26 Kasım 2012 Pazartesi

ŞEYTAN SADAKA VERME DİYORSA


Şeytan Sadaka Verme Diyorsa…


etiketler: sare şanlı şeytan sadaka
İnsan Rabbinin kendisine lütfettiği nimetlerin yalnızca birer emanet olduğunu unutarak, onları ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaktan imtina eder. Allah, kullarından kat kat fazlasıyla vereceği bir borç isterken; şeytan, insanı fakirlikle korkutur. Çünkü şeytan insanların korkularından beslenir. Oysaki Kuran “Onlar için korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir” der.
“İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver” diyen şeytanın sadaka vermeye niyetlenen insanla uğraşmaması ve onu geçim sıkıntısı ile korkutmaması beklenebilir mi?
 Şeytanın tüm korkutmalarına ve tüm açıklamalarına karşın teselli Rabbimizin sözlerindedir:
-          Şeytan: Verirsen bu ayın sonunu nasıl getirirsin? Ya yetiremezsen?
Kimdir Allah’a güzel bir borç verip onu kat kat fazlasıyla alacak olan? ( Hadid 11)
-          Şeytan: Senin de kendine göre ihtiyaçlarım var. Bir çift yeni ayakkabıya ne kadar ihtiyacın var!
Onlar kendi ihtiyaçları olduğu halde mümin kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar.(Haşr 9)
-          Şeytan: Az vermek de olmaz ki şimdi, vermişken çok vermek lazım. Madem az vereceksin, hiç verme daha iyi.
Bir hurma tanesi de olsa, sadaka olarak verin; çünkü o, az da olsa açlığı dindirir ve suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları yok eder.( Hadis-i Şerif)
-          Şeytan: Sen bu kadar çalışıp kazandın, hepsi alın terin ve hepsi sana ait, niçin başkasına veresin? Hem onlar da senin gibi çalışsın, kazansın. Sana da havadan yağmıyor ki canım!
Ne oluyor size ki, göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olduğu halde(sonunda her şeyinizi dünyada terk edeceğiniz halde), Allah yolunda infak etmiyorsunuz? (Hadid 10)
-          Şeytan: Verirsen sevdiğin şeylerden mahrum kalırsın.Sakın o takım elbiseyi verme, şimdi giymiyor olabilirsin, daha sonra lazım olur. Altın kolye hiç verilir mi? Günün günü var, bir gün lazım olur, takmak isteyebilirsin.
Sevdiğiniz şeylerden(Allah yolunda) harcamadıkça “iyi”ye eremezsiniz. (Ali İmran 92)
-          Şeytan: Yardım toplayan kişiye nasıl güveneceksin? Bir sürü hayır kurumu var, üstelik bu hayır kurumları acaba yardımları yerine ulaştırıyor mu? Başkalarını da uyar, onlar da şüpheye düşsün!
Hayrı engelleyen günahkâr zorbaya itaat etme. (Kalem 12)
-          Şeytan: Kendi ülkemizdeki ihtiyaç sahipleri dururken, başka ülkelere neden yardım edelim? Herkes kendi ülkesiyle ilgilensin.
Müminler kardeştirler. (Hucurat 10Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir azası rahatsız olursa, diğer azaları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır. (Hadis-i Şerif)
-          Şeytan: Bu sıra sıkışıksın, veremezsin, belki daha sonra.
Sadaka vermede acele edin; çünkü bela, sadakayı geçemez. (Hadis-i Şerif)
Zekât, Allah’ın yoksul kulları için zengin insanlar üzerindeki hakkı iken, yani mecburiyet ve zorunluluk ifade ederken sadaka (infak) tam anlamıyla bir gönül işidir. Malını bereketlendirmek ve arındırmak isteyenler için çok önemli bir hayır aracıdır. Hayatın gaye ve hedefinin yalnızca bu dünyaya yönelik olmadığını, ötelerde de verilecek bir hesabın olduğunu bilir mümin. Kendisine Allah’ın bir lütfu olarak emanet edilen malını; O’nun yolunda ve rızası doğrultusunda infak etmedikçe, iyiye eremeyecek ve Rabbi katında da itibar göremeyecektir.
Son Güncelleme Bugün | 12:18

