30 Ekim 2012 Salı

SURİYE'DEN BİR MEKTUP


Suriye'den bir mektup


 SURİYEDEN BİR MEKTUP
Usame, Türkiye’ye üniversite eğitimi almak için geldi. Burada eğitimini tamamlayınca yüksek lisans için başka bir ülkeye Finlandiya’ya gitti. O eğitimine devam ederken, vatanı Suriye ise kan ve gözyaşlarının hakim olduğu acı dolu günler yaşamaya başladı. Kendi savaştan çok uzakta yaşarken, ailesi ateşin ortasındaydı. Annesini, babasını çok sevdiği insanları çoğu zaman arayamadı, onlardan haber alamadı. Bedeni orada olamasa da; aklı, kalbi, ruhu hep ailesinin, vatanının ve zulme uğramış halkının yanındaydı.
Sonunda üzücü bir haber aldı. Annesi polis tarafından yaralanmıştı. Şimdi onu tutacak hiçbir şey yoktu, artık gitmek zorundaydı. Her gün vatanının topraklarında can veren yüzlercesi bir yana, gidip dönemeyenler de vardı. Çok şükür Usame ülkesine gidip sağ salim dönebilenlerdendi. Ailesini alıp Kilis’e yerleştirdikten sonra içi bir nebze daha rahat eğitimine devam etmek için Finlandiya’ya döndü. Kendi ülkesine girmek için yaşadığı sıkıntıları, savaşı, gördüğü acımasızlığı kaleme aldı. Gelin bundan sonrasını, Suriye’de, savaşın ortasında sıcağı sıcağına yaşamış birinden Usame’den okuyalım:
 SURİYE’YE YOLCULUĞUM
Annemin polis tarafından yaralandığı haberini alınca, mevcut duruma ve gitme uyarılarına aldırmadan Suriye’ye gitme kararı verdim.
Daha sınırdayken sıkıntılar başladı. Pasaportumu kontrol eden polis bana tıpkı bir suçluymuşum gibi bakıyordu. Suriye’ye geliş sebebim ve Esad yanlısı olup olmadığım gibi sorular sordu.
Psikolojik bir işkenceden geçmiş bir halde evime geldim. Eski bir arkadaşımla karşılaştım. O kadar zayıflamış, yüzü gözü o kadar solmuştu ki tanımakta zorlandım. Protestoları kameraya çektiği için 20 gün hapiste işkence görmüştü. Yediği dayaklar sonucu elleri kırılmış ve bir hayli güçten düşmüştü.
Geldiğimin ertesi günü Cuma namazı kılmak için camiye gittim. Cuma Arap baharı protestolarının en kalabalık olduğu gündü. Namaz sonrası yürüyüş başladı. Her zaman olduğu gibi ordu güçleri caminin önünde, her tür kalabalığın toplanmasını engellemek ve rastgele ateş açmak için hazırda bekliyordu. Yanımdaki arkadaşımı fena halde copladılar ve ardından tutukladılar. Ben kaçabildim. Kaçarken gördüğüm küçük bir çocuğu kurtarmaya çalıştım ama polis aracı benden daha hızlıydı. Çocuğa gözümün önünde hızla çarpışını izlemek korkunçtu.
Zihnim açılan ateşlerin yarattığı kanlı sahnelerle doluydu. Neyse ki sağ salim eve varmıştım. Protestoların yapıldığı gece polis evlere baskın yapıp protestocuları götürüyordu. Her an kapı çalınacak korkusuyla uyuyamıyordum. Kimsenin gelmemesine şaşırmıştım.
Kendi şehrimde geçirdiğim birkaç günden sonra un almak için başka şehirlere gitmem gerekliydi. Şehrimde uygulanan ekonomik boykot sonucu unumuz yoktu. Hama ve humus’tan geçen otobüse bindim. Siyah dumanlar orada da vardı. İnsanlar kaçmaya çalışıyorlardı ama bu kolay değildi.  Ordu her yerdeydi. Şam’a vardığımda hayalet bir şehirden geçtiğimi düşündüm. Her kontrol noktasında en az on asker özel araçları ve toplu taşıma araçlarını kontrol ediyordu. Şüphelileri tutuklayıp, halkı bağırıp çağırarak ve hakaret ederek korkutuyorlardı. Çok şükür yine tutuklanmamıştım.
Akşam kaldığım dairenin penceresinden dışarı bakıyordum. Aniden yürüyüş için toplanan insan kalabalığını fark ettim. Polis kontrol noktası sadece 50 metre ilerdeydi. Bin kişiden fazla insan toplanmıştı. Özgürlük sloganları yazılmış pankartlar ellerinde kalabalık ana caddeye doğru yürüdü. Yüzümü gizleyip kalabalığa katıldım. Derhal ordu güçleri tarafından çevrelendik. Önce bağırış sesleri yükseldi sonra saldırdılar. Göğsünden vurulanlar, yaralananlar, bir anda kanlar içinde insanlarla doldu etrafım. Bir kadın ayağından vurulmuş yerde yatıyordu, bir başkası bıçaklanmıştı. Ve ben yine yaşıyordum.
Eve geldim. Evlerde de durum trajikti. Temel gıdalardan yoksunduk. Elektriğimiz durmadan kesiliyordu. Bazen günde 15 saatten fazla elektriksiz kalıyorduk. Benzin istasyonları da çalışmıyordu. Bu yüzden araçlar da trafiğe çıkamıyordu.
En çok da çocukların şikayetlerine üzülüyordum. Okullarına gidemiyorlardı. Çünkü okullar da birçok bina gibi, yüzlerce protestocunun doldurulduğu ve işkence edildiği hapishanelere çevrilmişti.
Usame Alaloulou
* Mektubu İngilizce aslından çevirdim.

