30 Eylül 2013 Pazartesi

NEDEN DİNİ VE İLMİ SOHBETLERE KATILMALI?

Neden dini ve ilmi sohbetlere katılmalı?

 Sare Şanlı
Zaman kadar bilinçsizce ve hoyrat kullandığımız bir başka nimet var mıdır? Zaman da canlarımız, mallarımız ve sevdiğimiz diğer birçok şey gibi emanet bize.
Bu yüzyılın Müslümanları mesai saatleri, televizyon programları, alışveriş alışkanlıkları ve daha sayamadığım diğer birçok meşgale yüzünden belki de en çok zamanla imtihan ediliyor. ‘Zaman’ tarihin hiçbir döneminde bu kadar hızlı akıp gitmemişti. İnsanlar mütemadiyen “zaman bulamamaktan” şikâyetçi. Durum ibadetler ve ilim öğrenme noktasında da böyle. Sıkıştırılmış, hızlandırılmış ve huşudan arındırılmış vaziyette farz ibadetler bir şekilde yerine getirilse de, ilim hız çağının kurbanı oluyor. Öğrenmeye, hatırlamaya, uygulamaya vakit yok!
“İlmin fazileti, ibadetin(nafile) faziletinden daha çoktur.” hadisine kulak vermeli. İslam Müslümanı ilim öğrenmeye teşvik ediyor. Elbette faydalı ilmi öğrenmeye ve öğretmeye.
Bugün ülkemizin her yerinde, her köşesinde dinini öğrenmek ve öğrendiğini hatırlamak isteyenler için çok sayıda alternatif var. Hiçbir engelle karşılaşmaksızın konferans salonlarında, camilerde, vakıflarda, kurslarda hatta küçük çaplı ev toplantılarında bile sahip olduğu ilmi diğer müminlerle paylaşmak isteyen nice gayretli, hevesli, öncü müminler var. Yeterli talebi bulabiliyorlar mı bilemiyorum.
Bu çağın insanı için evinden çıkıp yol eziyeti çekerek bir başka mekânda birkaç saat harcamak ilim uğrunda da olsa büyük fedakârlık. Belki önemsenmediğinden, belki de alışkanlık haline getirilmediğinden, belki de ilmin artık bir tık mesafesi yakınlığında oluşunun getirdiği rahatlıktan dini/ilmi sohbetlere iştirak etmeye gönülsüz insanımız.
Nasılsa öğrenmek istenilen her şey internet/kitaplar/dergiler/televizyon programları sayesinde öğrenilebiliyor, öyle değil mi? Amaç sadece öğrenmek ise evet. Kafanıza takılan bir soruyu bir telefonla/bir e-posta ile kolayca sorabilirsiniz dileğiniz âlime. Duymak istediğiniz fetvaları da zahmetsizce bulursunuz. O halde neden ille de ilmi sohbet ortamlarında bulunmalı?
“Herhangi bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanıp Allah’ın kitabını tilavet eder(okur/anlar/yaşar) ve tedarüs (birlikte müzakere) ederlerse muhakkak onların üzerine sekinet iner, kendilerini rahmet kaplar, çevrelerini melekler kuşatır ve Allah onları kendi katındakilere anar.”*
“Âlimlerin sohbetine katılın, onlara yakın oturun! Allahü Teala, yağmurla ölü toprağı bereketlendirdiği gibi, ölü kalpleri de hikmet nuru ile diriltir.” **
Kitapları, dergileri, makaleleri okumanın, televizyondaki programları takip etmenin, interneti öğrenme amaçlı kullanmanın gerekliliği tartışılmaz. Ama bunların hiçbiri, sohbet ortamlarının sıcaklığını ve o ortamda yaşanan duygu yoğunluğunu sunmuyor. Örneğin, evde yahut iş yerinde ilim öğrenirken/öğrendiklerinizi hatırlarken dikkatimizi dağıtacak çok şey var. Sohbet ortamlarında başka hiçbir yerde bulamayacağımız manevi atmosferi buluyoruz ve o manevi atmosferi devam ettirmenin hazzını yaşıyoruz. Bizimle birlikte sohbeti dinleyen diğer müminlerle bir araya gelmiş, onların hallerinden de haberdar olmuş oluyoruz. Aklımıza gelmeyen bir soruyu bir başka insan sormasıyla cevaptan faydalanıyoruz.
Birebir canlı iletişim öğrendiklerimizi daha kalıcı hale getiriyor. İlmi ortamlarda gerçekliği hissediyor daha yürekten etkileniyoruz. Sohbet verenin hal dilinden etkilendiğimiz gibi, kendi hal dilimize de yön vermeye gayret ediyoruz.
Allah’ı anmak için toplandığımız o birkaç saatin bereketli bir zaman olduğunu bilmek bile yetiyor. İlmi bir araya gelerek, dinleyerek öğrenmek bilinen en eski ve en etkili metot hala. Günümüzün bireyselleşme hastalığına tutulmuş insanının tek başına sürdüregeldiği ibadeti/okumayı/dersi bir topluluğa katılarak yahut o topluluğu bizzat kendisi oluşturarak devam ettirmesi başlı başına bir cihad belki de.
Geçirdiğimiz bu dönemlerin kıymeti bilinmeli. Zira Allah’ın adını anmanın dahi yasaklandığı, minarelerden yükselen ezan seslerinin susturulduğu, Kur’an kurslarının kapatıldığı, başörtülü okumanın/çalışmanın/kamusal hayatta var olmanın yasaklandığı dönemler çok uzak geçmişte yaşanmadı.
*Tirmizi Kıraat 3
**Taberani
yayın : 30 Eylül 10:25

