KENDİNİ GELİŞTİREMEYEN KADINLAR DIŞLANMALI MI? | |
Erkekler ve kadınlar birlikte çıktıkları yolda yürürken aynı hızla yol alamazlar çoğu zaman. Erkek, iş hayatının ve sosyal hayatta bir erkek olarak var olmanın avantajlarını yaşayarak daha hızlı adımlarla koşma şansına sahip olurken, kadın öyle çok engelle karşılaşır ki… Çalışsa da, sosyal hayatta varlığını gösterse de, sık sık reklam arası verir hayatında.
Anne olur, çocuk büyütür ve her bir çocuk yıllarını alır götürür. Gelin olur, akrabaların sıkıntılarında yanlarında olur, vaktini, bedenini feda eder. Kız evlat olmanın fazlasıyla özveri gerektirdiğini anlar zaman zaman. Komşu olurken, dost olurken, akraba olurken hiçbir sorumluluktan çekmez kendini, var gücüyle yardım eder yakınlarına en sıkıntılı, en telaşlı günlerde. Erkek gitmek zorunda olduğu işi ve biraz da fıtratının el vermeyişi yüzünden bu tür durumların dışında bırakılırken, kadın hep müsait olması beklenendir. Cenazelerde, doğumlarda, hastalıklarda, nişan-düğün telaşlarında hep kadındır başrolde olan, desteğini asla esirgemeyen.
Fırsat bulursa, zaman kalırsa kendiyle ilgilenmeye, bireysel hedeflerine odaklanmaya çalışır, okur, araştırır, öğrenir, yazar, sosyalleşmenin bir yolunu arar kadın. İmkan bulursa çalışır, dışarıdaki dünyaları tanır, kısacası bir şekilde kendini geliştirmeye uğraşır.
Dedim ya, fırsat bulursa… Çünkü bir de fırsat bulamayan kadınlar vardır. Belki çocuklarının sayısının çokluğundan yada sıkıntılı, hastalıklı, uğraş isteyen çocuklar olmalarından ötürü hayatını yavrularına adamak zorunda kalan… Yaşlı/hasta bir anne babanın veya bir akrabanın tüm sorumluğunu üstlenmek durumunda olan… Maddi sıkıntılar içinde boğulan ailesinin yükünü hafifletmek için, el emeğini satmaya uğraşan… Geçen yılların sonunda, kendisi için hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadığı gibi bir de yaşlanan, eski güzelliğini yitiren, kilo alan, kendine bakacak gücü de bulamayan kadınlardır bu kadınlar.
Tüm bunların sonunda ömürlerini adadıkları, yıllarını feda ettikleri insanlar tarafından beğenilmeme ve hatta zaman zaman da suçlanmayla yüzleşirler. Önce eşleri yanlarına yakıştıramaz onları. Sonra ömürlerini verdikleri çocukları tarafından hor görülürler. Sonra akrabaları, yakınları, arkadaş bildikleri yavaş yavaş iterler hayatlarından “gelişmemiş, yıllardır hep aynı kalmış” kadınları… Okumadıkları, öğrenmedikleri, çağa ayak uyduramadıkları, bir şeyler üretmedikleri gerekçesiyle itilen bu kadınların, kendilerini geliştirmek için gereken zemine ve imkanlara sahip olup olmadıklarını kimse sormaz, kimse düşünmez!
Yıllarca fedakarlık yapmak, vefa göstermek, yardımsever, cefakar, sorumluluk sahibi olabilmek kendini geliştirmekten sayılmaz ne yazık ki!
“Kadını her şeyden mahrum ettiler, hatta İslamdan bile. Okuma yazması olmadığı için dedikodu yapmalıydı, yaptı da nitekim… Bu durum tıpkı şuna benzer: Önce bir kişinin elini felç edersiniz, ardından eli felç diye onu her şeyden mahrum edersiniz.” tespitiyle Ali Şeriati yaşadığı dönemdeki ‘kendini geliştirememiş kadın sorununu’ ne kadar güzel tahlil etmiş.
Eşini beğenmeyen erkek, kaç kez elinden tutup, bir toplantıya, bir eğitime, seminere, yahut herhangi bir aktiviteye yanında götürmüştür hanımını? Annesini yeterince gelişmiş bulmayan kaç evlat, annem de kendiyle ilgilenebilsin diye, kendi ihtiyaçlarından feragat etmiştir? Hangi akraba, hangi dost bu gibi hanımlarından sırtındaki yükün azıcığını yüklenip, ona kendini eğitmesi için yardım etmiştir? Kaç kişi bu kadınlara yol göstermiş, yol açmış, imkan sunmuş, kendine yatırım yapmasına zemin hazırlamıştır? Tüm bunlar mevcut olduğu halde bir kadın bile isteye cahil kaldıysa ayrı. Onu bir başka yazının konusu yapalım.
Ama pek çok kadın omuzlarındaki yükün ve sorumluğun ağırlığından kendi istediği hayatı yaşayamadan yaşlanır gider. Başkalarının hayatlarında figüran gibi rol almaktan, kendi hayatının başrolünü oynamaya fırsat bulamadan tüketir ömrünü. Takdir göreceği yerde eline verilen ‘gelişmediği için dışlanmışlık faturasını’ da tek başına ödemek zorunda bırakılır. Düşünmeli… Olduğu yerde bir ömür boyu kalan kadınları yargılarken iki kere düşünmeli. Daha önce hiç bakmadığımız farklı açılardan…
Sare Şanlı
Sare ŞANLI k 2012-12-24 21:20:43 |
Bu blog www.kadınhaberleri.net ve www.on5yirmi5.com adlı sitelerde yayınlanmış yazılarımdan oluşmaktadır.
28 Aralık 2012 Cuma
KENDİNİ GELİŞTİREMEYEN KADIN DIŞLANMALI MI?
ANNELİK SINAVI
Annelik Sınavı
Sare Şanlı
sareyildiz[@]gmail.com- Önceki Yazıları
- 24.Ara : Annelik Sınavı köşe yazısı
- 18.Ara : Kitap Okuyucusunun Zihnindeki Engeller
- 10.Ara : Dizilerdeki Sahte Hayatlar
- 03.Ara : Çocuğumu Eğitiyordum Ama…
- 26.Kas : Şeytan Sadaka Verme Diyorsa…
- 19.Kas : Ne Kadar Avrupai Bir Havanız Var!
- 12.Kas : Kıbrıs Bahaileri
- 05.Kas : Üç Yasin Okusam Kumarda Kazanır mıyım?
- 29.Eki : Suriye'den bir mektup
- 19.Eki : Tanrı'yı Unutturan Şehirler
- 16.Eki : Gıybet Bir Alışkanlıktır
- 08.Eki : Parasız Kalma Korkusu
- 02.Eki : Uyumak İsteyen Çocuk
- 26.Eyl : Arafta tesettürlü olmak
- 17.Eyl : Üniversiteli Arkadaşıma Mektup
“Aşk bir kadının çocuğunu kolları arasına aldığı zaman, onun ne denli yapayalnız, ne denli çaresiz, korumasız olduğunu duyumsadığı zaman, çocuğa karşı duyduğu şeydir. Hiç değilse çaresiz ve korunmasız kaldığı sürece seni ne aşağılayabilir, ne de düş kırıklığına uğratabilir.”
Oriana Fallaci’nin Doğmamış Bir Çocuğa Mektuplar kitabını yıllar evvel okuduğumda bu satırlar ilgimi çekmiş, not defterime itina ile yazmıştım. Şimdi minik oğlumu masum uykusunda seyrederken, kollarımın arasında olmasa da aşkı hissediyorum. Uykumu en tatlı anında bölen, gecemle gündüzüm arasında fark bırakmayan, yemek yerken bile rahat vermeyen, hayatımın tamamına yayılan bu küçük insana bir kerecik sarılmak her şeyi nasıl unutturuveriyor şaşıyorum bazen. En çok kızmak istediğim anlarda, korunmasız ve anneye muhtaç bakışlarıyla büyülüyor, kıyamıyor içim.
Emzirmek, karnını doyurmak için neler yapacağını düşünmek ve hazırlamak, defalarca kirlenen kıyafetlerini değiştirmek, uyutmaya çalışmak, oyunlarına katılmak, yıkamak, temizlemek… Emek verdikçe büyüyor sevgim, her geçen gün hayatımın vazgeçilmezi oluyor. Güne onu düşünerek başlıyor, onu düşünerek uykuya dalıyorum.
Şimdi rahat zamanların, bir büyüsün göreceksin, büyüdükçe dertleri de büyüyor diyenlerin bilinçaltıma yerleştirdiği endişeden olsa gerek, öpücüklerin, sarılmaların, gülücüklerin tadını çıkarıyorum. Her an kıymetli ve geçen zaman geri gelmeyecek biliyorum. Geçmişe baktığım da iyi ki geride bıraktım o günleri dediğim anlardan çok, tatlı anılarımız, heyecanlarımız var.