22 Ekim 2012 Pazartesi

TANRI'YI UNUTTURAN ŞEHİRLER


Tanrı'yı Unutturan Şehirler


Sare Şanlı

etiketler: sare şanlı
Şehir hayatı insanı o denli bunaltıyor ki, yaşamaya vaktimiz kalmıyor sanki. Hep bir koşuşturma içindeyiz şehirde. Trafikte, alışverişte, işte, yolda, devasa beton binaların içinde kaybolup gidiyoruz…
Penceremizden ne kadar gökyüzü görebiliyorsak onunla yetinmek zorundayız. Saksıda yetiştirdiğimiz çiçekler ve ayda yılda bir gidebildiğimiz parklar dışında ne kadar yeşilimiz var elimizde? Sokak hayvanları olmasa, arada bir kuşların, böceklerin sesi de gelmese hayvanlarla ne kadar ilişkimiz, iletişimimiz var?
Güneşin doğuşunu ya da batışını kaç kez doya doya seyredebildik? Ya da yüksek binaların arasından yıldızları ve ayın ışığını görebildik mi?
Peki ya göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde hiç düşünebildik mi? Yağmura ve rüzgâra bir rahmet, toprağa, suya bir nimet gözüyle bakabildik mi?
Hayır! Bizim yaşadığımız yerlerde her şey Tanrı’nın yaratıcılığını unutturacak kadar insan yapımıdır çünkü. Müdahale edilmeyen ve kendi haline bırakılan hiçbir şey yoktur.  O yüzden şehir insanı “insanın yaratıcılığı”yla karşılaşır her gün.
Bir Stoney Kızılderilisi
Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak yapay bir varoluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altındaki gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakilerin dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor. Caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh’un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar.” diyor, günümüz insanının Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamaktan ne denli uzaklaştığını anlatmak için.
Belki çok az insan Tanrı’nın varlığını inkar ediyor ama şehrin yarattığı kaos, bu varlığın anlamı üzerinde düşünmeye ve “gerçek görmeye” engel oluyor. Uzaklarda bir yerlerde var olan Tanrı’nın, her şeyiyle insan yapımı olan hayatlara karışmasına bir anlam veremez oluyor. Yaratmayı başardığını düşünen insan, yaratılışını unuttuğu gibi, yeniden dirilişi de unutuyor.
İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyamet-36)
Son Güncelleme 19 Ekim 2012 | 14:19

BU BAYRAM TEMİZLİĞİ ABARTMAYALIM NOLUR!


BU BAYRAM TEMİZLİĞİ ABARTMAYALIM N OLUR!
  Bayramın yaklaştığını gösteren en belirgin hadisedir bayram temizlikleri. Tüm ev halkı gerilir, erkekler dışarı, kızlar içeri denklemi sonucunda anneler ve kızlar arası küslükler bile yaşanır.