EVDE PİNEKLEMEK

Evde pineklemek

 Sare Şanlı
Modernleşme ve kentleşme sürecinde evlerin gitgide ıssızlaştığı aşikâr. Evi akşamları uğranan ve uyunan “otel odaları” olarak tanımlayabiliriz artık. Bu istenmeyen ama kabullenilen durumu açıklamak/meşrulaştırmak için uzun mesai saatlerine ve ailenin tüm üyelerinin çalışıyor olmasına sığınılabilir mi?
Aslında insanları evin dışına iten tek faktör mesai saatleri değil. Kamusal alanın alabildiğine cazip olması günümüz insanı için evde vakit geçirmeyi başlı başına bir sorun haline getiriyor. Bugünün şartlarında ve ölçütlerinde dışarısı ne kadar canlı, çekici ve renkli ise ev de bir o kadar sönük, sıkıcı ve renksiz. Bir cafede içilen çayın yanında evin sıcaklığında ve aile ortamında içilen çay lezzetsiz ve kıymetsizdir. Film evde değil sinemada izlenir, arkadaşlar eve davet edilmez “mekan”da buluşulur… Gezip dolaşılacak onca yer varken evde “pineklemek”, evde “kös kös” ve “boş boş” oturmak hiç akıl karı değildir. Terimlere dikkat! Ev günümüzde pineklenilen, kös kös oturulan, boş boş vakit öldürülen atıl bir mekan olarak tanımlanmaktadır. Bir iş dışarıda yapıldığında “iş” olarak tanımlanırken, evde yapıldığında “hiç” kategorisine taşınmaktadır. Bu tanımlama biçimleri de insanı evden uzaklaştırmaya yetecek kadar etkilidir.
Ebette evde boş boş/kös kös oturan bir insan tipi vardır. Erkek versiyonu televizyon-internet başında, kadın versiyonu televizyon-internet ve mutfak-temizlik arasında vaktini bile isteye öldürmekten en ufak bir rahatsızlık da duymaz üstelik. Lakin evde faydalı bir şeylerin yapılabileceğini düşünemediğinden boş oturan bu tip ile vaktini dışarıda amaçsızca ve bilinçsizce tüketen tip arasında hiçbir fark yoktur. Yani evde pinekleyeni küçümseyen bakış açısına sahip insan dışarıdayken daha yararlı bir iş yapmıyordur, o da dışarıda pinekliyordur bir bakıma.
Mevcut düzen evde faydalı bir şeyler yapılabileceğini, üretken olunabileceğini bilinçli bir şekilde siler akıllardan. İnsanı evin dışında pineklemeye davet eder. Bunu yapmak zorundadır ki çarkını döndürsün. Dışarıda pinekleyen insan evindeyken yapamayacağı harcamayı dışarıda fazlasıyla yapacaktır. Otobüse yahut arabasına binecek, alışveriş yapacak, yiyip içecek, dışarı çıktığı için daha düzgün giyinmesi gerektiğinden daha fazla alışveriş yapacak ve böylece tüketecek, para harcayacaktır!
Hatta işin en ilginç ve komik tarafı pineklemekten korktuğu evi için mobilya, perde, masa, süs eşyası almak için dışarıda vakit tüketecek durmaksızın. Bu kadar özenle döşenen evde vakit geçiremeyecektir de oysa.
                                                                       *
Keşke insanlar evde boş boş oturabilse. Ciddiyim. İnsanlar boş oturmayı bir becerebilseler! Çünkü düşünmek/tefekkür etmek ve üretmek için hakiki manada boş vakit gerekir. Çağımız insanının boş vakti hiç mi yok? Var olmasına var ama o bu boş vakti, abartılı ev işleriyle, televizyonun faydasız programlarıyla, internetin hızına yetişilmesi mümkün olmayan iletilerini takip etme çabasıyla öldürüyor. “Boş” kalmaktan alabildiğine korkuyor fakat boşluğu neyle dolduracağını bilmiyor.
Dünyanın tuzaklarına, oyuncaklarına kanmadan hakiki manada boş kalabilen insan mutlaka bir şeyler düşünmek ve üretmek isteyecektir. Okuyacaktır, öğrenecektir, el sanatlarına, teknolojiye vs ilgi duyacaktır. Evini bir atölyeye, okula bir üretim merkezine çevirecektir. Nitekim buna çok ihtiyacımız var.
Çünkü ailenin hayat bulduğu, ilişkilerin kuvvetlendiği, zihnin ve ruhun kendini güvende hissedebileceği en kıymetli mekan olan evler pineklenilen yerler olmaktan çıkıp yaşanabilen yerler olmaya doğru evrilmek ihtiyacındadır.  Evi en çok da kadın için yeniden tanımlamak ve hem kadın hem de erkek için hayatın merkezi haline getirmek bir zorunluluktur.
yayın : 23 Eylül 11:59

