26 Aralık 2013 Perşembe

PARA,İSRAF VE İNFAK

Para, israf, infak!..

 Sare Şanlı
Şayet bir milyonunuz olsa neler yapardınız?
Çoğu insan ilk önce bir ev, araba, ardından kalan miktarla iş kurma, dünyayı gezme, tatile çıkma ve tüm diğer şahsi isteklerini sıraladıktan sonra ihtiyaç sahiplerini de unutmayacağını mutlaka ekler. Niyet güzeldir, mutlaka yoksul için, yetim için, muhtaç için zihinde ve kalpte bir pay ayırırız bizim olmayan servetten. Ancak servet bizim olunca uygulamak bu kadar kolay olur mu bilemeyiz. Bir bakmışsınız hayalinizdeki ev birken ikiye çıkmış, istediğiniz arabanın modeli yükselmiş, dışarıda yemek, seyahatlere çıkmak, daha lüks mağazalardan giyinmek derken kazandığınız para pek o kadar çok görünmemeye başlamış gözünüze. Bireysel ihtiyaçlarınızın birini giderdiğinizde öbürünün ortaya çıktığını ve bunun kısır bir döngü olduğunu fark edemeden durmadan kendiniz için harcadığınızı anlayamamışsınız bile.
Durum böyledir çoğu zaman, paramızla birlikte şeytanlarımız da çoğalır. İsteklerimizin her biri değişmeye/artmaya başlar ve standartlarımızı yükseltme endişesi sinsice yakalar bizi. Kendimize ve kendi gereksinimlerimize odaklandıkça başkalarının hayatlarına ve ihtiyaçlarına karşı kör ve sağır hale geldiğimizin farkına varamayız. Dedim ya, şeytanlarımız çoğalmıştır, işimiz zorlaşmıştır.
Nasılsa bu yazı servet sahiplerinden bahsediyor ben orta halliyim diye düşünmeyin. Belki kirada oturuyorsunuz, belki küçük bir maaşla kalabalık bir aileyi geçindiriyorsunuz. Ancak en fakirinin dahi nice ülkeye kıyasla zengin olduğu ülkemizde bu konuyu bir kez daha düşünün.
Gereksiz yere eve doldurduğunuz abur cubur paketlerini, yada dolabınızdaki gömlek sayısını, çantalarınızın renk ve desenlerini, sofralarınızdaki yiyeceklerin çeşitliliğini (ve fazla kilolarınızı), cep telefonunuzu kaç taksitle aldığınızı, içtiğiniz sigaraları, süs eşyalarınızı, boşa akıtan musluklarınızı, sönmeyen lambalarınızı, dolaplara sığmayan çarşaf ve battaniyelerinizi, hiç giymediğiniz kıyafetleri, çöpe döktüğünüz yiyecekleri… Gerçekten tüm harcamalarınız lüzumlu ve yerinde mi, gerçekten paranızı düşünerek mi harcıyorsunuz? Gerçekten bağışta bulunamayacak durumda mısınız?
Bu hafta hiç hazır gıda tüketmeseniz, çok beğendiğiniz pantolonu bu ay almasanız ne kaybedersiniz? Telefonda daha az konuşup, sigarayı bıraksanız? En iyisi bazanın altında küflenmeye terk ettiğiniz battaniyeyi çıkarsanız, kaloriferli evlerinizde hiç ihtiyacınız olmayan kazakları temizleyip poşetlere koysanız, yün alıp hırka örseniz, bu ay çocuğunuza almayı planladığınız oyuncağı daha çok sevinecek bir çocuk için alsanız ve bunları yakınızdaki bir ihtiyaç sahibine veya bir yardım kuruluşuna teslim etseniz?  Suriye’de, Gazze’de, Bangladeş’te, Filistin’de, Doğu Türkistan’da ve tüm diğer sıkıntılı ülkelerdeki ve kendi yurdumuzdaki soğuktan titreyen, açlıktan yorgun düşen, çaresiz ve muhtaç insanlar için ufak da olsa bir şey yapmak istemez misiniz?