Peki ya gelecek? Fallaci’nin dediği gibi, çocuk çaresiz ve korunmasız kaldığı sürece bir problem görünmüyor. Ama ben de tüm anneler gibi korkuyorum hayal kırıklığına uğramaktan… Tüm dikkatime, inancıma, emeğime karşın üzülmesinden ve beni üzmesinden… Belki ne yaparsa yapsın bitmeyecek olan o aşkın beni düşüreceği hallerden korkuyorum. Artık tek başına bir ben olmayışımdan, hayatımın asla koparıp atamayacağım parçasıyla yaşamaktan, o parçayı bir süre sonra kontrol edemeyecek olmaktan…
Sorular burada başlıyor. Dünyaya bir çocuk getirmek ne demek?
İlk yıllarda beslemek, temel ihtiyaçlarını karşılamak hemen her annenin üstesinden gelebileceği bir iş gibi görünüyor. Ama ya sonrasında yetememek, çıkmazları karşısında çaresiz kalmak, hataları karşısında ıstıraba boğulmak, yıpranmak ve artık elinden tuttuğunda her defasında ayağa kaldıramamak… Haksızlık biliyorum ama ruhumun gizli yerlerinden bir ses “bana benzesin, benim gibi düşünsün, benim doğrularım onun da doğruları olsun, hatta dur! benim hatalarımı yapmasın, düşmesin, incinmesin, hep gülsün” diyor.
Not defterimden bir yazıyı daha hatırlıyorum, Halil Cibran imdadıma yetişiyor sanki…
çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
çünkü ruhları yarındadır,
siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
çünkü ruhları yarındadır,
siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Okumak, düşüncelere katılmak başka, uygulamaya geçirmek bambaşka. O yüzden gelecek kendi açımdan da korkutuyor beni. Ben çocuğuma kendi yolunu izlerken eşlik edebilecek miyim? Onun ayrı bir ruhu olduğunu her zaman hatırlayabilecek miyim? Galiba sınav burada başlıyor.
21 Aralık 2012 Cuma
KİTAP OKUYUCUSUNUN ZİHNİNDEKİ ENGELLER
Kitap Okuyucusunun Zihnindeki Engeller
Sare Şanlı
sareyildiz[@]gmail.com- Önceki Yazıları
- 18.Ara : Kitap Okuyucusunun Zihnindeki Engeller köşe yazısı
- 10.Ara : Dizilerdeki Sahte Hayatlar
- 03.Ara : Çocuğumu Eğitiyordum Ama…
- 26.Kas : Şeytan Sadaka Verme Diyorsa…
- 19.Kas : Ne Kadar Avrupai Bir Havanız Var!
- 12.Kas : Kıbrıs Bahaileri
- 05.Kas : Üç Yasin Okusam Kumarda Kazanır mıyım?
- 29.Eki : Suriye'den bir mektup
- 19.Eki : Tanrı'yı Unutturan Şehirler
- 16.Eki : Gıybet Bir Alışkanlıktır
- 08.Eki : Parasız Kalma Korkusu
- 02.Eki : Uyumak İsteyen Çocuk
- 26.Eyl : Arafta tesettürlü olmak
- 17.Eyl : Üniversiteli Arkadaşıma Mektup
Bu sıralar “kitap okumak” üzerinde düşünüyorum. Eskiden “boş zamanlarında ne yapıyorsun?” sorusuna verilebilecek en prestijli cevap “kitap okurum” cevabıydı. Şimdi okumanın sadece boş zaman meşgalesi olamayacağı, kişinin buna hususi bir zaman ayırması gerektiği konusunda herkes mutabık. Yani bir şekilde hepimiz okumamız gerektiğini biliyoruz ve elimizden geldiğince okumaya gayret ediyoruz. Lakin sorun neyin okunması gerektiği noktasında düğümleniyor.
Kitap okuyanların oluşturdukları bloglara, çok satan ve reklamı iyi yapılan kitaplara bakıyorum da, çoğu abur cubur bilgiler veren popüler kişisel gelişim serilerinden, ucuz romanlardan, başarı ve kazançsetlerinden oluşuyor. Yani çabucak tüketilip anlık doyum sağlayan ve kısa bir süre sonra tekrar acıktıran fast food kitaplar okunuyor!
Okumak için çok fazla seçenek var gibi görünse de bu tür kitaplar hemen hemen birbirinin aynı. Çok okuyorum zanneden kişi aslında aynı gereksiz bilgileri tekrarlayıp duruyor. Evet, bir şekilde okuma alışkanlığı sağlanıyor, çantalarda kitap taşınıyor ama bu defa insanlar kitaplarla oyalanır hale geliyor.