25 Kasım 2012 Pazar

EVLENECEK GENÇ KIZLARA

EVLENECEK GENÇ KIZLARA
Evlilik dışarıdakilerin girmeye can attığı, içindekilerin ise çıkmaya çalıştığı bir kaledir demişler. Bu söz evliliğin zor bir kurum olduğunu anlatmaya yetiyor. Farklı cinsten iki insanın birbiriyle sorunsuz anlaşabilmesi zaten çok zor iken, çift evlilik sınavını daha da zor hale getiren çeşit çeşit faktörle karşılaşıyor: Her iki tarafın akrabalarıyla yaşanan sorunlar, maddi sıkıntılar, çocuk sahibi olmak ve sanırım en zoru daha işin başında yaşanan nişan ve düğün merasimleri…


Günümüzde evlenen çiftleri alabildiğine sömüren bir düğün ve nişan sektörü var. Bohçalar, söz makası, söz tepsisi, kuaförü, gelin arabası, gelinlik-damatlık, nikah şekeri, davetiye, nikah fotoğrafları ve videosu gibi saymakla bitmeyecek kadar çok şey “gereklilik” olarak dayatılıyor. Eh, tüm bunları atlatan çiftler, sınavı başarıyla tamamlamış evliliğe hazır hale gelmişlerdir artık!
Bu nişan düğün telaşını yaşayıp geride bırakanlar iyi bilirler.

Aileler tanışır, anlaşır ve bu işin adı konulur. Sıra gelir söz ve nişan aşamasına. Müstakbel nişanlıların, merasim öncesi çıkması gereken bir alışveriş var. Toplumumuzda yıllardır kemikleşmiş bazı adetlere göre, bu alışveriş erkek tarafını iliğine kadar sömüren, cömertlik testine tabii tutan bir “farz ibadet” adeta! Öyle ki, gelinin etrafındaki çoğu teyze ve hanım akrabalar gelin kızımıza istediği her şeyi aldırmasını, bu şekilde kıymetinin bilineceğini, değerinin artacağını söyler. “Ne kopardıysan kârdır, şimdi aldırmazsan ileride sen zorluk yaşayacaksın” diyerek faydalı(!) telkinlerde bulunurlar.

İnsana yakışan, ahlaki olan adetlerin yaşatılmasında ne gibi bir sakınca olabilir? Elbette böylesi adetler yaşatılmalı, lakin adetlerimizin hepsini yaşatılması gerekenler sınıfına dahil edemeyiz. Bir gelinin en mahrem ihtiyacına kadar aldırması mı onu kıymetli yapar? Asla kullanılmayacak eşyaları, hiç giyilmeyecek elbiseleri aldırınca mı değeri bilinir? Erkek tarafının parasını, adettendir bahanesiyle gelinin elbiseleri ve yakınlarının elbiseleri için harcamak mıdır kız tarafına yakışan? Böylesine lüzumsuz şeylere para harcamak yerine yapılabilecek öyle çok şey var ki… (Çoğu insan ömrü boyunca bir kez bile kutsal toprakları ziyaret etmeden yaşar. Bir türlü para denkleştiremediklerini iddia etseler de, önceliği ona vermiyorlardır aslında. Evlendikten birkaç ay sonra umre ziyareti yapan çiftler var ve bunu bir oturma odası takımından yada yemek odası takımından vazgeçerek kolayca yapabiliyorlar.)

Ya gelinin yaptığı o çeyiz hazırlığı? Eminim bir ömür yetecek kadar havlusu olacak dolabında, üstelik hepsinin kenarı da dantelli! Birkaç el emeği hatıraya kim hayır diyebilir? Ama yatak takımları, vitrin örtüleri, sehpa dantelleri, havlu kenarları, oyalı yazmalar serisi derken, aylarca süren emek ve telaş… Eve gösterilen ilginin yarısı bile evliliğin kendisine gösterilmiyor maalesef. Çeyiz hazırlama derdiyle, yığınla yastık yüzü, havlu, çatal bıçak biriktiren genç kızı evliliğe hazır zannediyoruz. Oysa evlilik ile ilgili kitaplar okumayan ve seminerlere katılmayan, büyüklerin bilgece tavsiyelerine kulak asmayan genç kız nasıl evliliğe hazır hale gelir?

Evler dayanıp döşenirken, gelen giden beğensin düşüncesiyle hareket etmek öyle çok şey kaybettirir ki. Evlerimiz huzur bulduğumuz yerler olmalıyken, lüzumsuz eşyalardan kendimize yer bulamaz hale geliyoruz. Devasa mobilyalarla, gümüşlükler, konsollar ve fiskoslarla ev doldurulur. Sırf süslü, pullu boncuklu diye heves edilip alınan, temizlemesi zor perdeleri, eşyaları, örtüleri alan gelin tüm vaktini onları temizleyip, düzeltmeye harcamaktan kısa bir süre sonra yorgun düşer. Bir eşyayı alırken fonksiyonu ve sağlayacağı kolaylık düşünülse, temizliğe harcanan vakit çok daha faydalı işlere kullanılabilir.
Hangi genç kız rüya gibi bir düğün hayal etmez, o güne abartılı bir anlam yüklemez? Her genç kız gelinlik modellerine bakar, hayaller kurar. Erkek tarafının bütçesi elvermiyorsa, ille de hayallerinin gelinliğini almak ve düğününü yaşamak için tutturmaya gerek var mı? Geçip gidecek üç beş saatlik bir tören için, kendini ve akrabalarını huzursuz etmeye değer mi? Ne kadar az stres yapılırsa, beklentiler azaltılırsa ve önemli olan kısma yani evliliğin kendisine itibar gösterilirse daha mutlu daha güzel bir düğün yaşanır.

Bazen de gelinin ve ailesinin tüm anlayışına rağmen düğünü atlatana kadar her şey öyle kolay olmayabilir.  Gelin alttan aldıkça karşı taraf hiçbir şey almamaya kadar vardırabilir durumu. Bu durum geline kendini değersiz hissettirse de önemli olan kişinin kendine yakışan şekilde davranmasıdır. Gelin böylesi onurlu bir davranış sayesinde evliliğine yatırım yapacağı için yaşanan tatsızlıkları da unutacaktır.

Nişan ve düğün merasimlerinin farz ibadet gibi algılanmadığı, israfa girmeden, inanç ve ahlak yapımıza uygun şekilde yaşandığı bir gelecek duasıyla…
sareyildiz@gmail.com
Sare Şanlı

 


Sare ŞANLI
k

2012-11-23 20:51:14

19 Kasım 2012 Pazartesi

NE KADAR AVRUPAİ BİR HAVANIZ VAR!


Ne Kadar Avrupai Bir Havanız Var!


etiketler: sare şanlı müslüman
İngilizceyi yeni öğrenmeye başladığım zamanlarda, çoğu insanın konuşmaktan çekinmesinin aksine, ben her fırsatı değerlendirmeye pek hevesliydim. Bir uçak yolcuğunda, yanımdaki bayanın İngiliz olduğunu düşünerek bir şeyler sormaya başladım. Nerelisiniz sorusuna gelene kadar üç beş cümle konuşmuş olmalıyız ama ne konuştuk hatırlamıyorum. İlk önce bayan bana nereli olduğumu sordu, sonra ben ona. Şaşırtıcı olan ikimizin de Türk olmasıydı. Sonra hanımefendi bana Türkçe olarak “Neden Türkçe konuşmuyoruz?” diye sordu. Ben de şaşkın bir ifadeyle “Ben sizi İngiliz sanmıştım” deyince, hanım gülerek “Ay, çok teşekkür ederim” deyiverdi! Bir İngiliz’e benzetilmekten mutluluk duymuş, üstüne bir de teşekkür etmişti.
Bu olayı daha sonra düşündüğümde senaryoyu kafamda değiştirdim ve kadını Arap’a benzetmeye karar verdim. Bu defa bayan ciddi ciddi bozulmuş ve ne alakası var canım diyerek sohbetimizi oracıkta noktalamıştı. Olmayacak şey mi sizce?
Bu konuyla ilgili öyle çok hatıram var ki…
Esmer bir öğrencime “ne kadar farklı bir güzelliğiniz var, İran kadınlarını andırıyorsunuz” dediğimde, sınıftan itiraz sesleri yükselmişti. “Hocam hiç de İranlılara benzemiyor, daha çok Meksikalı gibi” demişti bir diğer öğrenci. Yani Doğulu bir Müslüman’a benzemektense, Latin Amerikalı bir Hıristiyan’a benzemek daha kabul edilebilir karşılanmıştı. Ben de bir kez İranlılara benzetilmiştim dediğimde de, “Aman o örtünüzden dolayıdır, hiç de benzemiyorsunuz” diyerek bu benzetmeden de duydukları memnuniyetsizliği dile getirmişlerdi.
“Yabancıya benziyorsun” sözü gizli bir iltifattır aslında, tabi kastettiğimiz yabancı Avrupalı ise.  İnsanımızın bir kısmı Batılıya benzetilmekten tuhaf bir gurur duyarken, Doğuluya benzetilmekten pek de hoşnut olmaz. Ya da az önce verdiğim örnekteki gibi Batılıya benzetilmediyse bile hiç olmazsa Latin, Uzak Doğu ya da Slav ırkından birilerine benzetilmeyi tercih eder.
Doğuluya benzetilince hissedilen aşağılanmışlık hissi ve Batılıya benzetilmekten duyulan memnuniyet elbette sebepsiz değil.
İzlediğimiz yabancı dizilere, filmlere ve reklamlara dikkat edin. Tüm bunlarda bize gösterilen, hatta dayatılan ideal insan tipine bir bakın. Çoğunlukla sarı saçlı, renkli gözlü, beyaz tenli, ince ve uzun boylu insan, hep Batılı tarzda giyinmektedir. Batılı karakter iyi kalpli, iş güç sahibi, çalışkan, başarılı yani her tür iyi özelliğe sahipken, film ve dizilerin kötü karakterleri hep başka milletlerden değil midir? Hırsızlar ise esmer, bıyıklı ve kısa boylu Latinlerdir, uyuşturucu kaçakçıları, tecavüzcüler yani suçlular çoğunlukla zencidir. En silik ve başarısız karakterler, üçüncü dünya ülkelerinin esmer insanlarıdır. Arada sırada mistik bir güzelliği olan doğulu bayanlar sahneye çıksalar da, onlar da asla üstün beyaz oyuncular kadar pırıltılı sunulmazlar.
Aslında kendi dizi, film ve reklamlarımızda da ortalama Türk insanını pek görmeyiz. Daha Batılı tipler ekranlarda boy gösterir. Hemen hepsinde Batılı yaşam tarzı modern ve en kabul edilebilir yaşam tarzı olarak sunulur. Medyanın insan zihni üzerindeki etkisinden, toplumları istediği şekilde yönetip şekil verme yetisinden bahsetmeye lüzum var mı?
Medya hangi insan tipini “ideal insan” olarak sunduysa algılardaki ideal insan da odur. Olay güzellik çirkinlik boyutunun çok ötesindedir. Batılıların hepsi birbirine benzeyebilir mi? Elbette sarışın olmayan, kısa boylu, siyah gözlü, koyu tenli Batılılar da vardır. Nice Doğulu kadın, Batılı hemcinslerine göre çok daha güzel, çok daha cazibelidir. Sorun Batılı tipin ideal tip olarak lanse edilmesidir.  Bu yüzden Batılıya benzetilmek kişiye kendini modern, havalı ve daha hoşnut hissettirirken, Doğulular gibi geri kalmış toplumların ve kültürlerin insanlarına benzetilmek gurur kırıcı algılanır.
Dış görüntü olarak Batılılaşma özentisi, aslında tüm hayat biçiminde Batı normlarını ve Batılı bir yaşam tarzını benimsemenin sonucudur. Bir bakıma; Batılıya benzemiş olmak ve bu benzerliğin başka insanlar tarafından da onaylanmış olması Batılı gibi düşünen, yaşayan ve giyinen insanın gelebileceği son noktadır. Doğuluya benzetildiğinde hissedeceği hezimet ile Batılıya benzetildiğinde duyacağı memnuniyet de işte bu yüzdendir.
“Müslümanım” diyen için Doğu da Allah’ındır Batı da. Batılıya da Doğuluya da benzetilmek birdir. Çünkü O insanı en güzel şekilde yaratmıştır…
 

12 Kasım 2012 Pazartesi

KIBRIS BAHAİLERİ


Kıbrıs Bahaileri


etiketler: sare şanlı bahailik
Öğrencilik yıllarım güzel insanların yurdu Kıbrıs’ta geçti. Sokaklarında güvenle yürüdüm, birbirinden iyi, birbirinden sıcakkanlı insanların evlerine konuk oldum, sofralarına oturdum.  Çok şanslıyım ki nice yardımsever, dost canlısı Kıbrıslı bana hem evinin hem gönlünün kapısını açtı. Genel kanının aksine, öğrencilere karşı hep anlayışlı ve kibar insanlarla karşılaştım. Çok sevdim bu küçük ülkeyi ve büyük insanlarını.
Okuldan arta kalan zamanımda resimle uğraşmayı sevdiğimden Lefkoşa’daki meşhur Osmanlı eseri Büyük Han’a gidip, atölyelerinde resimle ve diğer sanatlarla uğraşan sanatçıları izlemek bana keyif verirdi. Tipik Kıbrıslı sempatisiyle beni resim derslerine ücretsiz olarak davet eden hayli tecrübeli hocam sayesinde resim dersleri almaya başladım. Diğer öğrencilerle birlikte hocamızın gözetiminde tablolar hazırlarken, sohbet etmeyi ve Türk kahvelerimizi yudumlamayı da ihmal etmiyorduk. Bir gün sohbetimiz inanç konusuna geldiğinde hocamın Bahai olduğunu öğrendim. Daha önce adını bile duymadığım bu din (!) hakkında hocama sorular soruyordum. Hocam ilgimi fark edince, beni Lefkoşa’da bulunan Bahai Merkezi’ne davet etti. Yeni bir şeyler öğrenme hevesiyle her Cumartesi yaptıkları kahvaltı sonrası dua ayinlerine hocamla birlikte gitmeyi kabul ettim.
Bahai merkezi Lefkoşa’nın epey bilindik bir yerinde olmasına rağmen, daha önce hiç fark etmemiştim. Binanın girişinde Bahaullah’ın ve kızının devasa birer fotoğrafı bulunuyordu. Etrafta üzerinde Bahailikle ilgili çeşitli bilgilerin bulunduğu panolar vardı. Tüm bilgiler İngilizceydi. Yine İngilizce katalogların ve kitapların bulunduğu bir de stant vardı. Bu kataloglardan birinde Bahai dininin dünyanın en büyük ikinci dini olduğu yazıyordu! Ben bu kitaplarla ve bilgilerle ilgilenirken hocam kahvaltının hazır olduğunu söyledi. Tipik Kıbrıs kahvaltısıyla donatılmış sofrada neler yoktu ki. Kahvaltı sofrasında herkes birbiriyle son derece yakından ilgileniyordu. Bana da sorular sordular, gelmemden ne kadar memnuniyet duyduklarını ifade ettiler. Bir de herkes yakında Amerika’ya gidecek bir hanımdan, Bahaullah’ın soyundan gelen bir kişiden kendileri için dua etmesini istiyordu.

Kahvaltı sonrası dua için başka bir odaya geçildi. Herkes elinde dua kitaplarıyla bir halka oluşturacak şekilde birer sandalyeye oturdu. Sırayla herkes duadan birkaç satır okudu. Dinlediğim şeyler, Kur’an’ın çarpıtılmış, değiştirilmiş halleri gibiydi.
Dua sonrası, topluluğun en yaşlı ve en bilge Bahai’si yanıma geldi. Bana Bahailik hakkında bilgi vermeye başladı. Görevini son derece iyi yapan bu misyoner, Bahailik’in İslam’ın bir uzantısı olduğunu, Hz Muhammed’den sonra Allah’ın insanlığa Hz Bahaullah’ı gönderdiğini iddia ediyordu. Bahailik tüm insanlığı ve tüm dinleri bünyesinde toplanmayı amaçlayan bir kardeşlik dini(!) idi. İngilizceyi tüm Bahailerin öğrenmesi gereken evrensel bir dil olarak kabul ediyorlardı. Namaz da kılabilirdiniz, tesettürlü de olabilirdiniz. Merkezden ayrılmadan önce bana Bahai dinini anlatan Kutsal kitaplarını ve bir de Müslüman bir alim tarafından yazılan Bahailik’in sapkın bir din olduğunu söyleyen bir kitap verdiler. İki farklı açıdan bakarak bir seçim yapabileceğimi söylediler.
İnandıktan sonra kalpleri sağlamlaştıran Allah’a hamdolsun ki, bu sapkın dine karşı içimde hiçbir şey uyanmamıştı. Böylesine uyduruk bir dine samimiyetle inanan insanlar adına ne kadar üzülmüştüm.
Ne yazıktır ki, Kıbrıs insanı, onca iyiliğine ve güzel ahlakına karşın İslami bilinçten bir hayli yoksundur. Yıllar süren İslamsızlaştırma çabaları sonucunda kendi dinlerini, kitaplarını ve peygamberlerini tanımayan insanlar ortaya çıkmıştır. Namaz ve oruç gibi ibadetler bir yana, itikat noktasında bile ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Mevcut dini boşluktan da en iyi Bahailer yararlanmaktadır. Tutunacak dini inancı olmayan insanları kendine kurban seçip, modern bir din sundukları iddiasıyla kandırmaktadırlar.

Peki aslında Bahai dini(!) nasıl ortaya çıktı?

1819’da dünyaya gelen Mirza Ali Muhammed adlı bir zat, aslında Şii mezhebinin İsnaaşeriye koluna bağlı bir Müslümandı. Lakin sonradan itikadı bozulan bu şahıs, işi kendisini Mehdi’nin vekili ilan etmeye kadar götürdü. Mirza Ali genç yaşta ölünce takipçisi Bahaullah sahneye çıktı. Tüm insanların eşitliği, kardeşliği, herkese özgürlük gibi modern sloganlara yola çıkan Bahaullah Rus, İngiliz ve Yahudilerin desteğiyle epey taraftar topladı. Gaybı bildiğini iddia eden bu sahte peygamber, sözde İslam’ı kabul eder gibi görünse de, İslam’ın temel emir ve yasaklarını çarpıtıp, ,ortaya son derece bozuk bir din çıkardı.  Kur’an ayetlerini doğrudan inkâr etmek yerine, batıl yönlerde tevil yolunu seçti. Kitaplarını bizzat kendi yazdı.
Avrupa İslam’ı yıkacağı düşüncesiyle bu sapkın dine itibar gösterdi. Gayrimüslim toplumlar arasında yayılmasının sebebi ise kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi çağdaş sloganlar oldu. Müslüman dünyada ise İslam düşmanlarının güçleriyle insanların dinden uzaklaştırılmaya çalışıldığı çeşitli dönemlerde sinsi bir şekilde kendine taraftar buldu.
Bahailerin kutsal merkezinin İsrail Hayfa’da oluşu bile bu sahte dinin neyi amaçladığını anlamaya yetiyor. İddialara göre bugün Bahailerin sayısı yedi milyonun üzerinde. Bahaullah’ın üvey kardeşi Mirza Yahya’nın Kıbrıs’a sürgün edilmesiyle birlikte Bahailik inancıyla tanışan Kıbrıs’ta ise Bahai Merkezi 1989 yılında kuruldu.
 
Son Güncelleme Bugün | 12:50

ANNELER ŞÜKRETMEYİ UNUTTUĞUNDA

ANNELER ŞÜKRETMEYİ UNUTTUĞUNDA

Anneliğin zor zanaat olduğunu biliyordu Filiz Hanım ama Can gibi afacan bir çocuğa annelik yapmak çok daha meşakkatliydi. Sabah uyanır uyanmaz parka gidelim diye tutturur muydu başka çocuklar? Her kahvaltı sofrasını savaş alanına çevirip, kavga gürültü mü kalkmalıydılar masadan sanki?