GÜNDEMDIŞI KALABİLMEK

Gündemdışı kalabilmek

 Sare Şanlı
Hayatımın bir döneminde gündemi yakından takip etmeyi adeta bir takıntı haline getirmiştim. İş yerine varır varmaz, internete girip yerli/yabancı mümkün olduğunca çok sayıda gazeteye göz atmadan rahat edemezdim. Bulduğum her fırsatta farklı görüşlerden köşe yazarlarının gündem tahlillerini okumaya çalışırdım. Bugün kim ne yazmış, şu durumla ilgili bu düşünür nasıl bir analiz yapmış, falanca yazarın filanca yazarla girdiği polemik bugün nasıl devam etmiş, mevcut gündem usta kalemler tarafından nasıl okunmuş soruları devamlı kafamı meşgul ederdi.
Zaman sonra fark ettim ki, geçen ay nelerin olup bittiğini hatırlamıyordum. Çok okumuş ama yeterince özümsememiştim. Aslında sürekli değişen gündemi özümsemek de mümkün değildi. Köşe yazılarının ve hızla değişimine yetişemediğim gündemin içinde boğulmuştum. İyi ki boğulmuşum. Zira bu bana, insanın değişmeyen gündemi ne olmalı sorusunu sordurdu.
Bu sorunun cevabına geçmeden önce şunu söylemeliyim ki; insanın yaşadığı ülkede ve tüm dünyada olan biten hadiselerden haberdar olması gerekmez şeklinde bir düşüncem asla yok. Bilakis gündeme fazla yabancı kalmak da onun içinde boğulmak kadar yanlış olabilir. Muhakkak bir ortası olmalı. Kirkeegard’ın dediği gibi hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır. Belki de haftalık bültenleri takip etmek yahut aylık değerlendirmeleri okumak daha geniş bir bakış vereceği için yalnızca önemli olayları bilmeye ve onları analiz etmeye yardımcı olabilir. Her gün her kanalın haber bültenini ayrı ayrı izlemek, internetin sunduğu nimetler sayesinde üç-beş gazeteyi taramak zihin yorgunluğundan başka nedir? Üstelik mevcut habercilik anlayışımız sayesinde son derece elzem haberlerin hemen arkasından bir ünlünün satın aldığı milyon dolarlık arabayı izlemek, en ciddi haber sitelerinde dahi on adımda zayıflama başlıklı magazinsel yazıları görmek zorunda bırakılırken ne kadar faydalı veri elde edebileceğimiz de meçhuldür. Benzer şekilde günlük köşe yazılarının takibinin de faydasız olduğu kanaatindeyim. Zira her gün yazacak bir şey bulmak, bulunsa bile bu bulguları doğru bir tahlille ortaya koymak çok zor gözüküyor. Gündemi yakından takip etme takıntısı ümmetin sorunlarını yalnızca siyasi/ekonomik kıstaslar çerçevesinde değerlendirip iman/dava ekseninden kaydırma hatasını da beraberinde getiriyor üstelik.
Başka bir açıdan bakıldığında “Herkes kafasında aynı şeyleri taşıdığı için, birbirinize anlatacağınız özel bir şey kalmaz. O zaman ya karşılıklı susarsınız yada kağıtta yazılı olanları tekrarlayıp durursunuz. …Gazete bütün insanları tek bir kafa haline getirmeye çalışır. Kafalarımızı bol besinle doldurur ama güçlendirmez.” *
