22 Temmuz 2013 Pazartesi

MİDE HAZZI


Yazarımıza Ulaşın

Mide hazzı

 Sare Şanlı
Ramazan ayına her kavuştuğumda midemle olan ilişkimi yeniden gözden geçirmeye çalışıyorum. Özellikle de uzun oruç günlerinde mutfakla olan bağımın zayıflamasına sevindiğimi itiraf etmeliyim. Milletçe saatler boyu mutfakla küs duruşumuz, yeme içmeye ayırdığımız vaktin azalıp, faydalı işlere ayıracağımız vakte eklenmesi kesinlikle bir avantaj. Yiyip içemeyeceğimiz için mecburen farklı işlerle meşgul olmak zorunda kalıyoruz çünkü.
Peki ya ramazan ayı dışında nasılız?
Sürekli bir yeme halindeyiz. Evde, işte, toplantıda, kermeste, davette, düğünde, cenazede, kadın günlerinde, misafirlikte… Çalışanlar ofislerinde sürekli çay/kahve içiyor, her çekmecede atıştırmalık bir şeyler gizli. Evdekiler sıkıntıdan tatlı/kek/kurabiye çeşitleri icat ediyor. Akşam yemeklerini en ağırından yiyor, üstüne mutlaka çayımızı içip, tatlımızı yiyoruz. Ardından meyveyi, kuruyemişi, aburu cuburu ihmal etmiyoruz. Yeme alışkanlıklarımız daha çocuk yaşlardan itibaren kodlanıyor beynimize. Çocuklarına yemek yediren anneleri gözlemleyin, ellerinde kaşık sürekli çocuklarının peşinde, onlara arka arkaya bir şeyler yedirme telaşındalar. Okul çağına gelince aynı çocuklar markette satılan ne kadar abur cubur varsa hepsinin müptelası haline gelmiyor mu?
Bu kadar çok yiyince alışverişimiz de sıradan olmuyor. Alışveriş sepetlerimizde en çok gıda ürünleri yer kaplıyor. Temel gıdalar bir yana, vücudumuz hiç ihtiyaç duymadığı “çekici ambalajlarda sunulan fazla lezzetli ürünleri” görünce almadan, alınca yemeden duramıyoruz.
İnsanların birbirlerini ziyaret etmedeki amaçlarının yemek yemek olduğunu düşündürüyor bana ev ziyaretlerindeki ikramlar. Kadın günlerinin tabaklara sığmayan çeşitleri, iftar sofralarının sofraya sığmayan tabakları midelerimizi ne kadar şımarttığımızı ispatlamaya yetiyor.
Roma geleneğinde saatler süren yemek ziyafetlerinde asillerin daha çok yiyip, daha fazla keyif alabilmek için yemek arasında kölelerin getirdiği özel kaplara kustukları anlatılır. Böylece midelerini boşaltıp daha fazla yemek yiyebiliyorlardı. Bizler de daha fazla yiyebilmek için soda içiyor yahut bir Türk kahvesi/çay ile yediklerimizi hazmetmeye zorluyoruz kendimizi. Sofradan doymadan kalkabilmek şöyle dursun, doyduğumuz halde kalkamıyoruz.
İslam insanın başıboş bir şekilde dilediğini, dilediği şekilde yemesine müsaade ediyor mu? Resul’ün(s.a.v.)yeme içme kültürü ile bizimki arasında benzerlik var mı? Günde iki öğün yiyen ve az yemeye özen gösteren, sofraya acıkmadan oturup, doymadan kalkan bir peygamberin ümmeti iken yemek yemeyi hayatın merkezine oturtur hale geldik. (Üç öğün yeme alışkanlığının Osmanlıya Tanzimattan sonra yerleşmesi düşündürücü değil midir?)
“Ademoğlunun doldurduğu kapların en kötüsü tıka basa doldurduğu midesidir. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Bunu yapamıyorsa; karnının üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de teneffüs etmeye ayırsın.”diyordu Nebi(s.a.v.) oysa.
Sünneti unuttuğumuz/ihmal ettiğimiz/yeterince ciddiye almadığımız için midelerimizin kölesi olmadık mı? Bu kölelik vakit ve nakit kaybını ilaveten çeşitli sağlık sorunlarını da beraberinde getirdi üstelik.
Mübarek ay Ramazan ile, midemizle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirebilmek, hayırlı neticelendirerek sünneti yaşayabilmek duasıyla…
yayın : 22 Temmuz 10:44

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder