30 Nisan 2014 Çarşamba

BU KADAR ZEKİ ÇOCUĞU NE YAPACAĞIZ?

Bu kadar zeki çocuğu ne yapacağız?

 Sare Şanlı

Kimse çocuğunun geri zekâlı olmasını istemez. Her anne-baba sağlıklı, akıllı, normal bir çocuk bekler. Bu konuda ellerinden gelen hiçbir şeyi de esirgemezler. Ancak geçmiş çağlara kıyasla zeki çocuk temennimizi abarttığımız ve zekâ fetişine* yakalandığımız bir gerçek.
Zira dünyaya zeki bir çocuk getirme azmi ve kararlığı, daha anne hamile kalmadan önce başlıyor. Annenin çocuğu çok zeki yapacak besinleri hamile kalmadan önce almasıyla ve hamileliği boyunca almaya devam etmesiyle işin gıda ile ilgili kısmı hallediliyor. Sonra hem müzik yeteneği hem zekâsı için“Baby Einstein” türünden müzikler, yabancı dile yatkın olması için annenin yabancı dille uğraşması, çok okuması, stresten uzak durması vs devreye giriyor. Çocuk dünyaya geldiğinde de zekâ geliştirebilecek takviye vitaminler, folik asitler, balık yağları kullanılıyor. Büyük oyuncak firmalarının tasarladığı zekâ geliştirici -ve cidden pahalı- oyuncaklar alınıyor. Bebekle durmadan konuşuluyor (hata birkaç dilde), klasik müzik dinletiliyor, bakışları, hareketleri ve hemen her davranışı zekâ ekseninde değerlendiriliyor. Konuşmaya başladığında, yuva çağında, okul çağında çocuk yine zekâ kıskacında sımsıkı tutuluyor.Hele bir de sınıf birincisiyse, öğretmenlerinin gözdesiyse, sınavlarda çok başarılıysa değmeyin ebeveynin keyfine!
Zekâ konusunda o kadar ileri gittik ki, bazı gelişmiş ülkelerde anne karnında genetik müdahalelere bile başlandı. Belki çok geçmeden büyük meblağlar vererek çocuklarımızın IQ seviyesini daha doğmadan yükseltebileceğiz. (Şimdiden kampanyaları görür gibiyim: 20 puan IQ yükseltene 5 puan da bizden hediye!)
Peki, ne olacak?“Birinin IQ derecesine 30 puan eklemesi ve bu sayede 150 puanlık bir IQ’ya yükselmesi onu Standford üniversitesine başlangıçta olduğundan daha fazla yakınlaştırmayacaktır.” ** Çünkü imkânı olan herkes bu durumdan yararlanacak ve rekabet ortamı yine devam edecektir.
Asıl sorun şu, bu kadar zeki çocuğu ve zeki insanı ne yapacağız? Okulunu başarıyla bitirmek, birkaç yabancı dil öğrenmek, bir enstrüman çalmak, basketbol oynamak veya bale yapmak, velhasıl her tür yetenekle donatılmış olmak insanı hayata hazırlar mı, huzuru garantiler mi? Dikkat ettiyseniz başarı ve mutluluk kelimelerini kullanmaktan kaçındım. Başarı ve mutluluk modern devrin yanıltıcı kavramları zira.
Üstün zekâlı insanların yaşadığı problemlerden haberimiz var mı? Uzmanlar üstün zekâlıların; beğeni çıtalarının yüksek olmasının getirdiği tatminsizlik, okul hayatında ve sosyal hayatta anlamsızlık ve yalnızlık gibi sorunlar yaşayabileceğine değiniyor. Ama biz ısrarla “Olsun ille de bizim çocuğumuz zeki olsun.”diyoruz…
Çocuklarımızın zeki olmasını bu denli istememizin ardında, zeki insanların iyi işler başarması tüm sınavları geçip iyi pozisyonlara gelmesi, iyi paralar kazanması, herkesten üstün olması gibi kanıtlanmamış ümitler olabilir. İnsanoğlunun hedefe ulaşmak için göstereceği çaba ve mücadele ile hayata tutunduğunu unutarak, üstün zekâlı çocuklarımızın olmasını ve onların mücadele etmeden istediklerine ulaşmalarını istiyoruz. Çocuğunun zeki olmasını ve o zekâyı toplum için, insanlık için, İslam milleti için kullanmasını aklımıza ne kadar getiriyoruz? “Çocuğum çok zeki olsun, hayırlı faydalı düşünceler, kuramlar geliştirsin, insanlığın yararı için uğraş versin, sadece kendisini değil tüm insanlığı kurtarmayı hedeflesin” şeklinde düşünceler kaç annenin zihninden geçiyor? Kaldı ki bunlar için de bizim bildiğimiz türden bir zekâ mı gerekiyor?
Bu noktada Kur’an’ın zekâ üzerinde değil akıl üzerinde durması manidardır. Durup düşünmek için çareler gösterir insana. Akl etmek için vahiy üzerinde kafa yormak gereklidir, çok zeki olmak değil. Kur’an aklı kullanmayarak cahil kalmayı eleştirir.
“Kim tasasını tek bir tasa halinde ahiret tasası kılarsa, Allah Teala onun tasasını giderir, işlerini kendi üstüne alır. Kim de kendisine pek çok tasa edinirse, Allah Teala onun hangi vadide helak olduğuna aldırış bile etmez.” (İbni Mace)
Hadis bize yolumuzu öyle güzel, öyle dosdoğru gösteriyor ki… Biz çocuklarımızı yetiştirirken kaç tane tasamız var ve bu tasalarımızı tek bir tasada yoğunlaştırabiliyor muyuz? Kendimize sormamız gereken ve doğru cevabına ulaşmamız gereken en temel soru işte bu. Bize ve soyumuzdan gelenlere lazım olan, vahyi kavrayacak ve yaşayacak “akıl”dır.
*zeka fetişi kavramını Siyah Süt kitabında Elif Şafak kullanmıştır.
** Yeter! Genetik Mühendisliği Ve İnsan Doğasının Sonu/ Bill McKibben Açılım yayınları syf 56
yayın : 28 Nisan 12:43

BÜYÜĞE SAYGI MI?

Büyüğe saygı mı? O da ne?

 Sare Şanlı

Bana kalırsa “büyüklerin yanında böyle davranılmaz, büyüklerin sözü kesilmez, büyükler söylediği zaman itiraz edilmez, yapılır” gibi sözlerle büyüyen çocukların nesli ülkemizde de tükenmeye başladı.(Batı’da tükenmesi çok daha erken bir döneme tekabül ediyor.) Son on-on beş yılın annelerinde belirgin bir şekilde göze çarpan yaklaşım, çocuğu seçimlerinde ve davranışlarında mümkün olduğunca özgür bırakmak. Daha ileri gidelim, bu dönemin ebeveynleri evlerini çocuklarına göre dizayn ediyor, günlük aylık, yıllık planlarını çocuk eksenli oluşturuyor. Çocuklarının sevdiği ailelerle görüşüyor, onların istediği yerlere gidiyorlar. Eskilerin çocuğu bir birey olarak kabul etmeme hatası bugün çocuğu ‘sözü geçen tek birey’ olarak konumlandırma hatasına dönüşüyor.
Jean M. Twenge’in önemli çalışması Ben Nesli, Batılı ebeveynlerin çocuğa bakış açısının tam olarak ne zaman değiştiğine yer veriyor: “İstediğini yap” modern anne babaların en önemli söylemi. 1924 yılında bir grup sosyolog bir araştırma yapıyor. “Annelere,”Çocuğunuzun hangi özellikleri taşımasını istersiniz?”diye sorulduğunda; itaatkâr, kiliseye bağlı ve iyi huylu çocuklar istediklerini belirttiler. 1988 yılına gelindiğinde çok az anne çocuklarında bu özellikleri istediğini söyledi. Onun yerine bağımsızlık ve hoşgörü dile getirildi.”
Kitapta gençlerin büyüklere yönelik tutumları hakkında da dikkat çekici bir tespit var: “Bugünün gençleri ‘bir büyüğün dediğini hemen yapma. Her zaman ‘neden’ diye sor’ şeklinde eğitiliyor.” *
Son yıllarda öğrencilerin saygısızlığından yakınmayan öğretmen, işyerindeki gençlerin sorumsuzluğundan ve duyarsızlığından şikâyet etmeyen işveren bulmak zor. Küçük yaşta bağımsızlığa, özgürlüğe, yerli yersiz itiraz etmeye alıştırdıkları çocukları ergenlik çağına geldiğinde, onların söz dinlemeyişinden ve saygısız tutumlarından yakınmayan ebeveynlere rastlamak da öyle. Sanırım kimse işin bu boyutlara varacağını tahmin etmiyordu.
Çocuk ve insan eğitimi konusunda yüzyılların tecrübesine sahip insanoğlu, her yeni teori her yeni sistem ile daha iyi çocuklar, daha iyi insanlar yetiştiremiyor. Bilakis, çağ ilerledikçe başa çıkılması gereken sorunlar da ilerliyor.
Bugün bir çocuk babasına bir soru sorup cevap alamadığında Google hazretlerine danışarak, babasını hükümsüz kılabiliyor. Genç kız annesinden kurabiye tarifi almak yerine Yandex teyzesinden alabileceği yüzlerce tarif arasından kendisine uyanı seçiyor. Problemler anne baba yerine sanal yakınlarla paylaşılıyor. Bir bilene sormak demek, eskiden bir büyüğe sormakla eş değer iken, bugün bilgi parmaklarımızın ucunda. Tıkandığımız nokta da bu. İnsan sadece bilgiye mi hürmet gösterir? Anne ve babalarımız ve diğer büyüklerimiz sadece bizden daha çok bildiklerinde mi saygı görmeliler? Bizce yanlış olduğunu düşündüğümüz fikir ve davranışlarında saygısız bir üslupla onları eleştirmeye, sözlerini kesmeye, tavsiyelerine kulak asmamaya hakkımız var mı? (Günümüz yetişkinlerinin saygı görmeyi hak etmeyen davranışları bir başka yazının konusu olsun.)
İşte günümüz ebeveynlerinin gelecek nesillerle iyi ilişkiler oluşturmak adına düşünmesi gereken en önemli sorunlarından biridir bu. Çocukları özgür olmak, inandığı doğru olduğunu düşündüğü şeyleri yüksek sesle dile getirmek ve fikirleri sorgulamak konusunda eğitirken bir dengeyi gözden kaçırıyoruz. Onlara, büyüğün ifade ettiği her düşünceye, her tavsiyeye katılmak zorunda olmadıklarını, büyüklerin de yanılabileceğini ancak onları saygı duyarak dinlemek ve hesaba katmak gerektiğini bir şekilde anlatmalıyız. Küçük olmak, şayet şahsi bir hakaret, aşağılama, saldırı yoksa büyüğün yanında susabilmeyi, sabır göstermeyi gerektirmeli. Bu bir noktada sabır ve empati eğitimidir. Toplum içindeki dengeyi, bütünlüğü sağlamak için gereklidir.
Çocuğu/genci özgür bırakmak ve sıkmamak adına her istediğini yapmasını sağlamak büyüdüğünde ne gibi tehlikelere yol açar, düşünmek lazım. Bugün babaannesine gittiğinde canı sıkılıyor diye götürmediğimiz çocuk, yarın kendi anne babasını ziyaret etmediğinde ne olacak? Amcasıyla/teyzesiyle siyasi bir tartışmaya girip, saygısızca karşı gelen üniversite talebesi genç kendisi amcasının yaşına geldiğinde benzer duruma ne kadar tahammül gösterebilecek?
Benim inancım çocuğun sabır eğitimi için, büyüklerin bulunduğu ortamda sıkılsa bile oturmaya devam etmesinin, hoşlanmadığı düşünceleri dinleyip itiraz edememesinin, beğenmediği yemekleri yemek zorunda kalmasının birer gereklilik olduğu yönünde. Aksi takdirde saygısız, sabırsız ve tahammülsüz bir nesille başa çıkmanın zorluklarını hep birlikte tecrübe edeceğiz.
*Ben Nesli /Dr. Jean M. Twenge Kaknüs Yayınları syf 40-42
yayın : 21 Nisan 10:02

15 Nisan 2014 Salı

BİR DOST OLARAK KUR'AN

Bir dost olarak Kur’an

 Sare Şanlı

“İman edenlerin Kuran’ı okuyup anlayarak kalplerini itminana, gönüllerini inşiraha kavuşturmalarının zamanı hala gelmedi mi?” Hadid 16
Yüce Allah bir gün “iman ettim” diyen kullarının Kur’an’ı anlamaktan, üzerinde düşünmekten ve yaşamaktan uzaklaşacağını ve bu şekilde kalplerinin katılaşacağını, hayatlarından huzurun ve mananın kaybolacağını biliyordu. Ki ümmetin Kur’an’ı terk edilmiş bırakacağını da bizzat o terk edilen, hakkıyla okunmayan, anlamak için gereken gayret gösterilmeyen Kur’an’ın ayetlerinde haber veriyordu.
Ülkemiz Müslümanları için Kur’an’ı terk etme süreci cumhuriyet dönemindeki baskılara, yasaklara dayanıyor. 1960’lı yıllara kadar Müslümanlar isteseler bile Kur’an’ı okuma, anlama ve gereğince yaşama imkânı bulamadı. Tercümeler yaygınlaşınca, çağdaş âlimlerin çabalarıyla bir uyanış ve “Kur’an’ı Anlama Seferberliği” *başladığında, inananlar büyük bir iştahla kaybettikleri, terk etmek zorunda bırakıldıkları Kur’an’a tekrar sarıldı. Ancak daha sonra Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştıran tehlike bizzat inananların içinden geldi. O’nu âlimlerin dışında sıradan insanların anlayamayacağı, bu yüzden lafzı ile okumasının, belli sureleri ezberlemesinin ve belirli gün ve gecelerde okunmasının yeterli olduğu şeklinde çarpık ve zararları yıllardır temizlemekle bitmeyen bir inanç oluştu.
Sanırım artık, Ku’an’ın yalnız lafzıyla okunmasının yeterli olmayacağını, onun ölülerin arkasından okunan, şifa niyetiyle başvurulan, bir dileğin yerine gelmesi için belirli sayıda ve zamanda okunan ve okutulan bir kitap olmadığını, bilakis maksadına uygun yani anlaşılmak ve hayata uygulanmak için meşgul olunan bir hayat rehberi olduğunu söylemeyen, yazmayan hoca, âlim ve yazar kalmadı. Bugün biraz düşünen, araştıran, ilmi ortamlarda bulunan, belli televizyon kanallarına, websitelerine, basılı yayınlara göz atan bir insan Kur’an’ın anlamıyla ilgilenmesi gerektiğini az çok biliyor.
Bu defa Müslümanları bir başka tehlike bekliyor: Doğru yolu bildiği halde o yoldan gitmemek, o yolu önemsememek, öncelememek, ötelere itmek. Bir kez okuyup bitirince, “ben artık biliyorum, anladım” farz edince hayatın merkezinden çıkarmak. (Oysa en çok ihmal ettiğimiz şeyler en iyi bildiğimizi sandıklarımızdır.) Lâfzen okumak yetersiz doğrusundan “ne lâfzen, ne mealen” anlayışına ulaşmak. Haftada bir kez gidilen sohbetleri, sosyal medyadaki birer ikişer ayetlik paylaşımları yeterli saymak. İş yerindeki bir rapor için, terfi sınavı için, dersler ve kariyer için sarf edilen çabanın, harcanan zamanın, yaşanan stresin yüzde birini dahi Kur’an çalışmaları için göstermemek. Halkın zaten anlamadığı, anlayamayacağı(?) Kur’an’ı sosyalizmin, liberalizmin ve hatta diğer dinlerin öğretileriyle entelektüel bir çaba içinde açıklamaya çalışmak. Ana kaynak Kur’an’ın kendisinden uzaklaşıp beşer sözüne itimat etmek ve beşer yorumlarına körü körüne bağlanmak.
Rabbinizden size indirilene(Kur’an’a) uyun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! (7/3) ayetini her Müslüman kendi üzerine alınarak okumalı, hem de her defasında. Benim dostum Kur’an mı, yoksa farkında olmadan başka dostların peşine takılıp gidiyor muyum?
Önceliğimiz okul, iş, evlilik, çocuklar, kariyer, bilim ise, Kur’an’ın tüm bu uğraşlarımız yanında konumu ikinci planda yer almaksa bizler başka dostlar edinmiş olmuyor muyuz? Dost ilgi, sevgi ve emek ister, peki biz dostumuza bunları verebiliyor muyuz? Bu sıralar Kur’an okuyamıyorum, vaktim yok, kafam yerinde değil, işler çok, çocuklar küçük, dersler ağır gibi bahanelerin arkasına sığınmaya hakkımız var mı?
Meraklarımız, ilgi alanlarımız çeşit çeşit. Sanatla, sporla uğraşıyoruz, bilim ve teknoloji ile meşgul oluyoruz, yabancı dil öğreniyoruz. Bir sahada uzmanlaşmak için yıllarımızı verirken, Kur’an’ı yaşamak maksadıyla öğrenmek ve anlamak için bir ömürde ayırdığımız süreyi sorgulamadan ve ona hakkıyla vakit ayırmadan, onunla dost olmadan dünya cennetini ve dolayısıyla ahiret mutluluğunu nasıl kazanacağız?
Önceliğimizin “kul” olmak olduğunu, kulluğu yaşamanın yolunun da Kur’an ile hemhal olmaktan geçtiğini hatırlamak için sahabenin Kur’an’a yaklaşımına bakmak ve bu bakış açısıyla hayatlarımızı yeniden şekillendirmekten başka çaremiz var mı?
*”Kur’an’ı Anlama Seferberliği” ifadesi Pınar yayınlarının Kur’an Kitaplığı serisindeki tüm kitapların önsözünde kullanılmıştır. Ku’an’la olan ilişkimizi sorgulamak ve onunla daha anlamlı bir birliktelik kurabilmek adına bu serideki tüm kitapları tavsiye ediyorum. 
yayın : 14 Nisan 10:17

YALNIZ ANNELERE TAVSİYELER

Yalnız annelere tavsiyeler

 Sare Şanlı

Çocuğunuz dünyaya gözlerini açtı ve siz çeşitli sebeplerden ötürü çalışmama yahut devam ettiğiniz eğitime ara verme kararı aldınız. (Veya zaten çalışmıyordunuz.) Çocuğunuzu bir yardımcı ile anne ve kayınvalide gibi bir yakın akraba ile birlikte büyütme imkanınız da yok. Eşinizin mesai saatleri alabildiğine düzensiz ve hafta sonu tatilinden bile mahrum, dolayısıyla bebeğinizin bakımında ondan yardım alamayacaksınız. Çevrenizde komşuluk ya da samimi bir arkadaşlık yapabileceğiniz insanlar da yok. Yani siz epey yalnız bir annesiniz, bu yüzden diğer annelerin sahip olduğu avantajlara siz görünürde sahip değilsiniz.
Haklı olarak zaman zaman çok bunalıyorsunuz, sinir sisteminiz yıpranıyor, kendinizi dört duvar arasına hapsolmuş hissediyorsunuz, tüm günlerinizin birbirine benzediğini düşünüp, öfkeden ve sıkıntıdan patlama noktasına geliyorsunuz.
“Keşke çalışsaydım, keşke annem yakınımda olsaydı, keşke bir bakıcım olsaydı, keşke eğitimime devam edebilseydim, keşke çocuğumla günde birkaç saat ilgilenecek biri olsaydı da ben de istediğim şeyleri yapabilseydim” demenin bir faydası olmadığını, bilakis sizi ve sizinle birlikte ailenizi de mutsuz ettiğini tecrübe ettiniz. Şayet içinde bulunduğunuz bunaltıcı duruma hayıflanıp, günlerin, ayların ve yılların biran önce geçip gitmesini ve çocuk öncesi sahip olduğunuz özgür hayatınıza kavuşmayı çok fazla arzuluyorsanız “yalnız anneliğin” avantajlarını göremiyorsunuz demektir.
Yalnız anneler evlerinde bebekleri/çocukları ile bir başınayken çok şey yapabilirler. Yalnız bunun için öncelikle süt lekeli tişörtlerinizi ve pijamalarınızı çıkarmanız, dağınık saçlarınızı toplamanız, perdeleri aralayıp güneşi evinize davet etmeniz gerekiyor. Ve tabi kendinizi mutfaktan kurtarmanız ve yavrunuzun fiziksel ve zihinsel gelişimini takıntıyla takip eden hallerinizden sıyrılmanız da. Siz ne yaparsanız yapın çocuğunuz fıtratındaki gelişim çizelgesine göre ilerleyecektir, buna pek de fazla müdahale edemeyeceksiniz. Allah onun için nasıl fiziksel ve zihinsel özellikler takdir ettiyse, o gerçekleşecektir. Ama kendi gelişim süreciniz sizin elinizdedir, siz asıl kendi yeteneklerinizi keşfetmeye, unuttuğunuz veya ihmal ettiğiniz yönlerinizi beslemeye başlayın. Bu şekilde çocuğunuza da örnek olacaksınız.
Evinizde geçireceğiniz birkaç seneyi asla küçümsemeyin. Bu süre içerisinde daha evvel yapmak isteyip de yapamadığınız birçok şeyi gerçekleştirmek için fırsatınız olabilir veya daha önce hiç aklınıza gelmeyen alanlara yönelebilirsiniz. Örneğin, bir sanat dalı ile uğraşabilirsiniz, resim, Türk-İslam sanatları, dikiş, takı tasarımı vb onlarca seçeneğiniz var. Bu sanatları öğreten kitaplar, CDler ve internet siteleri bulabileceğiniz gibi, maddi imkânınız varsa özel öğretmen eşliğinde de öğrenebilirsiniz.  Benzer şekilde bir enstrüman çalmayı da deneyebilirsiniz. Bir dil öğrenmek için ihtiyacınız olan süreye sahipsiniz, sadece biraz disipline olacak ve gayret sarf edeceksiniz. İzleyerek, dinleyerek ve okuyarak yapacağınız çalışmalarınızla çocuğunuza da örnek olacaksınız. Faydalı uğraşlar edinen bir annenin yetiştireceği çocuk da bu üretken ortamdan nasibini alacaktır.
Okumayı seviyorsanız, kendinizi eksik gördüğünüz alanlarda spesifik okumalar yapabilirsiniz. Okuyacağınız kitapları belirleyip, bir sıralama içine koyarsanız ve okudukça notlar alırsanız, yaptığınız işin ne kadar mühim olduğunu da görmüş olursunuz. Çoğu annenin verimsiz geçirdiği iki-üç yıl içinde bir konunun uzmanı haline dahi gelebilirsiniz. Okuma konusunda kendinize pek güvenmiyorsanız hiç olmazsa çocuk eğitimi ve annelik üzerine okumalar yaparak kendinizi ve çocuğunu eğitmeyi amaçlayabilir, yaptığınız işin yani anneliğin ne denli kıymetli bir iş olduğunu sürekli hafızanızda tutabilirsiniz.
İnternete meraklıysanız, kendinize websitesi, Facebook sayfası veya blog oluşturabilir, daha önce edindiğiniz veya ilgi duyup öğreneceğiniz bilgileri bu ortamlarda paylaşabilirsiniz. Ufak bir araştırma yaparak özellikle annelik ve çocuk eğitimine yönelik hazırlanmış sitelerin hep evde oturan annelere ait olduğunu görürsünüz. Benzer şekilde el sanatları, şiir, edebiyat, sağlık, yemek tarifleri konulu çok sayıda websitesi ve blogun da yine anneler tarafından hazırlanmış olması tesadüf olmasa gerek. (Bir arkadaşım inanılmaz lezzetli pastalar, kurabiyeler yapıyor ve Facebook sayfası üzerinden satıyor. Bir diğer arkadaşım ördüğü ve diktiği şapkaları, bebek kıyafetlerini ve diğer aksesuarları yine bloguna taşıyor, hem kendini mutlu ediyor, hem başkalarına örnek oluyor.)
Bebeğinizle birlikte tüm bunları yapmanız hayli zor görünüyorsa ama yine de bir şeyler yapmalıyım diyorsanız, günde 15-20 dk süreyle yapacağınız bir spor size iyi gelebilir. Evde yapılabilecek sporlarla doğum sonrasında üzerine yapılan kilolarınızı atabilir kendinizi daha zinde ve daha mutlu hissedebilirsiniz.
Ben bir başıma oturup statik işlerle meşgul olamam, ille de sosyal ortamlara ihtiyaç duyarım diyorsanız, bir tane bile olsa kafanıza göre bir arkadaşla düzenli olarak bir araya gelip, birlikte bir uğraş edinebilirsiniz. Sıradan çay muhabbetleri yerine, belli bir konu üzerine konuşmak, bir sanat veya spor dalıyla uğraşmak neden mümkün olmasın? Kafanıza göre arkadaş edinmeniz için en iyi yollardan biri de çocuğunuzu parka götürmek ve diğer annelerle iletişim kurmaktır.
Biliyorum “ben tüm bunları yaparken, çocuk annem kendini rahatça geliştirsin diye uslu uslu oturacak, birileri gelip evin işlerini ve yemeği mi yapacak?” diye soracaksınız. Sabırla ve hevesle üstesinden gelinmeyecek bir işin olmayacağını söyleyeceğim size.
Çocuk uyuduğunda, oyun oynadığında siz de yapmaktan bunaldığınız işleri değil, keyif aldığınız işleri yapacaksınız. Yapmak istediğinizi de kendinizi yormadan strese sokmadan ve zamana yayarak halledeceksiniz. Elbette kolay olmayacak, okumak istediğiniz kitabı çocuk elinizden çekip alacak, yaptığınız resmi mahvedecek, sporunuz yarıda kalacak, ama inanın zamanla o da alışacak, büyüyecek. Siz yeter ki kararlı ve sabırlı olmayı başarın. Ve her zaman koşullarınız daha kötü olsaydı ne olurdu sorusu üzerinde düşünün. Sağlığınız ve imkânlarınız için şükretmeyi ihmal etmeyin.
Teselli olur umuduyla, şu iki hadis-i şerifi de yazmadan geçemedim:
Sizden biriniz eşinden hamile kalınca, Allah rızası için oruç tutan ve ibadet edenin sevabını alacak olmaktan memnun olmaz mı? Doğum sancıları geldiğinde yerde ve gökte hiç kimse karnında onu memnun edecek neyin gizli olduğunu bilir mi? Ve bir doğum yaptığında ve bir ağız dolusu süt ve her emziriş için bir iyi amelin sevabını alacağını bilir mi? Ve çocuk tarafından geceleri uykusuz bırakılınca, Allah rızası için yetmiş köleyi hür bırakmanın sevabını alacaktır. (Taberi)
Ben ve çocuklarına bakma eziyetinden yanakları kararmış bir kadın, cennette şu iki parmağım gibiyiz. (Ahmed b. Hanbel/Ebu Davud)
yayın : 7 Nisan 11:25

3 Nisan 2014 Perşembe

BİR ÇİFT AYAKKABI İÇİN

Bir çift ayakkabı için

 Sare Şanlı

Bilmem size de olur mu? Geçenlerde, aylardır film izleyememenin acısıyla arka arkaya iki film izledim. Biri romantik komedi türünden Leap Year (Aşka Yolculuk) diğeri ise izlemekte çok geç kaldığım için hayıflandığım, son derece duygusal bir İran filmi, Bacheha Ye Aseman (Cennetin Çocukları). İki film konu itibariyle ve tür itibariyle birbirinden farklı olsa da, arka arkaya izlememin bir hikmeti olduğunu fark etmem uzun sürmedi.
İlk filmde zengin Amerikalı kadının bir çift kırmızı ayakkabıya 600 dolar vermiş olması filmdeki küçücük bir ayrıntıydı. İkinci filmde yani Cennetin Çocuklarında ise filmin konusu bir çift ayakkabı üzerine kuruluydu. İzleyenler İran’da yoksul bir ailenin çocukları olarak dünyaya gelen ve yokluğu çok küçük yaşlarda tanıyıp alışan iki kardeşin, Ali ve Zehra’nın hüzün dolu bakışlarını, gözyaşlarını, olgunluklarını, bir çift ayakkabı üzerinden kurdukları kardeşlik dayanışmasını hatırlayacaklardır. İzlemeyenler için iki cümleyle özetlemeye çalışayım: Zehra’nın yırtılmış ayakkabılarını tamirciden alan fakat eve dönerken kaybeden Ali önce babasından işiteceği azar korkusuyla sonra ise babasının yeni bir çift ayakkabı alamayacak kadar yoksul oluşunu idrak etmesiyle (yokluk çocukları erken olgunlaştırıyor demek) kız kardeşi ile bir anlaşma yapar. İki kardeş durumu ebeveynlerine söylemez, okula giderken Ali’nin spor ayakkabılarını dönüşümlü olarak giyer ve durumu idare etmeye çalışırlar, ancak çeşitli engeller ve yoksulluk iki küçük çocuğun peşini bırakmaz.
Her iki filmde de bir çift ayakkabı var. Birinde lüks bir markanın gıcır gıcır ayakkabıları, diğerinde iki küçük çocuğun ayaklarında eskimiş, yırtılmış ayakkabılar.
İlk filmdeki ayakkabılara pek yabancı değiliz. Evet, belki bir çift ayakkabıya 600 dolar verecek kadar şaşırmış değiliz ancak, bizim zaafımız da her pantolonun/eteğin altına, her çantanın rengine uygun birer ayakkabı almak değil mi? Yada bir kere giyip yıllarca dolabın arkalarında saklamak? Yazlıklarımız, kışlıklarımız, spor, klasik ve kim bilir kaç renk ve modeldeki onlarca ayakkabımızı dolaplarımıza sığdırabiliyor muyuz?
Fakat ikinci filmdeki ayakkabıları tanımıyoruz. Müreffeh mahallelerde oturunca, dost akraba ihtiyaç sahibi olmayınca, gözümüz ayakkabısı yırtılmış, eskimiş insanları görmez olunca “ayakkabısızlık” diye bir derdin olmadığını sanıyoruz, tıpkı yoksulluğu görmeyince “yoksulluğun” olmadığını sanışımız gibi… Televizyonda gördüğümüz fakir hayatlar da pek gerçekçi gelmiyor, yada kendimizden daha varlıklı insanlara, hayır kurumlarına veya asıl sorumlu devlettir anlayışıyla devletimize bırakıyoruz hayır işlerini.
Yoksulun kazancımızdaki, dualarımızdaki, gözyaşlarımızdaki payını anlattığım kaçıncı yazım bilmiyorum. Ancak yoksulluk bir kez yazılıp/okunup unutulacak, görmezden gelinecek bir konu değil. Sıcak kalorifer peteğinin yanında karnımız tokken yazmak/okumak öyle kolay ki, ama hiç olmazsa bunu yapmalı. Yazdıklarımızdan, okuduklarımızdan ötürü içimizde bir rahatsızlık hissetmeli.
Bugünlerde etrafımızda ayakkabısızlıktan ötürü okuluna gidemeyen, paltosu olmadığı için üşüyen, kitabı olmadığı için okuyamayan, ekmeği olmadığı için aç kalan birileri varsa bize düşen bir sorumluluk olduğunu hatırlamalı.  Ve bir dolar milyarderi olan Kravinsky’nin dediği gibi “İnsan iyi bir şey yapmak istediğinde bunu hemen yapmalı. Çünkü bencillik duygusu hemen geri gelebilir.” 
yayın : 31 Mart 12:01

EV İŞLERİNİ ABARTTIK

Ev işlerini abarttık

 Sare Şanlı

Geçtiğimiz haftalarda OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) Dünya Kadınlar Günü raporunu açıkladı. Bu rapora göre ev işlerine en çok vakit harcayan kadınlar günde 377 dakika(6 saat) ile Türk kadınları çıktı. Tekrar tekrar baktım, her gün tam 6 saat!
Sorun nerede diye düşünmeden edemedim. Neden Türk kadını, zaman gibi kıymetli bir mefhumu idrak edemiyor ve bir günün tam 6 saatini ev işleriyle ziyan ediyor? Gerçekten iş yükü çok mu fazla, Türk erkeği daha temiz bir ev mi bekliyor, Türk çocuğu evi daha mı fazla kirletiyor?
Bana kalırsa plansızlığımız, çocuklara gereken sorumluluğu vermeyişimiz, evin tüm işini kadının sırtına yüklememiz veya biz kadınların gönül rızasıyla kapasitemizden fazlasını bizzat yüklenmemiz sorunun nedenleri arasında. Evlerimizi pratiklikten uzak dizayn ediyoruz, misafir öncesi ve sonrası temizlikler, bayram temizlikleri, bahar temizlikleri gibi temizlik türleri üretiyoruz. Çocuklarımızın suyunu bile biz getiriyoruz, onlara dağıttığını toplamayı, kirlettiğini temizlemeyi öğretmiyoruz.
İki kadın karşılaştığında aralarında gelişen diyaloglara dikkat edelim, kadınlar çoğunlukla ev işlerini yetiştirememekten, çok işlerinin olduğundan, biriken ütüden, pişirilecek yemekten, silinecek camdan bahsedip yorgunluk ve bezginliklerini dile getiriyor. Güne başlarken amaç; evin silinip süpürülecek, tozu alınacak köşelerini bulmak, hangi tatlının yapılacağına karar vermek, ütülenecekleri bitirmek, mutfağı toplamaktan ibaret ise,kadınlarımızın ciddi bir boşluk, anlamsızlık ve amaçsızlık sorunu olduğu söylenebilir. Çünkü ev işleri bir amaç olamaz. Bir kadın kendisini günün büyük bir kısmını temizlik yaparak geçirmeye adayıp, bunu hayatın tek gayesi haline getirdiğindedepresyondan ve değersizlik hissinden nasıl kurtarabilir? Ömrünün sonuna geldiğinde durmadan temizlediği ev eşyalarından, fütursuz sarf ettiği enerjisinden geriye ne kalır ki?
Ne yazık ki, ülkemizde bir kadının kocasına hizmet edip, çoluğunu çocuğunu büyüterek evinde oturmasıyla kolayca cennete gidebileceği gibi dar ve yanıltıcı bir inanç vardır. Kadınlarımız da diğer sorumluluklardan kaçmak biraz işlerine geldiğinden bu inancı kolayca benimserler. Kadının aklını, becerilerini küçümseyen, onu kapasitesini kullanmaktan men eden ve amaçsızlaştıran bu inancı sorgulamak gerek. Kur’an’da ve İslam geleneğinde kadını “helal dairesinde” eğitimden, sosyal hayattan, üretmekten men eden hiçbir kural yoktur. Bir kadın da Kur’an’ı, İslam’ı bir erkek kadar öğrenmek, anlamak, yaşamak ve tebliğ etmekle yükümlüdür. Tüm bu yükümlülükler ortadan kaldırılıp, bir kadın sadece annelik ve eşlik kavramları üzerinden değerlendirildiğinde o kadının ev işlerinin kısır döngüsü içinde kaybolmaması mümkün müdür?
Hiçbir sorumluluk ve hiçbir amaç edinmeksizin yaşayan kadının günlük planı ev süpürmek, haftalık planı cam silmek, aylık planı da vitrindeki ıvır zıvırın tozunu almak olacaktır. Boşluk ve anlamsızlık duygularının esiri olan kadın içinde gizlediği, bastırdığı veya farkına varamadığı kapasitesini, enerjisini, azmini evini gereksiz yere temizleyerek, kendisine yeni yeni ev işleri çıkararak, pasta börek yaparak, dantelli havluları ütüleyerek, süs eşyalarının tozunu alarak boşa harcayacaktır.
Peki, ne yapmalı? Ev işlerinin kendi kendine azalmasını bekleyemeyiz, dışarıdan bir yardımcının o işleri yapması da çoğunlukla geçici bir çözümdür. Sorun ancak ev işlerinin aile bireyleri arasında kapasiteye göre paylaştırılması daha elzemi, yegâne amaç olmaktan çıkarılması ve kadının kendisine daha aşkın hedefler belirlemesiyle ortadan kalkar. Günlük hayatın çok ötesinde, ulvi gayeler uğrunda çaba gösterilmeden, sürekli bir uğraş, bir hareketlilik, bir gelişme halinde bulunmadan, Türkiyeli kadın ev işine harcadığı süreyi azaltamaz.
Bu ulvi gayeler ve uğraşlar üzerinde düşünmeli. Toplumumuzda kaç hemcinsimiz iman ettiği kitabını, müminlerin yol haritası Kur’an’ı mealen, anlayarak yani maksadına uygun olarak baştan sona okumuştur? Kaçı bir sanat dalıyla, bir spor dalıyla uğraşmaktadır veya bir şeyler öğrenmek için bir kursa, bir derse katılmaktadır?  Günlük altı saat harcanan ev işinden iki saat eksiltebilen bir kadın tüm bunları rahatlıkla yapabilir oysa (eksiltmeden de yapabilir). Her gün bir saat kitap, dergi, gazete veya makale okumak insanı zaman içinde “bilgi sahibi” yaparken, her gün altı saat ev temizlemek insanı sadece “yorgun ve tükenmiş” hale getirir.
“Şüphesiz o gün size verilen nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür 8)
Her Müslüman kadın bu ayetin ışığında kendisine şu soruları sormalı: “Aklım, beden ve ruh sağlığım yerindeyken, bunca nimetin içinde bana verilen imkânları hakkıyla kullanabiliyor muyum? Evimi temiz tutma ve yemek yapma konusunu abartıyor ve bana bahşedilen boş vakti israf mı ediyorum? Dinimi öğrenmek ve yaşamak adına neler yapıyorum? Kur’an’ı tefsiriyle, mealiyle birlikte hiç okudum mu, hadislerden, sünnetten ve İslam âlimlerinin eserlerinden/görüşlerinden haberdar mıyım? Sahi ben bu dünyada neden ve nerede yer alıyorum?
yayın : 24 Mart 10:30