22 Temmuz 2013 Pazartesi

MİDE HAZZI


Yazarımıza Ulaşın

Mide hazzı

 Sare Şanlı
Ramazan ayına her kavuştuğumda midemle olan ilişkimi yeniden gözden geçirmeye çalışıyorum. Özellikle de uzun oruç günlerinde mutfakla olan bağımın zayıflamasına sevindiğimi itiraf etmeliyim. Milletçe saatler boyu mutfakla küs duruşumuz, yeme içmeye ayırdığımız vaktin azalıp, faydalı işlere ayıracağımız vakte eklenmesi kesinlikle bir avantaj. Yiyip içemeyeceğimiz için mecburen farklı işlerle meşgul olmak zorunda kalıyoruz çünkü.
Peki ya ramazan ayı dışında nasılız?
Sürekli bir yeme halindeyiz. Evde, işte, toplantıda, kermeste, davette, düğünde, cenazede, kadın günlerinde, misafirlikte… Çalışanlar ofislerinde sürekli çay/kahve içiyor, her çekmecede atıştırmalık bir şeyler gizli. Evdekiler sıkıntıdan tatlı/kek/kurabiye çeşitleri icat ediyor. Akşam yemeklerini en ağırından yiyor, üstüne mutlaka çayımızı içip, tatlımızı yiyoruz. Ardından meyveyi, kuruyemişi, aburu cuburu ihmal etmiyoruz. Yeme alışkanlıklarımız daha çocuk yaşlardan itibaren kodlanıyor beynimize. Çocuklarına yemek yediren anneleri gözlemleyin, ellerinde kaşık sürekli çocuklarının peşinde, onlara arka arkaya bir şeyler yedirme telaşındalar. Okul çağına gelince aynı çocuklar markette satılan ne kadar abur cubur varsa hepsinin müptelası haline gelmiyor mu?
Bu kadar çok yiyince alışverişimiz de sıradan olmuyor. Alışveriş sepetlerimizde en çok gıda ürünleri yer kaplıyor. Temel gıdalar bir yana, vücudumuz hiç ihtiyaç duymadığı “çekici ambalajlarda sunulan fazla lezzetli ürünleri” görünce almadan, alınca yemeden duramıyoruz.
İnsanların birbirlerini ziyaret etmedeki amaçlarının yemek yemek olduğunu düşündürüyor bana ev ziyaretlerindeki ikramlar. Kadın günlerinin tabaklara sığmayan çeşitleri, iftar sofralarının sofraya sığmayan tabakları midelerimizi ne kadar şımarttığımızı ispatlamaya yetiyor.
Roma geleneğinde saatler süren yemek ziyafetlerinde asillerin daha çok yiyip, daha fazla keyif alabilmek için yemek arasında kölelerin getirdiği özel kaplara kustukları anlatılır. Böylece midelerini boşaltıp daha fazla yemek yiyebiliyorlardı. Bizler de daha fazla yiyebilmek için soda içiyor yahut bir Türk kahvesi/çay ile yediklerimizi hazmetmeye zorluyoruz kendimizi. Sofradan doymadan kalkabilmek şöyle dursun, doyduğumuz halde kalkamıyoruz.
İslam insanın başıboş bir şekilde dilediğini, dilediği şekilde yemesine müsaade ediyor mu? Resul’ün(s.a.v.)yeme içme kültürü ile bizimki arasında benzerlik var mı? Günde iki öğün yiyen ve az yemeye özen gösteren, sofraya acıkmadan oturup, doymadan kalkan bir peygamberin ümmeti iken yemek yemeyi hayatın merkezine oturtur hale geldik. (Üç öğün yeme alışkanlığının Osmanlıya Tanzimattan sonra yerleşmesi düşündürücü değil midir?)
“Ademoğlunun doldurduğu kapların en kötüsü tıka basa doldurduğu midesidir. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Bunu yapamıyorsa; karnının üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de teneffüs etmeye ayırsın.”diyordu Nebi(s.a.v.) oysa.
Sünneti unuttuğumuz/ihmal ettiğimiz/yeterince ciddiye almadığımız için midelerimizin kölesi olmadık mı? Bu kölelik vakit ve nakit kaybını ilaveten çeşitli sağlık sorunlarını da beraberinde getirdi üstelik.
Mübarek ay Ramazan ile, midemizle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirebilmek, hayırlı neticelendirerek sünneti yaşayabilmek duasıyla…
yayın : 22 Temmuz 10:44