Gündem takibinin günümüz insanı için bir şeylere yetişmek, geride kalmamak anlamına gelmesi de düşündürücü. Çağın hızı gibi gündem de hızlı. Ne kadar çabalasanız da yetişemeyeceğiniz bir şeyin peşinden koşmanız isteniyor gündem takibiyle. Tıpkı tüketmenin sonunun olmadığı, ille de hız diyen çağda derinlemesine yaşayamadan göçüp gitmek gibi, bilginin derinliğine varamadan malumat elde etmek… Belki de bu yüzden gündemi takip etmekten ziyade, gündemi hangi süzgeçlerden geçirdiğimiz önem kazanıyor. Bu süzgeç kimileri için ekonomi, siyaset, edebiyat olabilir. Müslümanın süzgeci ise tartışmasız aklın ve kalbin işin içine dahil olduğu vahiy süzgeci olmalı.
Yani bir insan kendini tanımlarken neyi ön plana çıkarıyorsa değişmeyen gündemine onu alarak, değişken gündemi ille de bu süzgeçten geçirmeli. Müslüman kişinin dünyada yaşamasının amacı “kul olabilmek” ise şayet-ki öyledir-, gündemini de kul olabilmek için yapılması gerekenler oluşturmalı. Nitekim bu son derece geniş kapsamlı bir hedef olmasına rağmen kaynağı da insanı Yaratan tarafından belirlenmiştir. Kur’an ve sünnet…Günde sayısını hatırlayamayacak kadar çok kere televizyonu ve bilgisayarı açan insan, acep asıl gündeminin maddelerini içinde barındıran rehber kitap Kur’an’a kaç kez müracaat ediyor? Akıp giden gündemi, günlük ve hatta saniyelik verilerle takip etme ihtiyacı hissederken, Kur’an’ı mübarek gecelere sıkıştırıp anlamını kavramaksızın Arapçası ile okuyarak yahut anlama ve yaşama amacı gütmeksizin mealiyle okuyarak  O’na ve kendisine haksızlık etmiyor mu? Nice köşe yazarının görüşlerini adeta ezbere bilirken, peygamberin sözlerinden bihaber yaşamıyor mu?
Mustafa Özel’in bu konudaki görüşleri ve tecrübeleri son derece çarpıcı:
Gazete okumuyor, televizyon izlemiyorum (Barcelona maçları hariç!).Televizyonda birkaç yıl program yaptım, gazetede de 15 yıldan fazla yazdım. Öyle bir noktaya geldim ki kendimi bir anaforun içinde hissetmeye başladım. Köklü bir kopuş olmazsa kendime gelemeyeceğimi hissettim. Koptuğum andan itibaren ayda ortalama 5-6 ciddi roman okuyorum. Her zaman gündemimde 3-4 ciddi sosyal bilim kitabı oluyor. Kendimi o aşırı akan ve muhakeme yürütmekten ziyade tepki vermeye müsait ortamdan sıyırmaya çalıştım. Modern insan akıntıya kapılmış insandır. Muhakeme yürütmüyoruz, tepki veriyoruz. Akışın bir parçası haline geliyoruz. Bu anafor içinde insanların gerçek şahsiyet sahibi olmaları çok zordur. Fikrimiz yok ki. Bir takım fikirlerin adamı haline geliyoruz.” **
Sadece kendi düşüncelerimizi, kendi cümlelerimizi kaybeder hale gelişimiz, her gündem meselesi konuştuğumuzda tartışmaların alevlenmesi, bir şeyleri kaçırıyormuşçasına gözümüzü ekrandan, gazete sayfalarından bir türlü ayıramayışımız beni rahatsız ediyor. Daha da önemlisi aslolan gündemi ikinci plana atıyor, ihmal ediyor oluşumuzdan kaygı duyuyorum. Asıl gündem ihmal edilince gelip geçici gündem insanı nereye ulaştırabilir ki? Gözleri uzağı ve yakını göremeyen bir insanın dünyayı ısrarla gözlüksüz algılamaya çalışmasından farkı var mıdır bu durumun?
*  Göğü Delen Adam / Erich Scheurmann Syf 85
** 16 Ekim 2011 Yeni Şafak Mustafa Özel röportajı İslami Siteler İslami Problemler Çıkaracak
yayın : 16 Eylül 12:51