Sanki gelen ziyaretçiler ellerinde beyaz bir bez, dolap arkalarını, koltuk ve çekyat altlarını kontrol edecekler gibi koltuklar çekilir, dip köşe süpürülür, çamaşır suyuyla silinir, dolaplar boşaltılır, yıkanacak şeyler bol yumuşatıcıyla yıkanır, ütülenir, halılar silkelenir, mutfak rafları tezgaha iner, bulaşık olmayan kap kacak bile tekrar yıkanır, kurulanır, raftaki yerine yerleştirilir, duvarlar silinir, perdeler yıkanır. Vallahi ben yazarken yoruldum ama eminim bazı titiz hanımların bu listeye ekleyeceği şeyler vardır.
Bu klasik temizlik günleri ailesine göre 2 ila 7 gün sürer. Dini bir emir gibi ciddiye alınan bayram temizliğini tek bir bayram dahi es geçmeyen hanımlar, ev halkını canından bezdirdikleri gibi kendileri de bayrama yorgun argın girerler.  Dolayısıyla Arefe gününün faziletlerinden de yararlanamazlar.
Bayram öncesi yapılacak temizlikle ilgili hiçbir hadis hiçbir ayet yok. Asıl arefe gününün faziletinden ve o gün yapılabilecek ibadetlerden bahseden hadisler mevcut. Gelin bir göz atalım:
“Arefe günü tutulan oruç bin gün tutulan nafile oruca bedeldir.”
“Arefe gününden üstün bir gün yoktur. O gün Allah, yeryüzündekilerle iftihar ederek göktekilere “Ey gök ehli, kullarıma bakın, rahmetime kavuşmak ve azabımdan kaçmak için uzak yerlerden geldiler.” Buyurur. Arefe günü cehennemden o kadar çok kul azat edilir ki, başka günlerde bu kadar azat olmaz.”
“Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.”
“Duanın faziletlisi arefe günü yapılandır.”
Haydi hep birlikte bu bayram bir şeyleri değiştirelim. Misafirimize gösterdiğimiz özeni, bize şah damarımızdan daha yakın Rabbimize gösterelim. Toz bezleriyle kurduğumuz esaret bağından seccadelerimizle kurtulalım. Çeşit çeşit tatlı ve yiyecek yaparken, diğer Müslüman coğrafyalarda buruk bayramlar yaşayan kardeşlerimizi bir kez daha ve yürekten hatırlayalım. Bırakın bu bayram evimiz o kadar da temiz olmayıversin. Biz ruhlarımızı temizlemeye, nefsimizi arındırmaya, günahlardan uzaklaşıp çokça tevbe etmeye çabalayalım!
*Unutmadan arefe günü sabah namazından sonra teşrik tekbirleri getiriyoruz, bu tekbirler bayramın 4.günü ikindi namazına kadar her farz namazdan sonra getirilmelidir. ( Teşrik Tekbiri: Allhuekber Allahuekber, Lailahe illallahu vallahuekber, Allahuekber ve lillahilhamd)



Sare ŞANLI
k

2012-10-19 23:35:27

16 Ekim 2012 Salı

GIYBET BİR ALIŞKANLIKTIR


Gıybet Bir Alışkanlıktır


Sare Şanlı

etiketler: sare şanlı gıybet
- Doğruyu söylüyorum canım!
Elbette. Zaten gıybet, kardeşin hakkında onun söylemenden hoşlanmayacağı doğru olan şeyi söylemendir.
- Söylediğim şeyi herkes biliyor, zaten milletin dilinde!
Onca insan, büyük bir hata yapıyor ve sen de bu hatada payın olmasına razı oluyorsun öyle mi? Daha fazla insanın bilmesine bile isteye vesile oluyorsun!
- Burada olsun yüzüne de söylerim.
O halde neden önce ona söylemeyi denemedin. Belki başkalarına söylemene gerek kalmayacaktı. 
- Yüzüne de söyledim zaten.
Ya yüzüne söylemen halinde o kadar üzülmediyse de, başkalarına söylediğini bilince kırılacaksa? Keşke söylemeseydin başkalarına diyecekse?
- Ben onun adına çok üzüldüğüm için söylüyorum.
Senin arkasından konuştuğunu öğrenince o üzülmeyecek mi?
- Canım, bana da bu yapılır mı? Bakın size de yapmasın aynısını uyarıyorum!
Belki, uyardığın kişilere karşı aynı hatayı asla yapmayacak. Ama sen onları da önyargılarla dolduruyor ve günahına ortak ediyorsun.
- Benden duymuş olmayın ama…
Hayır! Bilakis senden duydular!
- Aramızda kalsın, kimseye söylemeyin.
Rabbin orada değil miydi?
- Dedikodu yapmak gibi olmasın da…
Üzgünüm ama dedikodudur yaptığın.
Oysa Rabbin: “Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.” demişti sana.