17 Temmuz 2013 Çarşamba

RAMAZAN NOTLARI

Ramazan Notları

 Sare Şanlı
Son yıllarda her Ramazan biraz buruk geçiyor. Zulmün kan ve gözyaşıyla yıkadığı mazlum coğrafyalardaki Müslüman kardeşlerimizin yasını ekliyoruz tuttuğumuz oruçlara.
Televizyonlar ve gazeteler bir yanda ateş altındaki Müslümanların görüntülerini verirken, diğer yanda sahur ve iftarda nelere dikkat edilerek sağlıklı oruç tutulabileceğini uzmanlar eşliğinde anlatıyor. Diyetisyenler ve sağlık uzmanları her yıl aynı tavsiyelerle karşımıza çıkarken, ilahiyatçılar da her ramazan aynı soruları sabırla cevaplamaya çalışıyor. Mustafa İslamoğlu’nun deyimiyle ekranlarda“ramazan festivale, oruç diyete, ibadet de adete çevriliyor” bir bakıma.
                                                                       *
Her Ramazan kendi nefsimde bir şeyleri değiştirmeye çabalıyorum. On bir ay boyunca beslediğim bedeni bir kenara bırakıp, ruhumun ihtiyaç duyduğu gıdalara ağırlık vermeye çalışarak geçiriyorum günlerimi. “Kur’an ayı”nda daha önce hiç olmadığım kadar meşgul olmaya çalışıyorum Kur’an’la. Ramazan ve oruç ile ilgili kitapları/yazıları tekrar tekrar okuyorum. Resul’ü (s.a.v) daha iyi tanıma gayretiyle bir kez daha siyer okuyorum, her veda hutbesine gelişimde vedalaşmak istemeye istemeye. Okuyorum, belki bu mübarek ayda daha iyi anlarım, daha çok faydalanırım diye. Okuyorum, arkadaşlarımla bir araya gelerek, Allah’ın rahmetine ulaşabilmek için.
Bir de not defterimdeki notlara göz atıyorum. Rasim Özdenören’in tanımlamasına bir kez daha hayranlık duyuyorum: “Yemekten içmekten nefsini mahrum bırakan insan yiyip içerken kendi bedeninin olduğunu, o bedenin ihtiyaçları bulunduğunu ve en ilginci o ihtiyaçlar giderilmediği takdirde bir zavallıdan başka bir şey olmadığını kavrıyor. İnsan bir yandan bir bedene sahip bulunmakla zavallılığını kavrarken bir yandan da iradesini kullanmak suretiyle böylesi bir aczin üstüne çıkabileceğini, yüceleceğini de hissetmeye ve kavramaya başlıyor.” [1]
Özdenören’in yazdıkları üzerinde düşünürken, yemek yemenin hayatımızı nasıl ele geçirdiğini düşünüyorum bir yandan. Sürekli mutfakta bir şeyler hazırlamaktan, sofra kurmaktan, çay demleyip kurabiye pişirmekten azat edilişine seviniyorum kadınların. Hep vakit bulamadığından okumadığını söyleyenlerin genişçe vakitlerinin olması mutlu ediyor beni.
                                                                       *
Ramazan ayı bir öğretmen gibi, terbiye ediyor, adam ediyor bizi. İhtiyacımız kadarını yemeyi öğreniyoruz. Yıl boyunca kendi ihtiyaçlarımıza odaklanıp durmuşken, daha ilk günlerden başkalarını düşünmemiz gerektiğini hissediyoruz. Kendi soframızı hazırlarken, başka sofraları hesaba katabilme bilincini kuşanıyoruz. Bayramda yalnızca kendi çocuğumuzun ne giyeceğini düşünmemeyi, ihtiyaç sahibi diğer çocukları da görmeyi Ramazan ayı söylüyor bize.
“Yaşadığımız yoksulluğumuzun, açlığımızın bir ibadete dönüşebileceğini; zenginliklerimizin, imkanlarımızın, mal ve mülklerimizin Allah’ın rızasını kazanmanın aracı olabileceğini hatırlatan; yoksulluk ve sıkıntılarımızı, çaresizlik ve sabırlarımızı, eksiklik ve güçsüzlüklerimizi “bedenimizin zekatı” kılan, tüm bunları “Rabb’imizin hoşnutluğuna” vesile kılan Ramazan.” şeklinde tanımlıyor mübarek ayı Ahmet Cemil Ertunç. [2]
Hani Ramazan aynı zamanda paylaşmaktır ya, bir kez daha okuyup etkilendiklerimi ve hissettiklerimi paylaşmak istedim ben de. Belki okuyan herkes “ Rabbim, sana tüm Müslümanların güven ve huzur içinde oruç tutabilmeleri için yalvarıyorum, bize Ramazan’la öğrenmeyi/yenilenmeyi/dirilmeyi nasip et” diyen dualarıma amin der diye, onları da paylaştım.
[1] Ramazanla Dirilmek/ Edisyon/ Pınar yayınları syf 44
[2] A.g.e syf 26
yayın : 15 Temmuz 12:34