İYİ ANNE/KÖTÜ ANNE

İyi anne/kötü anne

 Sare Şanlı
Nasreddin Hoca bir gün eşeğine binmiş gidiyor, oğlu da yanında yürüyormuş. Yolda birileri demiş ki: “Şuna bak koskoca adam eşeğe binmiş, el kadar çocuğu yürütüyor.” Hoca bunları haklı bulmuş ve oğlunu eşeğe bindirip kendisi yürümeye başlamış. Bir süre sonra başka birilerinin “Hale bak,” dediğini duymuş, “Çocuk eşeğe binmiş, yaşlı başlı babası yayan! Ayıp değil mi?” Hoca onlara da hak vermiş. Bu sefer ikisi birden eşeğe binmişler. Ama elin ağzı torba değil ki büzesin. Bu kez de “İki kişi zavallı hayvanın canını çıkarıyorlar!” dedikleri duyulmuş. Bunun üzerine hoca eşeği sırtına almış, yürümeye başlamış…
Bir çocuk dünyaya getirdiyseniz eğer, o kadar çok akıl vereniniz, o kadar çok karışanınız, eleştireniniz, hatalarınızı(?) düzeltmeye çalışanınız olur ki, elin ağzının büzülebilen bir torba olmadığını çok iyi anlarsınız.
Havanın soğuk olmasına aldırmadan çocuğunuzu/bebeğinizi parka çıkarırsınız, bir teyze size yaklaşır ve “o çocuk gözünden soğuk alır, üşütür, sen ne tecrübesiz annesin, hasta edeceksin çocuğu!” diye başlar sizi azarlamaya. Oldu ya çocuğunuz birkaç gün sonra cidden hastalandı. Bu defa yakın akrabalarınız, komşularınız, hatta belki eşiniz, anneniz kızacak size “Bak, çocuğu soğuğa çıkardın, hasta ettin, gözün aydın!” Oysa siz soğuk havanın hasta etmeyeceğini, çocukları sık sık temiz havaya çıkarmak gerektiğini okumuştunuz/dinlemiştiniz kitaplardan ve uzmanlardan. Çocuğu dışarı çıkarmasanız sizin içinize dert olacak, çıkarırsanız başkalarının!
2 yaşını doldurmuş çocuğunuzun altının hala bezli olduğunu parktaki teyzeler yahut bir gezmede karşılaştığınız tecrübeli anneler fark ettiyse yandığınızın resmidir. Siz tembel bir annesiniz, hiç çocuğun tuvalet eğitimi 2 yaşına bırakılır mı? Kendileri çocuklarına 1 buçuk yaşına gelmeden nasıl tuvalet eğitimi verdiklerini övüne övüne anlatırken, siz de bilimsel kaynaklardan okuduğunuz “çocuğu tuvalet eğitimi döneminde sakın baskılamayın, çocuk kendini hazır hissetmeden bu eğitime başlamayın” paragraflarını hatırlayacaksınız. Uzmanların dediklerine, kitaplarda okuduklarınıza güvenseniz de, tembel anne olmakla suçlanmak annelik gururunuzu incitecek elbette…
Bir ev ziyareti esnasında söze “ben çocuğumu öyle iyi terbiye etmiştim ki, bir gezmeye gittiğimiz zaman sessizce yanımda durur, ben kalkana kadar da kıpırdamadan, ağzını açmadan otururdu yavrum” diye başlayan hanımı dinlerken, çocuğunuzun misafir gittiğiniz evin mutfak çekmecesinden aldığı kepçe ile masaya vurarak çıkardığı gürültüler “çocuk keşfetsin, öğrensin, evinizi çocuğunuzun rahatına ve eğitimine göre dizayn edin, çocuğunuzdan uslu uslu oturmasını beklemeyin, bırakın yaramazlık da yapsın” diyen uzmanların seslerine karışacak. Çocuğun elinden telaşla kepçeyi(yada daha alakasız her hangi bir şeyi) alıp, onu neyle ve nasıl oyalamanız gerektiğini bir türlü bilemeyeceksiniz.