Dinlemedin, nefsine yenildin, şeytana uydun ve kardeşini öldürdün. Belki de defalarca. Yetmezmiş gibi etini yedin. Sonra iğrendin yaptığın işten. Yerken ne kadar da lezzetliydi değil mi? 

Bir tür gıybet yamyamı olup çıkmıştın da haberin yoktu.
Yapma! Şeytanın fısıltılarına aldanma. Kelimelerine hâkim ol. Yoksa gıybet illeti bırakmaz peşini.

“Eğer şeytan tarafından bir ayartmaya maruz kalırsan, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir.” Fussilet 36
 

KADIN=AŞÇI DENKLEMİNDE BİR HATA VAR


KADIN=AŞÇI DENKLEMİNDE BİR HATA VAR!

 Oldum olası sevemedim şu mutfağı. Yemek konusunu abartmayan bir ailede yetiştim, eşimin de bu konuda beklentileri düşük olduğundan mutfakta geçirdiğim zaman hayli azdır.




Keşke her kadın benim kadar şanslı olsa. Öyle değil ne yazık ki. Bazı kadınlar, dostu akrabayı ağırlamak bir yana en çok eşinden çekiyor. Huzurlu bir sofra sunduğu ve emek verdiği için takdir edileceği yerde, bir “aşçı” muamelesi görüp durmadan eleştiriliyor. 
Kimi eş her gün taze yemek bekliyor, kimi en az üç çeşit. Kimisi yemek “haşlak” olmuş, niye iki saat evvel pişirilmedi diye sorun çıkarıyor, kimi tuzu fazla diye bağırıp çağırıyor. Hazırda olan yemeği canı istemediği için reddedip, farklı bir menü hazırlatanları da duydum. Hatta salatanın doğranma biçimini beğenmediği için döktürüp yeniden yaptıran eşler bile var!
Burada niyetim, kadın yemek yapmak zorunda değil, ev işi yapmak zorunda değil diyerek feminist bir yazı yazmak değil. Eminim tüm kadınlar yaptıkları iş takdir edildiği, küçümsenmediği ve suiistimal edilmediği sürece seve seve yemek de yapar, evinin işini de.

Ancak benim dikkat çekmek istediğim konu bambaşka:

Midemize olan düşkünlüğümüz ve bu uğurda harcadığımız (ya da harcamak zorunda bırakıldığımız) zaman.
Hanımına aşçı, temizlikçi, çocuk bakıcısı ve hizmetçi olarak bakan ortalama Türk erkeğinden bahsetmeye lüzum yok; onlara ne deseniz, ne anlatmaya çabalasanız boş. İşin ilginci dini hassasiyetlere sahip erkeklerin de eşlerine benzer muameleyi göstermekten çekinmemesi.

Bazı dindar erkekler, eşinin vasıfları ne olursa olsun, birincil vazifesini aşçılık olarak tanımlamakta hiçbir beis görmüyor. Yaptığı yemekleri eleştiriyor, daha farklı menüler istiyor, yemeğin ardından çay ve kahve servisinin aksamasına tahammül edemiyor.
Acaba, yemek yemeyi hayatının merkezine alan, yemek için yaşayan ve eşine sırf kendi nefsinin tatmin olmasını istediği için eziyet eden bu eş tipinin “Midesinin kulu yüzüstü sürünsün ve helak olsun!” hadisinden haberi var mı?
Yahut; şeklini beğenmediği için karısına yemeği döktürürken “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” ayetinin kendisine hitap etmediğini mi düşünüyor acaba?

Başka coğrafyalarda kardeşleri su ve ekmek gibi temel gıdaları bile bulamazken, üç çeşit olsun, taze olsun, sıcak olsun, tuzlu olmasın diye kapris yapanın kardeşlik bilincinden nasibini aldığını söyleyebilir miyiz?