10 Temmuz 2013 Çarşamba

DAVASI OLMAYAN KADINLAR

Davası olmayan kadınlar

 Sare Şanlı
İnsanoğlunun kadın cinsi için ana başlıklar yeterli görülmemiş, her zaman alt başlıklar açılmıştır. İslam’da kadın, toplumda kadın, siyasette kadın, iş hayatında kadın, eş olarak kadın, anne olarak kadın…
“Müslüman insan nasıl olmalı?” sorusunun dışında “Müslüman kadın nasıl olmalı?” sorusunun sorulması kadının oynadığı rollerin çeşitliliğinden ve ehemmiyetinden kaynaklanıyor olsa gerek. Bu demektir ki, kadının rolü son derece kilit noktada. O Allah’ın istediği gibi bir kul olabilirse, bu tüm İslam topluluğu için kurtuluş olacaktır.
Ancak sorun “Müslüman kadın nasıl olmalı?” sorusuna verilen cevaplarda başlıyor. Ne yazık ki Müslüman kadını tanımlarken Kuran ve sünneti esas almak yerine geleneksel ve erkek egemen bir bakış tercih edildi şimdiye dek.
“Kadının bir kul olarak yapabileceği şey evinde oturarak namusunu koruması, kocasının hizmetini görmesi ve çocuklarını besleyip büyütmesi şeklinde sınırlandırıldı. Müslüman kadına dinini öğrenme, tebliğ ve dini faaliyetlerde bulunma gibi vazifeler layık görülmedi. Makbul kadın ilme, sanata, okumaya, öğrenmeye ilgisiz kalan, dünyasını yalnız eviyle sınırlandıran pasif bir eş ve anne olarak tanımlandı adeta.  Bu tanımlama beraberinde çığ gibi büyüyen sorunları getirdi. İslamın özünden uzak kalan kadın, onu öğrenmek ve anladığı gibi yaşamaktan da mahrum kaldı. Zihni ilimle meşgul olmayınca faydasız birçok şeyle boğuşmak durumunda kaldı. Evini süslemek, eşyalarının kölesi olmak, temizlik hastalığına yakalanmak, bedeniyle uğraşıp kilolarını takıntı haline getirmek, giyinmek, süslenmek, çocuklarını semirtmek, dedikodu, rekabet, depresyon ve en sonunda boşluk… Bu bir kişinin elini kesip, onu çolak bıraktıktan sonra çolak diye her şeyden mahrum etmekten ve sonra onu bir işe yaramıyorsun diye suçlamaktan farksızdı.”*
Belli bir döneme kadar kadın kısıtlanmıştır, doğru. Varlığı iyi bir anne, iyi bir eş olma üzerinden tanımlanmıştır. İlim tahsil etmesine ya gerek görülmemiş yada yalnızca İslami ilimlerle uğraşması uygun bulunmuştur. Çalışma hayatına katılması sakıncalı bulunmuştur. Hz. Ali “Zulümde iki suçlu vardır. Biri zulmeden zalim, diğeri zulme rıza gösteren mazlum” diyerek, kadınların dün ve bugün içinde bulunduğu açmaza ışık tutuyor. İşte ipin koptuğu nokta tam da burası. Zira kadınlar kısıtlanmış olmaktan şikayet ederken, haklarını öğrenmedikleri ve hak arama peşine düşmedikleri gerçeğini hesaba katmadılar. Müslüman kadın, evi ile sınırlandırılmaktan, sadece annelik ve/veya eş sıfatıyla özdeşleştirilmekten memnun oldu çoğu zaman. Güzel kafasını hayli meşakkatli konulara yormak yerine, evine, çocuklarına, giyim kuşamına odaklanıp, sorumluluk almaktan kaçınmak işine geldi. Hatta bir şeyler yapmak için uğraş veren kadınları “kadının tek sorumluluğunun annelik olduğu” gerekçesiyle erkeklerden çok bizzat kadınlar kınadı, dışladı.
Günümüzde ise durum farklı. Her ne kadar belli kesimin kadını engelleyen ve ezen bir bakış açısı varlığını sürdürse de, bugün Müslüman kadın çok daha fazla imkana sahip. Babalar, anneler kızları fakülte eğitimi alsın diye ellerinden gelen fedakarlığı gösteriyor. Bilgiye ulaşmanın bu denli kolay olduğu çağda bir şeyler öğrenmek isteyen Müslüman kadın için seçenekler arttıkça artıyor. Gerek çalışma hayatında gerek eğitim-öğretimde, hemen her sektörde kadının adını ve emeğini görmek mümkün.
Lakin tüm bu olumlu gelişmelere ve imkanlara, eşlerinin desteğine rağmen gerçek dünya ile bağını koparıp kendisine mutfağından başka dünya oluşturmayan kadınların sayısı hiç de az değil. Konu komşu ziyaretinden, gün tabakları hazırlayıp giyinip süslenmekten, arkadaşlarının evlerindeki eşyalara bakıp iç geçirmekten başka derdi olmayan, bilginin uzağından bile geçmeyen kadınlar… Kocasından tek beklentisi evdeki mobilyaları istediği sıklıkta değiştirmesi, her yıl parmağına yeni bir tektaş yüzük takması, alışveriş için limiti yüksek bir kredi kartı vermesi olan yuva yapmaktan ziyade ev düzmek amacındaki hanımcıklar…
Okumuş, meslek sahibi kadınların çoğunda da durum farklı değil.  Tahsil, onların düşünce dünyalarında yahut yaşam biçimlerinde pek fazla değişim yaratmıyor ne yazık ki. Onlar da çağdaş kadın gibi kocasının eline bakmamak için ekonomik özgürlüğüne sırtını dayamanın telaşına düşüyor, emeklilik hesabı yapıyor, kendi kazandığı para ile özgürce evini, üstü başını süslemeyi hedefliyor. Günümüz Müslüman kadınını çağdaş kadından ayıran tek şey ne yazık ki örtüsü(?) ve onu münkerden alıkoymaya yetmeyen yarım yamalak ibadeti. Onların da bir davası yok ne yazık ki
Eve uğramayan dava adamlarının yalnızlığa, bilgisizliğe, eylemsizliğe terk ettiği kadınların yanında, duyarlı adamların uzattığı eli iten, davası olmayan kadınların varlığından bahsetmemek haksızlık olurdu.
*Ali Şeriati /Fatıma Fatımadır /Fecr y. 2010
yayın : 8 Temmuz 15:50