Şiddet içeren hiçbir televizyon programı izlememenize, çocuğunuza şiddet uygulamak şöyle dursun sesinizi dahi yükseltmemenize rağmen diğer çocuklarla kavga eden, onlara bağıran, itip kakan çocuğunuz yüzünden “çocuğunu eğitemeyen anne” damgası yemek, yahut “aa benim yavrum çok barışçıl bir çocuktur, kimseyle kavga etmez” kıyaslamalarıyla küçümsenmekten kurtulamayacaksınız. Tüm bu davranışların dönemsel olduğunu, belli bir yaşı geçince büyük ihtimalle düzeleceğini anlatamayacaksınız. Benzer şekilde oyuncaklarını paylaşmayan çocuğunuzun, paylaşma yetisini üç yaşından önce edinemeyeceğini de izah edemeyeceksiniz.
Zayıf ve orta boylu çocuğunuzun sağlıklı besinlerden azar azar yediğini siz bilseniz de, ona iyi bakmamakla suçlanacaksınız gizliden gizliye. Uzun boylu ve yapılı çocukların anneleri, sanki çocuklarının yaratıcılarıymışçasına “ben ona yemek yedirmek için çok uğraşıyorum, günde üç çeşit çorba yapıp, kemik suyunda makarna pişiriyorum” dediklerinde içten içe kendinizi yetersiz bulduğunuz zamanlar olacak.
Verilecek daha yığınla örnek var. Her çocuğun birbirinden farklı oluşu gibi, her anne de birbirinden farklıdır. 
Annenizin sizi büyüttüğü gibi çocuğunuzu büyütmekle kitapların ve uzmanların açıklamalarıyla hareket etmek arasında gider gelirsiniz sık sık. Aslında siz de fena yetişmemişsinizdir; hem ruhen hem bedenen sağlıklısınızdır; lakin kendinizde ve çevredeki yetişkinlerde gördüğünüz eksiklik-fazlalıklar olmasın istersiniz kendi yetiştirdiğiniz evladınızda. 
Elinizden gelenin en iyisini yapsanız da sonuç beklediğiniz gibi olamayabilir üstelik. Kusursuz olmayan bir varlığın yetiştirdiği bir diğer varlıktan kusursuz olmasını beklemek ne kadar mantıklı olabilir? 
Çocuğunuzu eğitirken/büyütürken kendinizi de eğittiğinizin farkına vararak, bu süreci öğrenme ve tecrübe edinme aşkıyla yaşamak en sağlıklı bakış açısı olacaktır. Eskilerin tecrübelerini tamamen göz ardı etmek sağlıklı olmamakla beraber, çocuk eğitimine ilişkin kitapları okumak mutlaka gereklidir. Kitaplar okumasını bilene nimettir, zira tüm insanlık olarak uymak sorumluluğunda olduğumuz bir “Kitap” var. Emek ile oluşturulmuş kitapların yardımcılığında “Kitab’a uygun nesiller” yetiştirebilmek duasıyla…
yayın : 9 Eylül 10:32