Belli sahalarda yayınlanan kitapların büyük çoğunluğu çok satmak amacıyla kaleme alınan, çokça reklamı yapılan popüler kitaplardan oluşuyor. Ne kadar zor olsa da popüler kitapları okumak yerine, kişinin ilgi alanına ve çalışma sahasına yönelik ‘kaynak eserleri’ okumasının daha yerinde ve yararlı olacağı kanısındayım. Rastgele yapılan seçimlerin aksine, belli bir hedefe yöneltilen okuma kişiye ciddi bir birikim sağlar.
Ancak burada da karşılaşılan sorun okunan yazar noktasındaki seçimler. Popüler yazarlar mı, yoksa saha çalışması yapan ciddi eserler kaleme alan yazarlar mı? Bazen nitelikli yazarların her eserinin okunmaya değer kabul edilmesi de okuyucunun zihninde engel teşkil edebiliyor. Zira, bir süre sonra para kazanma amacıyla, eski köşe yazılarını veya röportajlarını derleyip kitaplaştıranların sayısı da az değil.
Yazar seçiminde batılı düşünür dayatması da okuyucunun zihnindeki bir başka engel. Ne kadar batılı, o kadar bilimsel gibi yanlış bir kabul, okuyucuyu hep Batı kaynaklarının içinde bırakarak, tek tip bir öğrenme ve düşünme içine itiyor. Nedense, Batılı düşünürleri okumak ve onların düşüncelerini benimsemek İslam düşünürlerinin eserlerini okumaktan daha entelektüel ve daha akılcı bir tutum olarak algılanıyor. Kendi tarihimizi yada dünya tarihini okurken de benzer hataya düşüyor, Batılı kaynaklara itibar edebiliyoruz. Sonucunda taraflı ve hatalı bilgilerle dolu bir zihin çıkarıyoruz ortaya.
Konu İslama gelince, dinimizi yeterince tanıdığımızı düşünüyor ve çoğu zaman da yanılıyoruz. İlmihallerden ibaret okumalarımıza, Kur’an eksenli kaleme alınmış, İslamın ruhunu ve özünü anlatan, muhtaç olduğumuz manevi iklimi bize sağlayacak eserleri mutlaka eklemeliyiz.
Her ne okursak okuyalım, okuduğumuz kitabı terk etmemek de bir gerekliliktir. Okuyup raftaki yerine kaldırıyor, bir yere notlar düşmüyor, arkadaş sohbetlerinde mütalaa etmiyorsak cidden o kitabı okumuş sayılır mıyız?
“Okumak bir hobi midir, boş zaman meşgalesi mi? Yoksa bilgi ve hikmet arayışımız mıdır? Amacımız kitap koleksiyonu mu, kitap kurdu olmak mı, yoksa kitaplar üzerinden kurtuluşa giden yolu bulmak mı? Gerçekten kitap okuru muyuz, kitap tüketicisi mi?” diye soruyor Ramazan Kayan.
Sahi okurken bilgi ve hikmet arayışı içinde miyiz? Yoksa sırf okumak için mi okuyoruz. Bilmem bizim okuduğumuz kitaplar bizi kurtuluşa yaklaştırır mı?
Son Güncelleme 18 Aralık 2012 | 13:1313 Aralık 2012 Perşembe
DÖRT DÖRTLÜK KADIN MIYIM?
DÖRT DÖRTLÜK KADIN MIYIM?
Kadınlar birbirini çekemez, kıskanır, gerek yüzüne karşı gerek arkasından acımasızca eleştirir sanırız ya, aslında kadınlar birbirini abarta abarta övmeyi de iyi bilir. Çok takdir edilen, diğer kadınların abartılı övgülerine mazhar olan kadınlar da vardır. Bu kadınlar her işin üstesinden ustalıkla gelen “dört dörtlük” kadınlardır.
Bu mükemmel ötesi kadınların her daim üç beş çeşit lezzetli yemekleri bulunur, evleri tertemiz ve düzenli yani çiçek gibidir. Ev işlerindeki ustalıklarının ve aşçılıklarının üstüne çoluk çocuk sahibi olup bir de onların bakımını üstlenirler. Çat kapı gitseniz bile mutfaklarını, banyolarını, odalarını dağınık ve pis görmezsiniz. Bir saat içinde taze çayın yanında üç-dört çeşit yiyecekle çıkıverirler önünüze.
Bunca işin üstesinden geldikleri gibi, üstleri başları da düzgündür. Gayet bakımlı oldukları gibi yaptıkları doğumlara rağmen ideal kilodadırlar. Dantel, örgü, ahşap boyama gibi el becerileri olanları da yok sanmayın.