7 Temmuz 2013 Pazar

ÇOCUĞUNUZLA BİRLİKTE BÜYÜMEK

Çocuğunuzla birlikte büyümek ve SİDOT Formülü

 Sare Şanlı

Batı kaynaklı çocuk eğitiminin bize yeterince yardımcı olamayacağını düşündüğümden olsa gerek, bu konuda ağırlıklı olarak içimizden yazarları okumayı tercih ettim. Bizden birinin tavsiyeleri ve yöntemleri çocuklarımızı eğitirken bize daha faydalı olur diye düşündüm. Naomi Aldort’un “Çocuğunuzla Birlikte Büyümek” isimli kitabı tüm önyargılarımı silip süpürdü. Kitabın kapağında yazan “Çocuğunuzla ilişkinizi bir savaş olmaktan çıkarıp özgür ve keyifli bir deneyime dönüştürün.” cümlesi, ilerleyen sayfalarda farklı bakış açıları göreceğimin ve yazılanlardan faydalanacağımın sinyalini vermişti bile.
Üç çocuk annesi Aldort’u diğer yazarlardan ayıran nokta çocuğu eğitmekten çok anne ve babanın bizzat kendilerini eğitmelerine odaklanmalarını sağlamak. “Daha fazla öğrenmeye ve daha az öğretmeye cesaretiniz varsa, ebeveynlik olgunlaşmanızı ve büyümenizi sağlar.” [1] Bu cümleyi önemsedim çünkü yazar böylece anne babayı mükemmel bir öğretmen olma zorunluluğundan kurtarıyor. Çocuk kendi duygularını kendi tanıyıp, onlarla başa çıkmayı ebeveyninin yardımını almaktan ziyade kendi başına öğreniyor.
Aldort S.İ.D.O.T. adlı bir formülle, ebeveynlere sıkıntılı durumlarla başa çıkmanın en yumuşak yolunu gösteriyor.
S. -Sessizce kendi kendinize konuşarak kendinizi çocuğunuzun davranışından ve duygularından ayrı tutun.
İ. -İlginizi çocuğunuza yönlendirin.
D.- Dinleyin ve anlamaya çalışın.
O.- Onaylayın, kendi algılarınızı eklemeden onun duygu ve davranışlarını onaylayın.
T.- Teşvik edin, çocuğunuzun yolundan çekilip ona güvenerek üzüntüsünü çözümleyebilmesi için onu teşvik edin. [2]
Çocuklarımız tüm duygularımızı en yüksek dozda göstermekten çekinmediğimiz varlıklar ne yazık ki. Sevgimizi en son raddesinde gösterdiğimiz gibi, öfke ve kızgınlığımızı da aynı oranda gösteriyoruz. İstemeden yere süt döken çocuğumuza hiç düşünmeden tepki verip, bağırıp çağırıyor hatta vurabiliyoruz bile. Aldort’un SİDOT formülü ile olaya yaklaşırsak, durum çok farklı bir hal alabiliyor. Önce kendimize sessizce düşünmek ve soru sormak için zaman tanımamız gerekiyor. Çocuğumuz sütü bilerek mi döktü? Bu onun için bir oyun muydu? Ona bunu neden yaptığını sormayı denedik mi? Verdiği cevabı anlamaya çalıştık mı? Yaptığı hatayı kendisinin telafi etmesine olanak sağladık mı? Mesela eline bir bez verip, birlikte temizlemek gibi. “Evet” cevabını vermekte zorlandığınızı biliyorum. Tüm bunları yapmakta zorlanıyorsanız işte tam bu noktada Aldort’un bir diğer tavsiyesi: Sütü dökenin evinize gelen bir misafir olduğunu düşünmek ve çocuğunuza aynı kibarlık ve tahammülle davranmak. Elbette bunu yapmak kolay olmayacaktır, lakin ihtiyacımızı olan tek şey zamandır.
“Kızgın olduğumuzda genellikle gerçekleri anlamadan ve çocuğun davranışlarının ardındaki niyeti görmeden hemen sonuca atlarız. Çocuğun ilk sözleri söylemesini beklemek, öfkemizi dindirebilir ve duruma açıklık getirebilir. Eğer çocuğun kirlettiği yerleri temizlemenin, ona öfkeli olsak da olmasak da aynı süreyi aldığını hatırlasak, öfke anlarında ustalıkla ve sevgiyle hareket edebilmemiz daha kolaylaşır.” [3]
Çocukla kurmak istediğimiz bağın her iki tarafı da özgür bırakması gerekiyor. Annenin çocuğu bir türlü rahat bırakmaması, çocuğun yaptığı her davranışa müdahale etme ve onu düzeltmeye çalışma çabası çocuk açısından yaralayıcı olduğu gibi anne açısından da huzursuz edicidir. Ne yazık ki ebeveynler olarak çocuklarımız hep bizim istediğimiz gibi davransın, hata yapmasın, kafamızda belirlediğimiz ölçülere göre öğrensin ve şekil alsın istiyoruz. Bunu yaparken çocuklarımızı başka çocuklarla kıyaslamayı da ihmal etmiyoruz.
Oysa “Çocuğunuzdan sizin beklediğiniz bir hızda gelişmesini beklemek onu olduğu haliyle sevme kavramıyla çelişir çünkü o zaman çocuğun değeri sizin standartlarınıza ve zaman çizelgenize göre belirlenmiş olur. Oysa çocuğunuzu sevmek onun büyüme hızından mutluluk duymaktır böylece bu yolda ilerlerken kendisi olabilme özgürlüğünü hisseder, sizin standartlarınıza veya zaman çizelgenize göre yaşamadığı için sevginizden ve takdirinizden mahrum kalmaktan endişelenmez. “[4]
Ünlü düşünür Halil Cibran’ın da söylediği gibi çocuklarımızın bizim aracılığımızla dünyaya gelmiş olmaları onların beden ve ruhlarına sahip olabileceğimiz ve dilediğimiz gibi yönlendirebileceğimiz anlamına gelmiyor. Onları bir birey olarak kabul edip, tanımaya çalışmakla ve değiştirilemeyen özellikleriyle kabullenip, oldukları gibi sevmekle hem kendimizi hem de onları özgür bırakmış oluruz.
Unutmayalım “Yaradılış bir insanı büyütüp olgunlaştırma sorumluluğunu sizin ellerinize bırakmıştır. Bunu yaparken çocuğunuzu kendi yarattığınız bir esere dönüştürmeyin, bu onun kendi varlığının mucizesini yok etmekten başka işe yaramayacaktır.” [5]