4 Eylül 2013 Çarşamba

ORGANİK BİLGİ

Organik bilgi

 Sare Şanlı
Bundan elli yıl evvelinin insanlarına organik pazardan bahsetseydik tepkileri ne olurdu acaba? Hemen hemen her gıdanın zaten organik olduğu bir dönemde muhtemelen organik gıda terimine bir anlam veremezlerdi. O yıllarda yeni yeni tüketimine başlanan sayıca hayli az margarinli pastane ürünleri, birkaç bisküvi çeşidi, süt tozu gibi işlenmiş, bozulmuş gıdalar dışında meyve sebzenin tamamı, yoğurt, süt, yumurta tavuk vs alabildiğine doğal ve organikti.
Bugün katkı/koruyucu maddesiz, işlenmemiş, genetiği değiştirilmemiş, paketlenmemiş ve sağlığa zararı olmayan natürel gıdalara ulaşmak epey zorlaştı. Ulaşabildiğimiz her gıdaya şüpheyle bakar hale geldik. İçinde bir katkı maddesi olup olmadığından emin olamıyoruz. Bu yüzden sağlığını düşünen insanlar bozulmuş ürünlerden mümkün mertebe uzak durmaya çalışarak organik gıda pazarlarına yöneliyor.
Gıdada olduğu gibi, temizlik ürünlerinde, mutfak eşyalarında, tekstilde de organik etiketini arıyoruz. Peki günün birinde bilgi için de organik etiketi arayacak mıyız? Bence evet. Belki de o günler tahmin ettiğimden daha yakındır. Çünkü son yıllarda çoğumuza göre müsebbibi internet olan bilgi kirliliğinden bahsetmeyen kalmadı.
Günümüzde yiyip içilebilen her şeyi gıda kategorisinde değerlendirdiğimiz gibi, duyduğumuz, okuduğumuz, izlediğimiz her veriyi de bilgi kategorisine yerleştirdik. Bu yanlış sınıflandırma bilgi kirliliğine giden yola asfalt döşedi. Buna ilaveten bilgi diye tanımladığımız birçok şeye katkı maddeleri bulaştı. Öznelliğin ağır bastığı, soslu, baharatlı bilgiler ile saf bilgiyi ayırt edebilmek gitgide zorlaşıyor.
Marketlerde, pazarlarda, cafe ve restoranlarda gıda var, ama ambalajlı, anlık doyurup çabuk acıktıran, faydadan çok zarar sağlayan… Vücudun ihtiyaç duymadığı çikolatalı tatlılara, kremalara, kahve, çay, cips, bisküvilere her yerde her zaman kolayca ulaşabilirken, doğal yoğurt, hormonsuz domates, katkısız ekmek bulmak için epey uğraşmak gerek.
İnternette, gazetelerde, tabletlerde bilgi var. Ama oyalayıcı, abur cubur bilgilerden… Saçlarının daha sağlıklı görünmesini isteyenler, sevdiği şarkıcının akşam yediği yemeği öğrenmek isteyenler, halısındaki lekenin nasıl çıkarılacağını bilmek isteyenler için seçenek çok. Sahici bilgiye ulaşmak, hakikate götüren bilgiyi bulmak için ne yapmalı? İnternetten cömertlik beklememek gerektiğini söylüyor Alev Alatlı.
Organik gıdaya ulaşmak zordur ve pahalıdır bu yüzden belli bir kesime hastır. Organik bilgi de öyle olacak büyük ihtimalle. Kütüphanelerden, bilge insanlardan, eski kaynaklardan bilgi elde etme çabasına girecek insanoğlu. Google yerine bir bilene soracak. Köylünün yaptığı doğal tarımda gübreden, satın alınmış tohumdan uzak durulduğu gibi, teknolojiden, en çok da internetten uzak kalanlar organik bilgiye sahip olacak belki de. Yurt dışından gelen tohumların genetiğinin değiştirilmiş olması endişesiyle mevcut yerli ürünün tohumundan ürün elde edilmesinin tercih edilmesi gibi, dış kaynaklı bilgilerde de komplolar, tuzaklar aranacak, bilgi sorgulanacak testlerden geçirilecek.
Bozulmuş her gıdanın kısa ve uzun sürede insan sağlığına vereceği zarar nasıl inceden inceye hesaplanıyorsa, organik olmayan her bilginin de zihne vereceği zarar hesaplanacak.
Bugün bünyelerimiz gıdamsı ürünlere bebeklik çağından başlayarak maruz kalıyor, günlük beslenmemiz içinde doğal olmayan gıdanın tüketimi doğal gıdayı kim bilir kaça katlıyor? Kimileri böyle giderse gelecek nesillerin sağlığının bozulacağını iddia ediyor, kimileri artık neslin bozulmuş gıdalara alıştığını söylüyor.
Organik olmayan bilgi nelere yol açacak peki? Zihinlerimizin sağlığı mı bozulacak, yoksa ona da alışacak mıyız? Bazı insanların hazır yoğurt tüketmeye alışmaktan doğal yoğurdu yiyemeyişi gibi, bozulmuş bilgi tüketmeye alışanlarımız organik bilgiyi bir türlü içselleştirmeyecek mi? Belki de “Haber-bilgi fazlalığı olgular konusunda bir yargıya varılamamasına ve kafaların karışmasına yol açabilir” diyen Baudrillard haklı çıkacak. Bozulmuş gıdaları tüketen insanoğlunun kanserle burun buruna yaşadığı gibi, bozulmuş bilgi de zihinsel kanseri doğuracak.
yayın : 2 Eylül 10:23