Mükellef sofralara harcayacağı vakti, ibadete, okumaya, kendini yetiştirmeye, daha huzurlu ve daha bilinçli bir aile ortamı oluşturmaya harcayabilecek kadının saatlerini mutfakta geçirmek zorunda bırakılması ne kadar adil ve ne kadar İslam’a uygundur?
Dindar erkekler bile bu denli midelerinin kulu haline gelip, evlerine bir restoran muamelesi yapıyorsa, Allah’ın erkeklere emanet olarak gönderdiği kadınlar, eşlerinin gözünde aşçı olmanın ötesinde bir kimlik kazanamıyorsa, burada dini bilgiler tekrar gözden geçirilmeli. İnsana belini doğrultacak kadar yiyecek yeter diyen peygamberin ümmeti, midelerinin kulları haline geldiyse yanlış giden bir şeyler var demektir.

Sare Şanlı
2012-10-15 23:02:41

9 Ekim 2012 Salı

YETERİNCE GÜZEL VE ZAYIF OLAMAMANIN ACISI

YETERİNCE GÜZEL VE ZAYIF OLAMAMANIN ACISI

  Geçmiş çağlarda da kadın güzel ve zarif olmaya çabalardı. Ama bu çağdaki kadar "bedeninin kölesi" haline getirilip, güzellik iksirleriyle sarhoş edilmemişti.



Güzellik çağdaş kadının varoluş amacı olmaya başladığından bu yana, güzel kadın da çirkin(?) kadın da mutsuz ve tatminsiz.
Yaratan'ın insana en güzel şekli verdiği unutularak, “güzel” ve “çirkin” kavramları insan bedeni, özellikle de kadın bedeni üzerinden anlamlandırıldı. Kısa boy neye göre çirkin, ince bel neye göre güzeldi? Dolgun dudakları çekici, büyük burnu itici yapan normlar neye göre belirlenmişti?
İnsanoğlu, Allah’ın yaratmasındaki çeşitliliğin güzelliğini görmek yerine, kendi eksik ve yanlış kriterleriyle güzel ve çirkini belirlemeye kalkıştı. Sonra da bu kriterleri hayata geçirmek ve en çok da kadınlar üzerinde uygulatabilmek için çabaladı.
Vücudundaki organların görevini en güzel şekilde yerine getiriyor olmasına şükredemeyen kadın, hep bir yerlerde kusur aradı ve o kusurları düzeltmeye çalıştı .
Asla yeterince güzel hissedemedi ve yeterince zayıf. Verilecek birkaç kilosu oldu. Tam anlamıyla güzel ve bakımlı giyindiğine inanamadı. Dolabındaki eksik bir çanta, bir elbise, bir aksesuarı tamamlamak için saatlerini harcadı alışverişe. Kadın, güzellik salonlarında ve zayıflama merkezlerinde tükendi. Parasını da kozmetik ürünlerle, spor salonu aidatlarıyla ve hatta estetik ameliyatlarla, botokslarla tüketti.
İçeriğinin büyük kısmını güzelleşme ve zayıflama tüyolarına ayıran, güya kadınlara hitap eden gazete eklerini, dergileri, web sitelerini takip ederek güzellik sektörünün kölesi oldu. Güzel olmalıydı ki eş bulsun. Yeterince bakımlı olmalıydı ki, eşi kendisini beğensin ve aldatmasın. Güzelliği toplumda statü sebebiydi, iş bulmak, işini hallettirmek bile daha kolay hale geliyordu güzel olunca.
Güzellik her zaman kutsandı.  Kadın bedeniyle uğraşmasının gerekliliğine öyle yürekten inandı ki, bir ruhunun ve aklının olduğunu unuttu!
Piyasa kadının güzelleşme ve zayıflama tutkusundan öyle iyi beslenip semirdi ki, elbette kadının iç dünyasına dönmesine razı olmadı. Aklına ve ruhuna önem veren kadın, halkları bir “koyun sürüsü gibi gütme” politikalarının da işine gelmedi. Bu yüzden akıllı ve bilgili kadın da çirkinliğini örtbas etmeye çalışan kompleksli kadın olarak sunuldu. Çirkin olmaktan ölesiye korkan kadın, bu şekilde bedenini daha da önemsedi.
Çağdaş kadın, bedeni üzerinden yapılan bu güçlü propagandalara direnemedi ve teslim oldu.
Sanırım sıra muhafazakar kadında. Çünkü benzer propagandalar “İslam” kılıfı altında ona da yöneltilmeye başlandı. Bakalım dini değerlerine sahip çıkmaya çalışan kadın nereye kadar direnebilecek?