Daha ileri versiyonları, tüm bu becerilerinin üstüne bir de çalışır. Hatta çalışmasına rağmen eve yardımcı kadın almaz, tüm işlerin üstesinden tek başına gelir. O mükemmel bir ev hanımı, aşçı, anne, eş ve çalışandır. Tıpkı elinde beş-altı topu aynı anda çeviren jonklor gibi, birçok işi bir başına becerir. Bu yüzden de övgüyü hak eder, örnek gösterilir, abartarak anlatılır kadınlar arasında. Nasıl takdir edilmez onca işi tek başına başaran bir kadın! İtirazım yok.
Lakin ben bu takdirin arkasında gizli bir kıyas, bir yargılama, bir mahkumiyet görürüm. Mükemmel kadını öyle bir tasvir eder, öyle kabullenir ve örnek gösteririz ki, diğer kadınlar kendini hep onunla kıyaslar ve onun gibi olamayınca da bir yerlerde eksik kaldıklarını düşünürler.
Bebeğim henüz üç aylıkken yaşadığım sıkıntıları hatırlıyorum. Eminim birçok kadın hayatın belli dönemlerinde benim yaşadıklarımı yaşamıştır. Ne evin temizliğini yetiştirebiliyordum, ne de yemek yapabiliyordum. Üstelik üstüm başım pek rezil pek dağınık haldeydi, hele doğum sonrası kiloları söylemek dahi istemiyorum. Kısacası takdir edilecek hiçbir yanım yoktu, dört dörtlük kadından öyle uzaktım ki… Daha önce methini duyduğum o kadın gibi olmama imkan yoktu ve bu bana kendimi çok kötü hissettirmişti o zamanlar.
Durum birçok kadın için aynı; işleri yetiştirememek, bir yerde hep eksik kalmak, pek çok işi bir arada kotaramamak, vakit yetirememek…
Bu şekilde kendimizi mükemmelliğe mahkum ediyoruz. Her şeyi yetiştirmek zorunda olduğumuza inandırıyoruz birbirimizi. Kıyaslayarak, örnek göstererek, haddinden fazla överek kendi eksikliğimize üzülüyoruz.
Sorular tam bu noktada sorulmalı. Her şeyi yetiştirmek zorunda mıyız? Evi her an tertemiz tutamamak, bir tencere yemekten fazlasını yapamamak eksiklik midir? Acaba öncelik evin kendisinde mi olmalı, yoksa “yuva”da mı? Evimizin temizliği ve düzeni hayatımızı kolaylaştırmak için mi sağlanmalı, zorlaştırmak ve dert edinmek için mi? Yemek karın doyurmak ve beslenmek için mi yapılmalı, hamaratlığı ispatlamak için mi?
Dört dörtlük kadın olmayı hedeflediğimiz kadar, dört dörtlük kul olma hedefini de taşıyıp bu yolda gayret gösteriyor muyuz? Zihnimizde, kalbimizde, bedenimizde kul olma endişesi taşıyor muyuz? Zira kadın, kadın olma, anne olma, eş olma, çalışan olma gibi tüm vasıflara sahip olmadan önce “kul” olmayı hedeflemiyorsa eksiktir, bir hayli eksiktir üstelik. Mükemmel kadını oynarken, ibadetleri bu oyunculuktan olumsuz yönde etkileniyorsa-ki bu mümkündür- kadın, diğer kadınların takdirini kazanırken Rabbinin rızasını kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Kadınlık vazifeleri açık ara ön plana çıkınca, asıl hedefler olan ilimle uğraşma, ilim öğretme, kişisel yetenekleri geliştirme, başka insanlara faydalı olma illaki ihmal edilecektir.
O halde kadının hedef sıkıntısı olduğunu söyleyebiliriz. Her insan gibi kadının da hedefleri olmalıdır. Ben Müslümanım diyen kişi için bu hedefler açıkça belirtilmiştir zaten. İnandığı değerler uğrunda çabalamak, Yaradan Rabbin adıyla okumak, insanları hak olana çağırmak ve bu alanda çalışmak, İslamın mesajlarını tüm insanlığa ulaştırmak… Kadın olunca bu görevlerden muaf tutulmuyoruz ki! Yani “Evimin işlerini mükemmel yapınca, dört dörtlük kadın olunca bu yükümlüler üzerimden düşer, ben zaten kendime düşeni yapıyorum” diyemez Müslüman kadın.