MISIR'DAN BİZE KALANLAR

Mısır’dan bize kalanlar

 Sare Şanlı
Suriye, Irak, Filistin, Myanmar, Doğu Türkistan ve diğer mazlum coğrafyalarda yaşanan ve halen yaşanmakta olan acılardan, zulümlerden ve haksızlıklardan sonra Mısır’da, hemen yanı başımızda ve yine gözlerimizin önünde gerçekleşen katliamla sarsıldık. Bir yönetimin sivil halkını nasıl acımasızca katlettiğini 21. yüzyılın tüm olanakları ile an be an izliyor, bir insanlık ayıbına şahit oluyoruz.
Ekranlardaki görüntüler bize hiç de yabancı değil. Yıllardır Müslüman coğrafyalarda akan kan ve gözyaşlarını bir film seyreder gibi izleyemeye alışır hale geldik. Din kardeşlerimize uygulanan zulümlerden her şekilde, sürekli haberdar olmamıza rağmen kendi dünyevi telaşlarımıza kapılıp ümmet bilincinden uzaklaştık.
Ancak Mısır’da gerçekleşmekte olan kıyım Türkiye Müslümanlarının silkelenip, kendine gelmesini sağlayan artık sessiz kalınamayacak kadar büyük bir ders oldu. Bizi rahatsız etti, alabildiğine dünyevileşmiş rutin hayatımızı bozdu, uykularımızı kaçırdı, gündemimizi alt üst edip planlarımızı bozdu.
Mısır’da yaşananlar bize çok şey gösterdi ve göstermeye devam edecek.
Modern sistemler ve yaşam şartlarımız insanı alabildiğine bencilleştirip bireyselleştirirken, Mısır’da gerçekleşen hadiseler bize ümmetin bir parçası olduğumuzu hatırlattı. [1]
Dünyevi telaşlarımızı ve kendimizce çok büyük sandığımız dertlerimizi unutturdu. Kalplerimizin o kadar da taşlaşmadığını, duyarsızlığımızın o kadar da ileri boyutlara varamayacağını fark ettirdi.
Bir yerde hunharca katledilen masum insanlar varsa hiçbir siyasetin kabul edilemeyeceğini öğretti.
İnsanların kendilerini “tevhid bilincinden” uzaklaştıran batıl ideolojilere, inançlara, saplantılara, heveslere, arzulara kapıldıklarında kardeşlerine dahi her türlü kötülüğü yapabileceklerini gösterdi.
Uzun süren ve kararlı bir pasif direniş sergilememiz gerektiğine inandırdı.
Filistin ve Suriye’de olduğu gibi Mısır’da da İslamın 6. şartının direniş olduğunu gösterdi. [2]
Allah yolunda öldürülmeyi, zulüm altında ve onursuzca yaşamaya tercih eden Müminlerin cesaretini ve kuvvetini gösterdi.
Yanı başında akrabasının/arkadaşının öldürüldüğü bir şartta, çoluk çocuk ısrarla meydanlara dökülerek şehadete selam duran Mısır’lı kardeşlerimizin teslimiyet ruhunu nasıl yaşattıklarını anlattı.
Kardeşliğimizi pekiştirmek ve zulme sessiz kalmamak için toplanmayı, cem/cemaat olmayı öğretti.
Hasta olmak, küçük çocuklu bir anne olmak, meydanlara uzak yerlerde ikamet etmek bize engel olmadı; “Mısır’lı kardeşlerimizin tek bir gülümsemesine değer” deyip yollara düşürdü. Slogan atmanın ötesinde, sabır ve namazla Allah’ın yardımını dilemek[3] için meydanları, camileri doldurmanın hazzını yaşattı.
Meydanlarda hep birlikte semaya kalkan ellerin, dua eden yüreklerin bir parçası olmanın ve din kardeşliğinin bambaşka bir şey olduğunu hissettirdi.
Peygamberin(s.a.v) 70 Müslümanın katlinin arkasından uyguladığı, ancak günümüzde unutulan bir sünnet olan Kunut sünnetini [4]hatırlatarak “kunut dualı namazlarla” ferahlamamızı ve ihya olmamızı sağladı.
“Neyi değiştirebiliriz ki?” diye sormak yerine, değişime önce kendi nefsimizden başlamak gerektiğini ve zaten kulluğumuzun da bunu gerektirdiğini öğretti.
Duamız, Mısır ve Suriye halklarına uygulanan zulüm vesilesiyle öğrendiklerimizi/hatırladıklarımızı, artan hassasiyetimizi ve alevlenen direniş ruhumuzuAllah nurunu tamamlayıncaya dek sürdürmek…
“Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıkları bağışla! Adımlarımızı sağlamlaştır ve hakikati inkâr edenlere karşı bize yardım et!”(Ali İmran 147)
[1] “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir azası rahatsız olursa, diğer azaları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır.” (Buhari)
[2]Ramazan Kayan/ Vahiyle Direnmek syf  16
[3] “Allah’tan sabırla ve namazla yardım isteyin. Muhakkak Allah sabredip direnenleri sever.” (Bakara 2/135, 45)
[4] Kunut sünneti: Peygamberimizin(s.a.v) yetmiş Kur’an hocasının şehid edildiği Bi’r-i Maûne katliamından sonra, bu katliamı yapan Benî Süleym, Rial, Zekvan ve Useyye kabileleri aleyhine bir ay boyunca sabah namazında beddua okumuş, arkasında bulunan sahabeler de “âmîn” diyerek “kunut”a iştirak etmişlerdi.
yayın : 26 Ağustos 10:15