Can da diğer müreffeh çocuklar gibi, onca nimetin içinde doğru düzgün bir şey yemeden geçiriyordu tüm gününü. Peki iş yaramazlık yapmaya gelince nereden buluyordu bunca enerjiyi? Filiz Hanımın bir yanı hak veriyordu oğluna. Ne yapsın tüm gün beton duvarların içinde? Elbette canı toprakla oynamak, temiz havayı solumak isteyecekti. Annelik buydu zaten, kendi istemediği bir şeyi sırf çocuğu mutlu olsun diye yapabilmek. O yüzden üstünü giyerken bile problem çıkartan Can’ı hazırlayıp parkın yolunu tuttu Filiz Hanım.
Parka adım atar atmaz annesinin elini bırakıp kaçan Can kumla, çamurla, toz toprakla bir güzel kirlenmeye başladı. Başka çocukları itip kaktı, kendi de arada birkaç tekme yedi, ağladı güldü, bütün enerjisini boşalttı. Filiz Hanım olanı biteni oturduğu banktan izliyordu. Aklından geçen düşüncelerin ağırlığından ve karamsarlığından olsa gerek, yüzü solgundu. Her çocuk bir ömür törpüsüydü, anneye eziyetten başka bir şey değildi. Gönlünce yapabildiği ne kalmıştı ki? Yemeğini bile iştahla yiyemez olmuştu, alışverişe çıkamıyor, komşusuna gidemiyor, televizyon izleyemiyor, canı istediğinde dinlenemiyordu bile. “Çocuğun varsa derdin var” diye iç çekti çocuktan önceki özgür halini düşünerek.
Şefkatli bir anne sesi çekip çıkardı onu bu soluk düşüncelerden. Yan bankta oturan Cemile Hanım, bebek arabasındaki oğluna nasıl da merhametle yediriyordu yemeğini. Peki, altı-yedi yaşlarındaki bu çocuk neden bebek arabasındaydı ki? Hala kendisi yiyemediği gibi, yedikleri de ağzından dökülüyordu. Filiz Hanım dakikalarca izledi bu sahneyi. Geçen zaman boyunca konuşan hep anneydi, çocuk niye hiç cevap vermiyordu? Ne kolunu oynatabilmişti, ne de başını. Bakışlarındaki donukluk Filiz Hanımın içine işledi.
Cemile Hanımın oğlunun engelli  bir çocuk olduğunu anladığında dünyası alt üst oldu.
O an Cemile Hanım oluverdi Filiz Hanım. Kendi oğlundan kat kat ağır bu çocuğu giydirmeyi, yıkamayı ve uyutmayı hayal etti. Hastane kapılarında sabahladığı endişeli, üzüntülü ve yorgun günler gelip geçti gözünün önünden. Cümleler kurup karşılığında tek bir kelime alamayışının, “anne” sözünü hiç işitemeyişinin hüznü kapladı ruhunu. Üç yaşındaki oğlunun onca yaramazlığına karşın, yürümeyen, kıpırdayamayan ve hiç gülemeyen bu çocuk öylesine burktu ki içini. Daha düne kadar Can okula başladığında başına gelecekleri düşünüp sıkıntı ederken, Cemile Hanımın okul bahçesinde hiçbir zaman bekleyemeyeceğinin ne demek olduğunu anladı.
Vazgeçti Cemile Hanım olmaktan. Zira biliyordu herkes Cemile Hanım olamazdı. Allah Cemile gibi kullarını özenle seçer, onları cennete giden yoldan o çaresiz yavrularıyla birlikte geçirmek isterdi. Hamurları sabırla ve şefkatle yoğrulmuş bu kullar, kendilerine bahşedilen bu değerli emanete isyan etmeden tüm varlıklarıyla sahip çıktıklarında Rableri onları melekleriyle karşılayacaktı bahçelerinde.
Kendine döndü Filiz Hanım. Ne kadar az şükrettiğini anlaması için Cemile Hanım ve oğlunu görmesi gerekiyormuş meğer. Bunca şikayetin neticesinde kendini yıpratmaktan başka ne geçiyordu eline? Allah’ın kendisine bahşettiği oğlunu bir yük olarak görmüştü demek. Oysa her çocuk, kutsal birer emanetti.
Her şeyi anlamıştı anlamasına ama şeytanın kendisine ve diğer tüm annelere çocuklarının her sıkıntılarında saçma sapan şeyler fısıldayacağını biliyordu.
Ne mutlu şeytan her fısıldadığında Cemile Hanım gibi anneleri ve onların melek çocuklarını gözünün önüne getirip, şükretmenin faziletini hatırlayabilenlere…
Sare Şanlı


6 Kasım 2012 Salı

ÜÇ YASİN OKUSAM KUMARDA KAZANIR MIYIM?


Üç Yasin Okusam Kumarda Kazanır mıyım?