Elbette zorlanacaksınız, tüketim odaklı dünyamız bize yardıma muhtaçların varlığını unutturmak için elinden geleni yapacak. Sizin ihtiyaçlarınızı daha elzem gösterecek, size zengin olmadığınızı düşündürecek. Yapmayı düşündüğünüz bağışı size küçük ve kıymetsiz gösterecek. Tebük seferini hatırlayalım:
Bu sefer sırasında kıtlığın hüküm sürmesi sebebiyle askerin birçoğunun teçhizatı tam değildi. Bunun için Resulullah(s.a.v) minberden hayırda yarışma ve yardımlaşma seferberliği başlattı. Herkes bu çağrıya gücü ve imkânları ölçüsünce katılmaya çalıştı.
Bu hayırdan mahrum kalmak istemeyen ama verebilecek doğru dürüst bir mala sahip olamayan bir sahabe vardı, Ulbe b. Zeyd. “Ey Allah’ım! Bana nasip ettiğin şu bir parça metaımı tasadduk ediyorum.” der ve Resulullah’a götürüp verir ve şöyle der:
“Bundan dolayı benimle dalga geçen ve beni üzen kimseye de hakkım helal olsun.” O gecenin sabahında Resul onu müjdeler:
“Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın.” *
Herkes üzerine düşeni yapmakla sorumludur. Televizyonda eğlence programları açmak yerine yoksul insanların haberlerini, savaşın ve kıtlığın içinde mücadele veren çaresizlerin dramlarını izleyeceğiz, internette de tercihimizi onlardan yana kullanacağız. Yoksulu gündemimizde tutacağız, sosyal medyada paylaşacak, arkadaş ortamlarında konuyu açan biz olacağız. Sürekli alışverişe çıkmayacak, mutfaklarımıza tıkılıp kalmayacak, bedenimize odaklanmaktan uzaklaşacağız.  Ölümü düşüneceğiz. Kur’an okuyacağız, hadis okuyacağız, yoksulun halini ve yoksula karşı bir Müslümanın nasıl tavır alması gerektiğini anlatan ayet ve hadisleri hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışacağız.  (Bir tanesini burada hatırlatayım:“Onlar mallarında isteyenler ve istemeyip mahrum kalanlar için belli bir hak bulunan kimselerdir.”(Mearic 24-25)                                                
Yapamayız! Çıplak ayaklarıyla karda yürüyen minicik çocukları, soğuktan donarak ölmüş bebeğini bağrına bastırıp ağlayan anneleri, sofrasında bir tas çorbası olmayan aç insanları, evsizleri, hastaları, kimsesizleri görüp onların durumlarından haberdar olduktan sonra, inancımızın bize yüklediği sorumluluğu bilip, kendi önemsiz ihtiyaçlarımız için para harcayamayız. Yüz binlerce insanın karın gurultusu eşliğinde lüks restoranlarda yemek yiyemeyiz. Evsizler soğuk karın üzerinde uyumaya çalışırken biz geceleri sıcak yatağımızda uyuyamayız. Küçücük çocuklar günlerce aç kalırken, biz yavrumuzun yememekle hiçbir şey kaybetmeyeceği bisküviyi, çikolatayı alamayız.
Küçük de olsa üç beş lira dahi olsa bir katkıda bulunmak için çare aramalıyız. Evimizi didik didik edip, giyilebilecek, kullanılabilecek ihtiyaç fazlası eşyalarımızı yardım kuruluşlarına götürmeliyiz. Çok beğendiğimiz ayakkabılara vereceğimiz parayla kaç battaniye alınabileceğini düşünüp vazgeçmeli o parayı gerçek sahipleri için harcamalıyız.
Ancak böyle yaparsak kendi heva ve arzularımızı tatmin etmek yerine Allah’ı razı edeceğimizi bilmeliyiz. İnsan olduğumuzu, bu ümmetin bir parçası olduğumuzu hissetmek için buna muhtacız.                                                                                    
* (İbn Kesir, El Bidaye Ve’n Nihaye 5/67)
yayın : 23 Aralık 10:21