  1. Çocuğunuzla Birlikte Büyümek/Naomi Aldort/Doğan Kitap/syf 21
  2. A.g.e. syf 29-30
  3. A.g.e syf 37
  4. A.g.e syf 63
yayın : 2 Temmuz 10:37

REKLAM SADECE REKLAM DEĞİLDİR

Reklam sadece reklam değildir

 Sare Şanlı
Bazen izlemek istediğiniz programdan/diziden/filmden çok reklamları izlediğiniz hissine kapılıyor musunuz? Sizi diğer insanlardan farklı kılacak, kendinizi özel hissettirecek ürünlerin capcanlı görüntüler, etkileyici bir müzik ve akıcı bir drama içinde sunuluyor olması izlerken bir can sıkıntısı da yaratmıyor üstelik.
Reklamlar sayesinde sevdiğiniz ünlüleri, her daim ideal vücut ölçülerinde olan bakımlı ve mutlu insanları ağırlarsınız evinizde. Modern tasarımlı konutlarda, zengin hayatlar süren çekirdek aileleri izlersiniz. Şayet hitap etmek istediği kesim değilse, yani ürün daha kalabalık bir ailede daha çok tüketilecek bir ürün değilse geniş aileler göremezsiniz. Avrupai görünümde karakterler Avrupai tepkiler verirler, öyle ki konuştukları dil Türkçe olmasa yabancı olduklarını sanırsınız.(Bu durum ürüne “Avrupa’da üretilmiş” havası vermeyi amaçlıyor olabilir. Ne de olsa bilinçaltımızda Batıda üretilen ürün daha kalitelidir yanılgısı mevcuttur.) Standart Türk evlerinin salonları büyüklüğünde Amerikan mutfaklar, modern çizgilere sahip mobilyalar, Türkiye pazarlarında nadir rastlanan sebze ve meyvelerin olduğu sofralarla müreffeh bir hayat biçiminin öğelerini seyredersiniz. Bebeğin odası daha doğmadan hazırlanır. Sabah kahvaltısı evin geniş bahçesinde yapılır. Bekar genç erkekler ve kızlar bir arada yaşar…
Reklam X marka süpürgeyi alan kadını tertemiz ütülü kıyafetler içinde ve fönlü saçları, ful makyajlı mütebessim yüzüyle yansıtarak sizin de süpürgeyi satın aldıktan sonra öyle bakımlı olacağınızın ve o marka süpürge ile temizlenen evin hiç kirlenmeyeceğinin mesajını vermeye çalışır. Nitekim süpürülen ev de aslında tertemizdir! Reklamı yapılan arabayı aldığınızda trafik sorunu kalmayacak, işten kalan yorgunluk direksiyonda atılacak ve eve dinlenmiş bir şekilde varılacaktır. Üstelik araba hiç tozlanmayacak, hiç arıza çıkarmayacak ve sürücü onu dinlediği müziğe tempo tutarak ve gülümseyerek kullanacaktır. Eve geldiğinde yine kendisi gibi bakımlı eşiyle birlikte mükellef sofralarında mutlu bir akşam yemeği yiyeceklerdir. Tıpkı Gündüz Vassaf’ın reklam dünyasının plastik mutluluğunu yaşamaya çalışan insanları gibi.[1]
Çoğu zaman televizyon reklamlarını izlerken reklamın sonuna gelene kadar hangi ürünün reklamının yapıldığını anlamazsınız. Reklam sizi alır yoğurur, istediği kıvama getirir, bu yolla ürün fiziksel dünyadan soyutlanır ve aklınıza bir idea olarak yerleşir. Zaten “televizyon reklamı tüketilecek ürünlerin niteliğiyle ilgili hiçbir şey anlatmaz. Reklamın içeriği ürünleri tüketenlerin niteliğinde odaklanır. Sinema yıldızlarının ve ünlü sporcuların berrak göllerin, şık akşam yemeklerinin, mutlu ailelerin görüntülerinde satılan ürünle ilgili hiçbir şey bulunmaz. Ama o ürünleri satın alabileceklerin korkuları, fantezileri ve rüyalarıyla ilgili her şey yansıtılır. “[2]                                                                                          *