Sare Şanlı

etiketler: sare şanlı kumar yasin kuranı kerim
Havaalanında uçağımın kalkış saatinin gelmesini beklerken, iki hanımın konuşmasına ister istemez kulak misafiri olmuştum. Kıbrıs yolcusu olduklarını anladığım hanımlardan biri diğerine: “Dün gece üç Yasin-i şerif okudum, inşallah bu sefer kazanıcam” demişti. Yani hanımefendi kumarda kazanmak için Kur’an’dan şefaat beklemişti! Kur’an ve kumar bir arada!
Sahi bizim insanımız için Allah’ın kelamı Kur’an ne anlama geliyor?
Çocuk sahibi olamayanların, evlenemeyenlerin, eşiyle boşanmak üzere olanların, sınav kazanamayanların, iş bulamayanların, bedenen ve ruhen hasta olanların sadece okuyup-üfleyerek dertlerine deva bulacakları bir üfürük kitabı mı?
Bebeklerin ve hastaların boynuna bağlanan efsunlu bir metin mi?
Tek bir kelimesi bile anlaşılmadan defalarca Arapçasından hatim edilen, ölmüşlerin ruhuna gönderilen, sağa sola bağışlanan dualar bütünü mü?
Anlamına ancak hocaların vakıf olabileceği, sıradan insanların anlamayacağı ve bu yüzden tek başına okununca sapıtılan karmaşık bir kitap mı?
Facebook ve twitter gibi sosyal ağlarda arka planında yaldızlı süslemeli resimlerle paylaşılan iletilerden mi ibaret yoksa?
Artık duvarda asılı kalan Kur’an’ı Kerimlerden bahsedemiyoruz ama şimdi de tozlu raflara, ya da bilgisayarlarımızın masaüstünde kullanılmayan simge olmaya, cep telefonlarında sıradan bir program gibi kalmaya mahkûm ediliyor Kutsal Kitabımız.
Her şeye vakit bulabiliyoruz da, iş Kur’an’ı öğrenmeye ve anlamaya gelince değişiyor. Vakit olmuyor, kafa almıyor, bu yaştan sonra öğrenilmiyor, sıra ona gelmiyor! Her tür kitap okunuyor da Kur’an yeterince entelektüel(!) bulunmadığı için gereken itibarı görmüyor. Çeşit çeşit derslere, seminerlere, kurslara gidiliyor, konu Kur’an olunca bir tembellik bir vakitsizlik hâsıl oluyor. Tüm Batı lisanları iştahla öğreniliyor, bu uğurda yığınla para harcanıyor, ama Kur’an dili Arapça çok zor(!) olduğu için öteleniyor.
Bir şekilde Kur’an okuduğunu düşünenler ise manasını kavramaktan çok uzak yalnız lafzıyla meşgul olarak Kur’an’a hak ettiği değeri verdiğini düşünüyor. Rabbimizin bize, rehber olarak gönderdiği bu yüce kaynağı anlamadan ve sonucunda hayatımıza uygulayamadan okuyup duruyoruz. Ona hak ettiği değeri vermiyoruz.
O halde Kur’an’a hak ettiği değeri vermek O’nu gerektiği gibi okumak nedir?
Rabbimiz bize gönderdiği mucize Kitabı nasıl okumamız gerektiğini, yine Kur’an’ın içinde veriyor:
“Biz onu Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (ayet ayet, sure sure) ayırdık, yine onu peyderpey indirdik.” İsra 106
Kur’an’ı, aceleyle, bir an önce bitirmek için değil, çokça hatim indirip bağışlamak için değil, bilakis sindire sindire okumalıyız.
“İşte bu Kur’an, ayetlerini tedebbür(iyiden iyiye düşünmek, derinlemesine incelemek) etsinler ve temiz akıl sahipleri de tezekkür(hatırlamak, öğüt almak) etsinler diye indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” Sad 29
“Biz Kur ’anı öğüt/ibret için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mu?” Kamer 17-22-32-40
“Onlar bu Kur ’anı derinlemesine ve inceden inceye düşünüp araştırmazlar mı?” Nisa 82
Okurken, anlamaya çalışmalı, üzerinde iyiden iyiye düşünmeli, tefsirlere ve açıklayıcı diğer kaynaklara da başvurarak, öğüt almak, ders almak için okumalıyız.
 “Sizler Kur ’anı daima okuyup birlikte müzakere ediniz.” (Sahih-i Buhari)
Diğer Müslümanlarla bir araya gelerek, ders yaparak ve ciddiye alarak, hususi zaman ayırıp okumalıyız.
Kur’an bugün halkımızın en çok okuduğu ama en az anladığı kitap. Yaratan’ın kullarına bir rehber olarak gönderdiği Kutsal Kitabımızdan gereğince faydalanamamamızın ve onun mesajlarını hayatımıza uygulayamamamızın yegâne sebebi de “anlamaya dayalı” bir okumaya sahip olmayışımız. Varoluş gayemize uygun bir yaşantı sürmek için Kur’an’ı gereğince okuyup anlamaktan başka seçeneğimizin bulunmadığını bilerek, Kur’an’ın hayatımızdaki yerini ve bizim için ne ifade ettiğini ciddi manada düşünmemiz gerekiyor.
Son Güncelleme Dün | 10:15