişmekteolduğunu söyleyebilirim. Yaklaşık dört yıl oturduğum on haneli binada yalnızca iki komşumu tanıyabildim. Diğer sakinler selam vermeyi bile çok gördüler. Aynı apartmanı paylaşıyor olmayı, iletişim kurmak için yeterli bulmadılar demek ki.

Her tür insan ilişkisinin olumsuza doğru yol aldığı günümüzde komşuluk ilişkisinin iyi kalması nasıl beklenebilir? İnsanlar aynı mekanı paylaştıkları kişileri tanımak ihtiyacını hissetmek şöyle dursun, bir selamı, ufak bir gülümsemeyi dahi esirger oldular. Hoşunuza gitmeyecek biri dahi olsa, kapınızın birkaç metre ötesinde, duvarınızın öte tarafında kimin yaşadığını merak etmez misiniz? Hayır, artık merak etmiyoruz, ilgilenmiyoruz. Gürültü yapmasın, üstüme halı çırpmasın, ayakkabıları kapımın önüne taşmasın, apartmanı böcek sardırmasın yeter!

Galiba, komşuluk artık alaturka bir ilişki biçimi olarak algılanıyor. Komşuya gitmek, onunla ev ziyaretleri gerçekleştirmek sanki bu çağa pek de yakışmayan bir şey. Kendimize ördüğümüz o duvarlar sayesinde o kadar yalnızlaştık ki, o kadar bencilleştik ki, komşuculuk oynamanın hiç zamanı değil! Öyle ya, çat kapı gelirse, unu biter, şekeri biter de bizden isterse, bir şey emanet ederse, çocuğu okuldan gelip anahtarı unuttuğunu söyler ve içeri gelmek isterse?

İşin doğrusu 
tüketim çağı her şeyi satın almayı ve bir kenarda saklamayı telkin ettiğinden, komşudan isteyebileceğimiz bir ürün de kalmadı. Fatma teyzeden kakaolu kek tarifi almaya lüzum yok, internet Fatma teyze dolu nasılsa. Akşam evde oturup (şayet AVM ve benzeri tüketim mabetlerini gezip, alışveriş yapmaktan eve gelebilmeyi başardıysanız) sıkıntıdan patlayan da kalmadı. Televizyonun kumandasına dokunmak yeterli. (İnternetin sunduğu sınırsız seçeneği de unutmayalım.)
                                                                              *
Peki asgari düzeyde de olsa bir komşuluk ilişkisi tutturulamaz mı? Yeni taşınan komşuya kapıdan da olsa, hoş geldiniz, bir ihtiyacınız var mı denilemez mi? Birbirinden hiç hoşlanmayan iki komşu hiç olmazsa birbirinin sıkıntılı zamanlarını gözetemez mi?  

Bize komşusuna iyi davranmayı öğütleyen, o açken tok yatamazsın diyen peygamberi dinlemeyecek kadar küstah mı olduk? O peygamber ki; “-Cibril, bana komşuyu tavsiye edip duruyordu. Öyle ki, onu mirasçı kılacak zannettim” diyor. Komşusu aç iken tok yatmaktan hiç bahsetmeyelim, o konuda hep birlikte sınıfta kaldık!

Belki bunları okurken kötü komşularınız geçiyor aklınızdan. Camınızın eşiğindeki tozu, sabahın erken saatlerinde yapılan gürültüleri, kapınızın önüne akmış çöpün suyunu anımsayıp sıkıntılanıyorsunuz. Kötü komşuyla da mı ilişki kuralım yani diyorsunuz.

Dinimizce iyi komşu, komşusuna iyilik eden ve komşusundan gelen sıkıntılara sabreden mümin kişi olarak tanımlanıyor.  Demek ki komşuluk sisteminin içinde yalnızca komşumuz yok, biz de varız. O halde kendimiz hiçbir çaba sarf etmeden, sıkıntıya katlanmadan her şeyin yolunda gitmesini bekleyemeyiz. Bizim üzerimize düşen kimi zaman da sabrederek bir şeyleri düzeltmeye çalışmak olabilir. 
                                                                              *
Peygamber s.a.v. Efendimiz’in ashabından birisinin bir Yahudi komşusu vardı. Yahudinin evinden türlü pislikler ve çamaşır suları akardı. O sahabi ise Yahudiye hep teşekkür eder, ailesine de kendisi gibi Yahudiye böyle davranmasını emrederdi. Sekiz sene bu hal böyle devam etti. Sahabi vefat ettiğinde, Yahudi taziye için sahabinin evine gitti. Evin içinde pisliği ve bunların nereden geldiğini gördü. Geçen zaman içinde olan bitenleri öğrenince, müthiş pişman oldu. Sahabinin ailesine sordu:
- Bu hali bana niçin haber vermediniz de, sürekli teşekkür edip durdunuz? Şöyle cevap verdiler:
- Merhum bize şükrü emreder ve şükrü terk etme durumunda neler olacağı ile de bizi korkuturdu.
Yahudi bunları duyunca iman etti.

İyi bir komşu olmak ve iyi komşularla hemhal olmak duasıyla…