Her gün onlarca reklama maruz kalan ortalama bir insan için tüketirken seçim yapma şansının az olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Reklamı olan ürün iyi, olmayan ürün kötü/güvenilmezdir. Alışveriş sepeti istemsiz olarak bu doğrultuda doldurulur. Aslında hiç de ihtiyacınız olmayan bir ürünü defalarca izleyerek beyninize kodlamış olduğunuzdan satın alma ihtiyacı hissedersiniz. Çamaşır makinenizin rezistansının kireçlenmemesi için kireç önleyici almanız gerektiğini size reklamlar öğretir. Evinizdeki mobilyanın eskidiğini ve ne zaman yenilemeniz gerektiğini de reklamlar söyler.
En iyi teknolojinin en yeni teknolojinin sonu yoktur. Her ürün bir şekilde yenilenir, bir üst modeli geliştirilir ve kullanıcı bundan haberdar edilir. Hiçbir yenilik yoksa ürün yeni ambalajında sunulur.
Televizyon reklamları bir tür tüketim rehberidir. Hedef kitlenin kadınlar olması düşündürücüdür. Tüketime en fazla teşvik edilen kesim kadınlardır. Kozmetik ürünler, ev eşyaları, mutfak gereçleri, temizlik ürünleri, tekstil… Çocuğa hitap eden ürün de anne üzerinden yani yine kadının tüketimi yoluyla sunulur. İyi bir anne çocuğuna A marka tekstil ürününü giydirir, Z marka yoğurdu yedirir.  İyi bir ev hanımı ailesi için X marka yağ kullanır, tasarruf için B marka bulaşık makinesi alır.                                                                                             
Televizyon reklamları bize sınırları önceden belirlenmiş bir hayat tarzını empoze etmenin ve sınırsızca tüketime teşvik etmenin yanı sıra düşünce yapımızı da etkiliyor olabilir mi? Martin Eslin Televizyon çağı isimli çalışmasında bu sorunun cevabına ilişkin çok güzel bir tespit yapmıştır: Reklam bizden bütün sorunların üstelik hızla çözülebileceğine ve teknolojinin, tekniklerin ve kimyanın müdahaleleri sonucunda çözülebileceğine inanmamızı ister. [3] Aynı çalışmada dikkat çekilen bir diğer nokta da reklamların oluşturduğu dikkat eksikliğidir: Son yirmi yıldır öğrencilerin dikkat süreleri belirgin derecede azaldı. Bu rahatsız edici eğilimin çocukların izlediği televizyon programlarında sık sık araya giren reklamlarla ilgili olduğu apaçık. [4]
Günümüz televizyonları ve internetten tv izleme imkânı sayesinde reklamlara daha az maruz kalmak mümkün, lakin reklamların hayatımızda yarattığı etkiyi sıfırlamak düşük bir ihtimal. Araştırmalar artık program arasında verilen reklamların gitgide azalacağını reklamın program içine yerleştirilmiş vaziyette sunulacağını bu şekilde çok daha etkili olacağını söylüyor. Zaten iş televizyon reklamlarıyla bitmiyor. Bindiğiniz otobüsün camlarında, duraklarda, apartmanların dış cephelerinde, billboardlarda karşılaşıyorsunuz reklamlarla. İmtiyazlı ve zengin kesimin hayatını sunarak, imkânı olmayan insanları tükenmeyen bir arzu girdabına sürüklüyor reklamlar. Bauman’ın ifadesiyle “Arzularını doyuramayanlar, her gün arzularını doyuranların çizdiği göz kamaştırıcı manzaraya maruz bırakılmaktadırlar.”
[1]Cennetin Dibi /Gündüz Vassaf/ İletişim
[2]Televizyon Öldüren Eğlence /Neil Postman /Ayrıntı s.144-145
[3]Televizyon Çağı/Martin Essslin /Pınar s.147
[4] Zygmunt BAUMAN/ Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları/ Ayrıntı y/ s.60
yayın : 24 Haziran 13:30