Zaten böylesi ulvi ve aşkın hedef ve vazifeler dururken, sonu gelmeyen, nankör ev işlerinin ve mutfağın esareti altında mükemmel kadın olma çabası nafile bir uğraş olmaz mı?
sareyildiz@gmail.com
Sare Şanlı
2012-12-13 13:50:10
Kadınlar birbirini çekemez, kıskanır, gerek yüzüne karşı gerek arkasından acımasızca eleştirir sanırız ya, aslında kadınlar birbirini abarta abarta övmeyi de iyi bilir. Çok takdir edilen, diğer kadınların abartılı övgülerine mazhar olan kadınlar da vardır. Bu kadınlar her işin üstesinden ustalıkla gelen “dört dörtlük” kadınlardır.
Bu mükemmel ötesi kadınların her daim üç beş çeşit lezzetli yemekleri bulunur, evleri tertemiz ve düzenli yani çiçek gibidir. Ev işlerindeki ustalıklarının ve aşçılıklarının üstüne çoluk çocuk sahibi olup bir de onların bakımını üstlenirler. Çat kapı gitseniz bile mutfaklarını, banyolarını, odalarını dağınık ve pis görmezsiniz. Bir saat içinde taze çayın yanında üç-dört çeşit yiyecekle çıkıverirler önünüze.
Bunca işin üstesinden geldikleri gibi, üstleri başları da düzgündür. Gayet bakımlı oldukları gibi yaptıkları doğumlara rağmen ideal kilodadırlar. Dantel, örgü, ahşap boyama gibi el becerileri olanları da yok sanmayın.
Daha ileri versiyonları, tüm bu becerilerinin üstüne bir de çalışır. Hatta çalışmasına rağmen eve yardımcı kadın almaz, tüm işlerin üstesinden tek başına gelir. O mükemmel bir ev hanımı, aşçı, anne, eş ve çalışandır. Tıpkı elinde beş-altı topu aynı anda çeviren jonklor gibi, birçok işi bir başına becerir. Bu yüzden de övgüyü hak eder, örnek gösterilir, abartarak anlatılır kadınlar arasında. Nasıl takdir edilmez onca işi tek başına başaran bir kadın! İtirazım yok.
Lakin ben bu takdirin arkasında gizli bir kıyas, bir yargılama, bir mahkumiyet görürüm. Mükemmel kadını öyle bir tasvir eder, öyle kabullenir ve örnek gösteririz ki, diğer kadınlar kendini hep onunla kıyaslar ve onun gibi olamayınca da bir yerlerde eksik kaldıklarını düşünürler.
Bebeğim henüz üç aylıkken yaşadığım sıkıntıları hatırlıyorum. Eminim birçok kadın hayatın belli dönemlerinde benim yaşadıklarımı yaşamıştır. Ne evin temizliğini yetiştirebiliyordum, ne de yemek yapabiliyordum. Üstelik üstüm başım pek rezil pek dağınık haldeydi, hele doğum sonrası kiloları söylemek dahi istemiyorum. Kısacası takdir edilecek hiçbir yanım yoktu, dört dörtlük kadından öyle uzaktım ki… Daha önce methini duyduğum o kadın gibi olmama imkan yoktu ve bu bana kendimi çok kötü hissettirmişti o zamanlar.
Durum birçok kadın için aynı; işleri yetiştirememek, bir yerde hep eksik kalmak, pek çok işi bir arada kotaramamak, vakit yetirememek…
Bu şekilde kendimizi mükemmelliğe mahkum ediyoruz. Her şeyi yetiştirmek zorunda olduğumuza inandırıyoruz birbirimizi. Kıyaslayarak, örnek göstererek, haddinden fazla överek kendi eksikliğimize üzülüyoruz.
Sorular tam bu noktada sorulmalı. Her şeyi yetiştirmek zorunda mıyız? Evi her an tertemiz tutamamak, bir tencere yemekten fazlasını yapamamak eksiklik midir? Acaba öncelik evin kendisinde mi olmalı, yoksa “yuva”da mı? Evimizin temizliği ve düzeni hayatımızı kolaylaştırmak için mi sağlanmalı, zorlaştırmak ve dert edinmek için mi? Yemek karın doyurmak ve beslenmek için mi yapılmalı, hamaratlığı ispatlamak için mi?