2012-10-08 16:59:04

8 Ekim 2012 Pazartesi

PARASIZ KALMA KORKUSU


Parasız Kalma Korkusu


Sare Şanlı

etiketler: sare şanlı parasızlık
Mevcut sistemin başrol oyuncusu Batı, oluşturduğu vahşi kapitalist sistemin insanlarını da bu sisteme eksiksiz bir şekilde ayak uyduracak şekilde tasarlamaya çalıştı.

Batı öylesine bencil bir insan tipi yarattı ki, bu insan tipi kendi ihtiyacından başka kimsenin ihtiyacına ilgi göstermediği gibi maddi olarak kendisine zarar veya faydası yoksa, dünyada olup biten hiçbir şeyle de ilgilenmez.

Batılıya savaştan, açlıktan, küresel sorunlardan, doğal afetlerden, işkenceden ve sefaletten bahsetmeyin sakın. Tüm bunlar ona tepki veremeyeceği kadar uzaktadır. Başka dünyalarda başka insanların yaşadıklarından ibaret böylesi uzak sorunlara kayıtsız kalacaktır. Daha somut bir korkusu vardır çünkü.

Onun gerçekten korktuğu tek şey vardır: Günün birinde parasız kalmak!

Nitekim bu korku onu, hayatını hep garanti altına alma çabası içine itti. Durmadan biriktirmesi, ilerisini, en çok da yaşlılığını(en işe yaramaz, para kazanamaz dönemini) düşünmesi gerektiğini telkin etti. Kendini böylesine fazla önemsemesi ve düşünmesi başkalarının sorunlarına ilgisiz kalmayı öğretti ister istemez Batılıya. Yaşadığı dünyayı “kendisi için” cennete çevirme telaşından, başka insanların içinde yaşadığı cehennemin ateşini hiç göremedi. Hayatının merkezine oturttuğu muazzam benlik ona, kendisinden ve kendi rahatından daha önemli bir şeyin olamayacağını bağıra bağıra söyledi durdu. Bu rahatı kaybetmemek için asla parasız kalmamalıydı, ne olursa olsun parası olmalıydı.

Batı yıllardır “parasız kalma korkusu” içinde debelenip duran insanlar üretmekle kalmadı, aynı zamanda bu korkuyu tüm dünyaya ihraç etti. (Aslında hala ihraç etmeye devam ediyor)

İşin en üzücü tarafı bu korkudan Müslüman toplumların da nasibini alması oldu. Onlar da yaşam standartlarını yükseltmek, zenginleşmek ve günün birinde parasız kalmamak için hırsla çalışmaya başladı.

Hayatı garanti(!) altına almak, bir ev sahibi olmak ve devletten emekli maaşı almakla özdeşleştirilince, Müslüman, Rabbinin rahmetini aramak ve ona güvenmek yerine devlete sırtını dayamanın yollarını aradı durdu.

Benmerkezcilik Müslümanlar arasına sirayet etmeye başlayınca ümmet bilinci düşüncelerden, yüreklerden silinmeye başladı. Böylesi bir bencilleşme, yalnızca kendi ihtiyaç ve konforunu düşünme sonucunda Müslümanlar da, dünyada olan biten hadiselere ilgisiz kalmayı tercih etti.

Kendi öz kardeşlerinin başına gelen acı hadiselere kulaklarını tıkadılar. Haberleri dinlemez, gazeteleri okumaz oldular. Böylece başkalarının sıkıntılarını görmeyerek suçluluk duygusundan kurtulacaklarını ve sorumluluğu üzerlerinden atacaklarını düşündüler.

Dünyaya hırsla bağlanmak ölümü ve hesap gününü, sadece kendinden değil, tüm insanlıktan sorumlu olduğunu unutturdu Müslümanlara.

Batılı gibi düşündü, batılı gibi inandı ve yaşamaya başladı Müslüman. Para kazanıp rahat bir hayat sürebilme derdine düştüğü anda, ilk önce kul olma bilincini kaybetti. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile kardeşlerini nefislerine tercih eden Müslümanların yerini kardeşlerinin ihtiyaçlarını görmezden gelerek, kendi ihtiyaçlarını sınırsızca önceleyen modern Müslümanlar aldı.