ÜÇ ÇOCUĞUN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

Üç çocuğun önündeki engeller

 Sare Şanlı
Çok kardeşle bir arada olmanın sayılamayacak kadar fazla avantajı olduğunu düşünürüm, zira kendim de dört çocuklu bir ailede kardeş sevgisine doyarak büyüdüm. Ancak çok sayıda çocuğu büyütüp, eğitebilmek anneler için ne kadar keyifli ve mümkün sorusuna her annenin kendine has durumundan mütevellit farklı yanıtlar verebileceğini de göz önünde bulundurmalı. Kadınları çok sayıda çocuk doğurmaya teşvik ederken, onların bu noktada yaşadığı ve yaşayacağı sorunlara da kulak vermek gerektiğini düşünmekteyim. Baba açısından sorun teşkil etmeyen birçok durum anne açısından aşılamaz birer engel olabilir. Bu noktada sorunun kaynağına inerek çözüme daha sağlıklı varılabileceği kanaatini taşıyarak, en çok da annelerin karşılaştığı engel ve sorunları kendimce tespit etmeye çalıştım:
Kent Hayatı
Köyler çocuklara özgür bir çocukluk sunuyordu. Çocuklar doğal bir ortamda yetişiyor, tozla toprakla oynuyor, güneşin yağmurun yeşilin tadını çıkarıyordu. Akrabalar ve aile efradı birbirine çok yakın mesafede hatta çoğunlukla aynı ev içerisinde oturduğundan çocukların sorumluluğu tek bir kişinin yani annenin sırtına yüklenmiyor, diğer aile üyeleri ve akrabalar tarafından paylaşılıyordu. Komşuluk da en az akrabalık kadar ciddi ve samimi bir kurumdu.
Köy hayatının insanları bir arada ve yan yana tutmasının bireyi güçlendirmesi ve asla yalnız hissettirmemesi geçmiş dönemlerde kentlerde de kısmen mevcuttu. Köyden kente göçen insanlar, nadiren yalnız başlarına gerçekleştiriyordu bu göçü. Hısım akrabayla yahut geniş aileleriyle gelip yerleşiyorlardı kente. Bu da aile apartmanı geleneğini beraberinde getiriyordu. Dolayısıyla anne ve baba, çocuk sahibi olmak isterken yine yalnız kalmıyordu. Kendilerine destek olacak bir yakınları ev yada apartman içinde her daim mevcuttu.
Bugün iki odalı apartman dairelerine sıkışan çiftlerin en yakın akrabalarına dahi uzakta oturmaları komşuluk denilen kurumun yitirilmesi ve çocuğun güvenle oynayabileceği alanların kısıtlı olması çocuk sayısında düşüşü beraberinde getiriyor.
Annenin Çalışma Hayatı
Aslında anneler geçmiş zamanlarda da hep çalıştı. Evde, tarlada, bağda bahçede, çeşitli köy işlerinde ya da evde yerine getirilen sanatsal işlerde. Lakin geniş ailenin sunduğu imkanlar sayesinde evdeki işler ve çocuğun bakımı paylaşıldı. Anne kendisi dışarıdaki veya içerideki işlerle meşgul olduğunda, çocuğunun emin ellerde olduğunu biliyordu.
Bugün sanayi toplumunda annelerin çalışma koşulları hiç şüphesiz çok acımasız. Anneyi ve çocuğu merkeze alan bir çalışma anlayışı yerine günün çok büyük kısmını iş yerinde harcamayı dayatan bir mesai sistemi var. Üstelik anne uygun bakıcıyı ya da yuvayı bulana kadar, işteyken aklı çocuğunda kaldığından veriminin düşmesi tehlikesiyle de yüzleşmek durumunda kalıyor. İşinden dönen anneyi ev işleri, alışveriş ve yemek yapma gibi sorumluluklar beklerken, çocuğa gereken ilgiyi göstermek kolay olmuyor.
Kariyeri uğrunda hem kendini, hem de çocuğunu sıkıntıya iten kadın eleştirilebilir ama erkeğin maaşının yalnıza ev kirasına ve faturalara yettiği bir ailede çalışmak zorunda olan kadın için durum hayli zor.
Abartılı Annelik, Silik Babalık
Anne çalışmamayı tercih ettiğinde de arka arkaya çocuk getirmiyor dünyaya. Çünkü bu defa anne, tek başına üstlenmek zorunda olduğu yeni mesleğiyle başa çıkmakta zorlanıyor. Yakınlarından uzakta, bir başına yaşayan anneler günün her saatini çocuğunu yetiştirmeye adayınca, kendisi için hiçbir şey yapamamanın acısını yaşayabiliyor. Bütün gün evde oturması, eşi tarafından ona karşı doğrultulan bir silah olabiliyor. Çocukla ilgilenmesi bir iş olarak görülmediği gibi, ev işlerini dört dörtlük yapması, üstüne başına çeki düzen vermesi, üç-dört çeşit yemekten oluşan sofrayı hazır etmesi ve tüm bunların aksamaması beklenebiliyor.