Dört dörtlük kadın olmayı hedeflediğimiz kadar, dört dörtlük kul olma hedefini de taşıyıp bu yolda gayret gösteriyor muyuz? Zihnimizde, kalbimizde, bedenimizde kul olma endişesi taşıyor muyuz? Zira kadın, kadın olma, anne olma, eş olma, çalışan olma gibi tüm vasıflara sahip olmadan önce “kul” olmayı hedeflemiyorsa eksiktir, bir hayli eksiktir üstelik. Mükemmel kadını oynarken, ibadetleri bu oyunculuktan olumsuz yönde etkileniyorsa-ki bu mümkündür- kadın, diğer kadınların takdirini kazanırken Rabbinin rızasını kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Kadınlık vazifeleri açık ara ön plana çıkınca, asıl hedefler olan ilimle uğraşma, ilim öğretme, kişisel yetenekleri geliştirme, başka insanlara faydalı olma illaki ihmal edilecektir.
O halde kadının hedef sıkıntısı olduğunu söyleyebiliriz. Her insan gibi kadının da hedefleri olmalıdır. Ben Müslümanım diyen kişi için bu hedefler açıkça belirtilmiştir zaten. İnandığı değerler uğrunda çabalamak, Yaradan Rabbin adıyla okumak, insanları hak olana çağırmak ve bu alanda çalışmak, İslamın mesajlarını tüm insanlığa ulaştırmak… Kadın olunca bu görevlerden muaf tutulmuyoruz ki! Yani “Evimin işlerini mükemmel yapınca, dört dörtlük kadın olunca bu yükümlüler üzerimden düşer, ben zaten kendime düşeni yapıyorum” diyemez Müslüman kadın.
Zaten böylesi ulvi ve aşkın hedef ve vazifeler dururken, sonu gelmeyen, nankör ev işlerinin ve mutfağın esareti altında mükemmel kadın olma çabası nafile bir uğraş olmaz mı?
sareyildiz@gmail.com
Sare Şanlı
2012-12-13 13:50:10
11 Aralık 2012 Salı
DİZİLERDEKİ SAHTE HAYATLAR
Dizilerdeki Sahte Hayatlar
Sare Şanlı
sareyildiz[@]gmail.com- Önceki Yazıları
- 18.Ara : Kitap Okuyucusunun Zihnindeki Engeller
- 10.Ara : Dizilerdeki Sahte Hayatlar köşe yazısı
- 03.Ara : Çocuğumu Eğitiyordum Ama…
- 26.Kas : Şeytan Sadaka Verme Diyorsa…
- 19.Kas : Ne Kadar Avrupai Bir Havanız Var!
- 12.Kas : Kıbrıs Bahaileri
- 05.Kas : Üç Yasin Okusam Kumarda Kazanır mıyım?
- 29.Eki : Suriye'den bir mektup
- 19.Eki : Tanrı'yı Unutturan Şehirler
- 16.Eki : Gıybet Bir Alışkanlıktır
- 08.Eki : Parasız Kalma Korkusu
- 02.Eki : Uyumak İsteyen Çocuk
- 26.Eyl : Arafta tesettürlü olmak
- 17.Eyl : Üniversiteli Arkadaşıma Mektup
Kabul etmeli ki, diziler günümüz insanının yoğun ve sıkıcı rutininin dışına çıkabildiği, zihnini dinlendirdiği, stresini attığı en yaygın aktivite oldu. Ben dizi izlemiyorum diyenlerin bile göz ucuyla takip ettiği bir dizi muhakkak var.
Yalnız yerli dizilerle ilgili bir sorun olduğu aşikar. Nitekim bu konuda epey yazıldı çizildi. Yabancı dizileri eleştirirken, yerli yapımı diziler de onlara benzemeye başladı. Yabancı yapımları oyuncuların, mekanın ve hayatların bize zaten yabancı olduğunu kabul ederek izliyorduk. Peki Türk yapımlarında da aynı yabancılığı çekmemize ne demeli?
Oyuncular ortalama Türk insanını ne kadar yansıtıyor? Bir sokaktaki Türk kadınına bakın, bir de uzun boylu, incecik, abartılı makyajlı ve alabildiğine şık dizi oyuncusu kadına!
Makyajı hiç silinmeyen, fönlü saçları asla bozulmayan, alabildiğine alımlı giyinen bayan oyuncular gerçekçilikten hayli uzak. Mükemmele yakın tasvir edilen görselliklerinin yanı sıra, makam mevki sahibi ve cüzdanı hayli kabarık erkek oyuncuların durumu da hiç farklı değil.
Karakterler öyle konutlarda hayat sürüyorlar ki, bu konutlar hiç de sıradan ufak tefek daireler değil bilakis geniş ve konforlu konaklar ve villalar. Bu evleri seyrederken nerede olduklarını düşünmeden edemiyor insan. Hele evlerin sürekli derli toplu oluşu, “bu evler hiç dağılmaz mı, tozlanmaz mı, bunları kim temizler?” sorularını sorduruyor. (Cevap: elbette uşaklar, yardımcılar, gündelikçi kadınlar!)