Oysaki Müslüman, “insan insanın kurdudur” diyen bir kültüre karşı “Müslüman Müslümanın kardeşidir” diyen bir medeniyete sahiptir. Bu yüzden Batının değerlerini sorgulamadan kabul etmek yerine, niçin yaratıldığının ve nasıl bir “kul” olması gerektiğinin bilincine varmalı ve rızkın Allah’tan geldiğini idrak etmelidir.
Son Güncelleme Bugün | 14:52

2 Ekim 2012 Salı

UYUMAK İSTEYEN ÇOCUK


Uyumak İsteyen Çocuk



Sare Şanlı


etiketler: sare şanlı michel bruele uyumak isteyen çocuk
Michel Bruele’nin Uyumak İsteyen Çocuk adlı kitabını okuyana kadar, bir çocuk kitabının beni böylesine etkileyeceğini düşünemezdim.
Annesiz ve kimsesiz kalan Nino, Brezilya sokaklarında yapayalnız yaşamaya mahkûm kalmış bir çocuktur. Ne parası vardır ne de gidecek yeri. Çocuk bedeniyle en çok da açlık zorlar onu. Nino açlığını ve yalnızlığı unutmak için uykuyu keşfeder. Uyudukça güzel rüyalar görür, annesine kavuşur, karnı doyar, başka diyarları gezer. Sürekli uyumak ister küçük, gerçek hayatın acılarıyla yüzleşemeyecek kadar çaresizdir çünkü.
Nino gibi kimsesiz, parasız ve aç değilim ama dünyada olup biten tüm hazin olaylardan kaçmak istercesine ben de uyumak istiyorum…
Filistin’de açıyorum gözlerimi. Barışın diyarında… Her yer yemyeşil ve güneş bir başka parlıyor bu topraklarda. Çocukların ellerinde sapanlar yerine, kalemler, defterler, oyuncaklar görüyorum. Barış şarkıları söylüyor, zafer şiirleri okuyorlar. Anneler güvenle büyütüyor bebeklerini. Babalar akşam döneceklerine inanarak çıkıyorlar huzurlu yuvalarından işe doğru. Hiç tank göremiyorum, İsrail askeri de. Zulüm yok, gözyaşı yok, savaşın kokusu bile kalmamış burada.
Sonra Somali’de buluyorum kendimi. Konuk oluyorum güzel yiyeceklerle dolu sofralarına. Yepyeni bir ülke görüyorum, okullar, hastaneler, sağlam binalarla dolu. Hastalık yok, sefalet yok, açlık yok!
Arakan’a gidiyorum, tıpkı Filistin gibi, Somali gibi orası da. Çeçenistan, Suriye, Doğu Türkistan ve diğer mazlum ülkeleri de geziyorum tek tek. Gördüğüm manzaralar büyülüyor beni. Ne savaş var, ne açlık, ne zulüm…
Gördüğüm rüyaların güzelliğinden olsa gerek, gülümseyerek uyanıyorum. Kısa sürüyor ne yazık ki. Çünkü televizyonu açtığımda, gazetelere baktığımda yine aç, yoksul ve mazlum insanlarla karşılaşmak içimi burkuyor.
Savaş sahneleri, şehitleri, açlıktan ve hastalıktan ölenleri, yetim çocukların içler acısı halini defalarca görmek, duymak, bilmek ne büyük çaresizlikmiş meğer.
Uyumak hiçbir şeyi değiştirmiyor. Zaten hep uyumuyor muyuz? Televizyonu kapatıp, gazeteleri çöpe atınca tüm sorunların bittiğini, üzerimizden sorumluluğun kalktığını düşünürcesine kendi bencil ve küçük dünyamızda yaşamak uyumak değilse nedir?
Olan bitenin yükünü kendi omuzlarımda hissediyorum, her Müslümanın hissetmesi gerektiği gibi.
Uyumak istemiyorum. Hatta tüm dünya artık uyansın istiyorum!
Son Güncelleme Bugün | 12:26

1 Ekim 2012 Pazartesi

BEBEĞİNİZİ NEREYE TERK ETMEK İSTERDİNİZ?

BEBEĞİNİZİ NEREYE TERK ETMEK İSTERDİNİZ?
Gözü yaşlı anneler, bir şekilde doğurmak zorunda kaldıkları bebeklerini maddi sıkıntılar yüzünden bakamayacaklarını düşündüklerinden, bir vicdan sahibi bulur ve kurtarır umuduyla, sarıp sarmalar, son kez emzirir, öper ve bir cami önüne bırakırlar Türk filmlerinde… Ülkemizde istenmeyen bebeklerin cami önlerine yada zengin semtlerdeki apartman önlerine bırakılması filmlerimize bile konu olacak kadar bildik bir durum.