Günümüz mesai sisteminde babaya düşen tek görevin para kazanıp evi geçindirmek olması, çocuğun beslenme ve bakımını, eğitimini, terbiyesini ve her tür sosyal faaliyetini de annenin üzerine yüklüyor. Anne çocuk yetiştirmekten memnun olsa bile, çocukların sorumluluğunu tek başına üstlenmek gibi ağır bir görevin altına girmekten çekiniyor. Zira uzun bir süre annelikten başka hiçbir uğraş edinemeyecek olmak, çocuklu misafir kabul etmekten çekinen akraba ve yakınlar nedeniyle çoluk çocuğunu alıp bir değişiklik yapabileceği en muhtemel ortamdan da yoksun kalmak, annenin çocuklarıyla birlikte dört duvar arasına sıkışan yaşantısını daha da zorlaştırıyor.
Mevcut Zihniyet
Dünyaya bir çocuk getirme/getirmeme isteğimiz hayata bakış açımızdan bağımsız ele alınmamalı. Maddi sıkıntılar bahane edilebilir, lakin kırk-elli yıl evvel ekonomik durumuz daha iyi değildi. Dolayısıyla rızık endişesi ile çocuk sahibi olmayı istememek bir bakıma azalan tevekkülün göstergesidir. Zira her canlının rızkı daha o canlı dünyaya gelmeden temin edilir. Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir." (Ankebut, 29/60)
Seküler hayat tarzının insana dayattığı sayfalar dolusu ihtiyaç listesinin bir kopyası da çocuklar için tasarlanmıştır. Ebeveyn çocuğun karnını doyuramama endişesinden çok, oyuncaklarını ve kıyafetlerini istenen kalitede tedarik edememekten, ona has bir oda düzenleyememekten, eğitimine yeterli parayı harcayamamaktan (koleje gönderememek, özel ders aldıramamak, gitar kursuna yollayamamak) korkuyor. Zira çocuğa maddi imkânlar sunmak, her istediğini yapmak iyi ebeveyn olmakla özdeşleştiriliyor. Daha ileri giden ebeveynler henüz dünyaya gelmeden çocuklarına ev ve araba almanın hesabını dahi yapabiliyor.
Tüm bunlar göz önüne alındığında çoğunlukla çocuk sahibi olmak istemeyenlerin maddi sıkıntıları öne sürdüklerini görürüz. Tüm maddi koşullar yerine geldiğinde çocuk sayısında artış gözlemlenir mi? Çocuğa bir rahmet gözüyle bakmak yerine külfet gözüyle bakan anlayış mevcut olduğu sürece hayır. Zira çocuk sorumluluk ve fedakârlık ister, kişinin konforunu tehdit eder. Hep kendi istekleri için yaşamaya alışmış, başkalarının duygularına, isteklerine, acılarına ve sıkıntılarına duyarsız kalarak yetişmiş insanlar için bir başka varlığın sıkıntılarına tahammül etmek göze alınması zor bir iştir.
Sonuç Yerine
Niyetim, üç veya daha fazla çocuk sahibi olmanın mevcut düzende ve yaşadığımız çağda imkansız olduğunu vurgulamak değil, bilakis, çocuğu dünyaya getirmenin ve yetiştirmenin önündeki engellerin kaldırılması maksadıyla mevcut durum ve sıkıntıların tespitini yapmak. Çocukların varlığını ve rahatını düşünen bir şehir yapılanması, annelerin yükünü hafifleten düzenlemeler ve annece tasarlanmış iş koşulları, babaların mesai saatlerini babalığa fırsat verecek şekilde tanzim edilmesi ve ebeveynleri çocuk yetiştirmeye, anneliğe ve babalığa özendirilmesi gibi gerekli ve önemli adımlarla çocuk sayısında artış yaşanabilir.
Buradan, ne kadar çok çocuk o kadar iyi şeklinde bir algı yahut, insanın bakamayacağı, eğitimini veremeyeceği sayıda çok çocuk dünyaya getirmesi gibi bir yanılgı çıkmasın. Lakin hadis şeriflerde de belirtildiği gibi, çocuk bulunmayan evde bereketin olmadığını*, kendisine dua eden evlat sayesinde kişinin ölse bile amel defterinin kapanmadığını da** hatırlamak gerek.
 *Kenzü’l-İrfân; 338/844  (Menavî’den)
**500 Hadis; 45/67 (Müslim’den)
yayın : 17 Haziran 17:32