Zaten dizi karakterlerinin her daim paraları var. Ne iş yapıyorlar nasıl bu kadar kazanıyorlar bu konu yapımlarda asla işlenmiyor ama bir şekilde istedikleri gibi tüketebiliyorlar. Kimi holdinglerde çalışıyor, işe gitmiyor ama para sürekli onlara akıyor.
Dizİlerdeki çoğu genç kız ve genç erkek ailesinden ayrı bir evde yaşıyor. Aileden bağımsız yaşayan bu genç bireyler, evlerine karşı cinsten arkadaşlarını diledikleri gibi davet edip aşk(?) yaşayabiliyorlar. Zaten yansıtılan birlikteliklerin çok büyük kısmı nikahsız. Hayli geniş mezhepli konu komşu da bu duruma hiç tepki vermiyor. Sahi nerede bu ayrı evlerde oturan gençler? En azından ben kendi sokağımda hiç rastlamadım!
Karakterlerin en önemli vazifesi ise aşık olmak. Mümkünse en olmaz ve en ahlaksız şekilde aşık oluyor ve vakit kaybetmeden birlikte oluyorlar. Para zaten bir şekilde avuçlarına aktığından bir hayat mücadelesi vermek durumunda da kalmıyorlar. Kültürel ya da sosyal faaliyetlerde bulunmaya en ufak bir ihtiyaç duymadıklarından olsa gerek, alternatif bir aktivite olarak aşık olmaktan başka seçenekleri de kalmıyor. Bir tek aşkla yetinen karakter bulmak neredeyse imkansız. Karakterler birbirleriyle kombine aşklar yaşamaktan son derece memnun, dizinin sonlarına doğru birbiriyle eşleşmeyen çift kalmıyor!
Amerikan yapımlarında kilise, papaz gibi dini öğeler bir şekilde yer alıyor. Bizim yapımlarımız dini öğelerden mümkün olduğunca arındırılmış durumda. Ola ki dini bir öğe verilecekse, örneğin bir imam karakteri mevcut ise, çizilebilecek en kötü şablon oluşturuluyor, negatif imgelerle bezenmiş bir din olgusu sunuluyor. Namaz kılan, oruç tutan yahut dini vecibeleri uygulamaya çalışan insan tipi görmek pek mümkün değil. Olanlar da ancak hayli yaşlı kişiler yahut alt tabakadan insanlar.
Yanlış ve bozuk bir düşünce yapısı kazınıyor bilinçaltımıza sinsice. Yani sen de böyle evlerde yaşamalısın, cebinde her zaman paran olmalı, güzel/yakışıklı olmalısın, aşık olmalı ve sınır tanımamalısın, zaten normal olan bunlardır bunun dışında kalmamalısın mesajı veriliyor. Dini inanca, kültürel bilince, tahsile, eğitime de ihtiyacın olmadığı söylenmeye çalışılıyor.
Elbette sonunda hayatını dizilerdeki hayatlara benzetmek için çabalayan, kendini dizi karakterleriyle özdeşleştiren yolunu şaşırmış ve hayali bir çaba içinde debelenen tuhaf bir insan türü çıkıyor.
Diziler aracılığıyla toplumun ahlaki değerleri çürütülüyorsa, yeniden inşa edilebilir de. Son zamanlarda sayıları çok az olsa da daha bizden yapımlarla da tanışmaya başladığımız söylenebilir. Dizi izleme oranının hayli yüksek olduğu ülkemizde, izleyicinin dizi izlemekten kolay kolay vazgeçmeyeceği gerçeğini kabul ederek, ortalama insanın hayatından kesitler sunan, dini öğeleri barındıran, ahlaki kriterleri olan dizilerin yayınlanmasının önemli bir adım olduğu düşüncesindeyim.
İnşallah dini hassasiyetleri olan kesim de bu eksikliği ve ihtiyacı fark ederek dizi ve film sektöründe bir şeyler yapma çabası içine girer. Buradan kastım, ille de peygamber, sahabe yahut büyük Müslüman şahsiyetlerin hayatlarını konu edinen yapımlar değil, zira bu tür yapımlar sayıları az da olsa mevcut. Asıl ihtiyacımız olan, günümüzde inancı doğrultusunda yaşamaya çalışan ahlaklı insanların hayat mücadelelerini ve karşılaştıkları sıkıntıları yansıtan, fikir veren ve hatta yol gösteren yapımların ekranlarda yer almasıdır.
Son Güncelleme 10 Aralık 2012 | 16:24
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)