Peki Avrupa ülkelerinde istenmeyen bebekler nereye bırakılır? Devlet tarafından sokaklara yerleştirilmiş, 24 saat aktif bebek kutularına! Evet, bu ortaçağ Avrupa’sında son derece yaygın olan uygulama, yaklaşık 10 yıl önce Modern Avrupa’ya dönüş yaptı.

Avrupa sokağa,çöp kutularına, soğuğa ve her tür tehlikenin ortasına terk edilen bebeklerin sayısının artmasıyla, onları bu tür bir uygulamayla kurtarmaya(!) karar verdi.




Bir bebeğin güvende olabileceği şekilde düzenlenmiş, sıcaklığı ayarlanmış bu kutular, tam teşekküllü sağlık ekipmanının olduğu yerlere açılıyor. Bebek bırakıldıktan sonra, sensörler sayesinde bakıcılar bebeğin bırakıldığını anlıyor ve kısa bir süre içinde bebeği alıyorlar. Bebek bir süre buralarda bakıldıktan sonra, evlatlık işlemleri için devletin diğer kurumlarına sevk ediliyor. Yani bebek devlet tarafından korumaya alınıp yaşatılıyor. 

Kutuda anne için de bir not bulunuyor. Bu notta bebeğin güvenli ellerde olduğu, çok iyi bakılacağı, şayet anne pişman olursa, birkaç hafta içinde gelip alabileceği adres yazıyor. Nitekim bir süre sonra pişman olduğu için bebeği geri alan annelerin sayısı da az değil.

İlk bakışta, bebek kutuları, küçücük bebeklerin sokaklarda ölüme terk edilmesinden daha insaflı görünse de, bu kutular başka sorunları beraberinde getiriyor.

Sokağa bıraktığında ölüm riski olan bebek, kutularda her halükarda yaşatılacağı ve devlet tarafından korunacağı için, bu kutular, terk edilen bebek sayısını artıracaktır.

Yazık ki, kutuya bebeği kendi isteğiyle bırakan anne sayısı oldukça az. Anneler genelde, tecavüzcüleri ve kendilerini hayat kadını olarak çalıştıranları tarafından bebeklerini terk etmeye zorlanıyorlar. Bu durum da tecavüz hadiselerini ve fuhşu destekleyecektir.

Kutulara bırakılan çocukların azımsanmayacak bir kısmı da engelli ve sakat çocuklar. Kutular, sakat çocukların terk edilme oranını da yükseltecektir.

Terk edilen bebekler, anne ve babalarının ve varsa kardeşlerinin kim olduğunu asla bilemeyecekler. Bu durum da, kardeşlerin, anne-oğul ve baba-kızın birbiriyle ilişkiye girme olasılığını mümkün kılıyor. Son derece iğrenç ve ahlak dışı olan bu durum kutuların varlığını sorgulamak için başlı başına sebep. 

Bir başka açıdan bakıldığında Batı, kendi yarattığı sorunların nedenleri üzerinde kafa yorup, köklerine inmek yerine, neticeye yönelik yapay çözümlerle sorunu daha da derinleştiriyor. Zira sokağa terk edilen bebekler, belli değerlerin yitirilmesiyle ortaya çıkmış vahim bir tablodan başka bir şey değildir.

Batıda başa çıkılamayan bir sorun halini alan sokağa bebek terk etmek Doğu toplumlarında hala son derece ürkütücü ve kabul edilemez bir durum. İnanç ve geleneklere sıkıca tutunmak, bu gibi durumların çok daha az rastlanır olmasının en temel sebebi. Rızık endişesi ile çocuklardan vazgeçmenin kesinlikle yasaklandığı Müslüman toplumlarda ise annelik kutsal kabul edildiği ve çocuğa bir rahmet gözüyle bakıldığı sürece, daha doğrusu belli değerlere sahip çıkıldığı müddetçe bu sorun bizlerden uzak görünüyor.

Masum bebeklerin sokağa veya kutulara terk edilmediği bir dünya duasıyla...



Sare ŞANLI
k

2012-10-01 22:07:21