18 Aralık 2013 Çarşamba

PIRLANTASIZ AŞK OLUR MU?

Pırlantasız aşk olur mu?

 Sare Şanlı
Dindar kesime hitap eden bir kadın dergisinde(aslında derginin niteliğini tam olarak tanımlamakta güçlük çekmekteyim, ancak konu bu değil)beni uzun uzun düşündüren bir makaleye rastladım. Makalenin başlığı şuydu: “Elmas: Allah’ın Kadınlara Bir Lütfu.” Başlıkta geçen ‘Allah’ ve ‘lütuf’ kelimeleri dışında, makalenin içeriğini diğer seküler kadın dergilerinden ayıran hiçbir söylem yok.  Aşkın sembolü pırlanta, kadınların olmazsa olmazı, zerafetin parlayan büyüsü, büyük sevgilerin simgesi…
Hatırlayın pırlanta reklamlarını, hani küçücük(!) bir armağanla mutlu olan sahte gülüşlü kadınların oynatıldığı, erkeklerin sevgilerini cüzdanları ölçüsünde gösterdikleri, kredi kartına on taksitli, kampanyalı reklamları diyorum. Yada dizilerdeki, filmlerdeki sahneleri anımsamaya çalışın. Dev aşklarını tek bir yüzüğe yatırdıkları deste deste banknotla ispatlayan cömert erkeklerin, yüzlerine mutluluk maskesi takan kadınların önünde diz çökerek evlilik teklif ettikleri yapay sahneleri… Sevdiği erkeğin kendisine pırlanta almayışıyla kederlenen, kendini kıymetsiz hisseden dizi ve film karakterleri ve bir de erkeğin sevgisini yüzükteki taşın büyüklüğüyle ölçen bir değer anlayışına sahip olanlar… Bilinçaltımızı kirleten tüm verileri iyice düşünün!
                                                                                                          *
Kadının ziynet sevgisi, süslenme ihtiyacı inkar edilemez. Ancak kriteri vahiy olan bir Müslüman; bir kadının takıp takıştıracağı mücevherata haddinden fazla harcama yapmasını ve yaptırmasını mazur görmemeli. Nitekim pırlanta sadece bir takı, bir ziynet değildir. Bir altın yüzüğün fiyatıyla tek taş pırlantanın fiyatı arasında on kat fark var ise ve süslenme ihtiyacını makul fiyattaki ziynet de karşılıyorsa, aradaki on kat farkı ödemenin mantığı ne olabilir? Pırlantanın büyüsü mü? Param var ve buna harcamak istiyorum mu? Herkes sevgimizin büyüklüğünü, eşimin bana verdiği kıymeti görsün mü?
Konunun iki boyutu var: Öncelikle pırlantanın dünyada aşkın sembolü ve kadınların vazgeçilmezi haline nasıl ve ne maksatla getirildiğine bakmak gerekir. Pırlanta satışlarını artırmak için pırlantanın çekiciliğini ve gerekliliğini kadınların beynine kazıyan, dizi, film, şarkı ve reklamlarda pırlantayı aşkın sembolü olarak sunan şirketlerinin büyük çoğunluğunun sömürgeci Batı kaynaklı olması düşündürücüdür. Oysa elmas yatakları Afrika’dadır.
Peki, doğada nadir bulunduğu için kıymeti yüksek bir madenin asıl üreticileri olan Afrikalılar ne durumda? İşte işin ikinci boyutu. Onlar sefalet ve iç savaşlar içinde yaşarken, kazancın en büyük kısmını cebe indirenler yine pırlanta şirketlerinin başındaki açgözlü, zalim yöneticiler.
Edward Zwick’in 2006 yapımı Kanlı Elmas filmini izleyenler, pırlantanın acı öyküsünü bilirler. İhracatının %85’ini elmas oluşturan Sierra Leone başta olmak üzere çoğu Afrika ülkesi zengin elmas yataklarına sahip. Bu nedenle bölgede elmas yüzünden iç savaşlar yaşanmakta.  Batı bu iç savaşları elmas madenlerini elinde tutan militanlara elmas karşılığı silah vererek alevlendirir ve elması savaşları yönlendirme noktasında zalimce kullanır. Çetelerin, militanların eline geçen elmas madenlerinde binlerce insanın alın teri sömürülür, canları ceplerinde, korku içinde en zorlu koşullarda elmas çıkarmak için didinen yoksul insanlar bir de iç savaşlarda çocuklarını kaybederler. Kaçırılan çocuklar asker olarak acımasızca eğitilir, aileler parçalanır.  Topraklarının zenginliği halkın fakirliğinin sebebidir Afrika’da.
Elmasın çıkarıldığı topraklarda bulandığı kan, müreffeh Batı ülkelerinin ışıltılı vitrinlerine gelene kadar görüntüde temizlenir. Kadınlar bol sıfırlı rakamlarına aldırmaksızın hayranlıkla izledikleri bu nadide cevheri ille de kendi bedenlerinde taşımanın arzusuyla yanıp tutuşur. Bilinçaltlarına kazınmış olan “pırlantasız aşk olmaz” düsturuyla sevdikleri adamın cüzdanını boşaltmakta bir mahzur görmezler.
                                                                                                          *
“İnsanı sorumlu kılan şey onun insan oluşudur” demiş Ali Şeriati. Ancak Müslüman; insanlığını ve insan olmanın getirdiği sorumluluğu çok daha fazla hissetmek zorunda olan kişidir. Bu nedenle kana bulanmış elmasın öyküsünü bildiği halde, sırf etrafına caka satabilmek kaygısıyla sabıkalı pırlantanın gölgesini düşürmez sevgisine. “Param var ve dilediğim gibi harcarım” diyerek, emeği sömürülen Afrikalıların gözyaşına ve pırlanta şirketlerinin haksız kazancına katkıda bulunmaz. Belki çok daha önemlisi, Müslüman, zihinlerimize sinsice işlenmiş bir zorunluluğu sevgi göstergesi adı altında kabullenecek, bu oyuna gelecek kadar basiretsiz ve gafil olamaz. Zira o “Nihayet o gün dünyada yararlandığınız nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür 8)ayeti çerçevesinde sorumluluğu üzerinde düşünür ve ameline de o ağır sorumluluk mesabesinde yön verir.
yayın : 16 Aralık 10:20

ÇALIŞMAYAN ANNENİN ÇOCUĞU YUVAYA GİDER Mİ?

Çalışmayan annenin çocuğu yuvaya gider mi?

 Sare Şanlı
Çocuk daha dünyaya gelmeden başlar annenin muhatap olacağı sorular ve çocuk büyüse bile ardı arkası kesilmez. Anne çalışmak ya da çalışmamak konusunda ne karar verirse versin, her iki şekilde de yargılayıcı, eleştirel ve akıl veren cümlelerle, sorularla ve hatta tavırlarla durmaksızın bunaltılır. Çalışacaksa, küçücük çocuğunu anne sevgisinden mahrum etmekle, aile kurumunu zedelemekle ve maddeci olmakla suçlanır. Şayet çalışmayacaksa, mesleğini heba etmekle hata yaptığı, evde boş boş oturmaktan sıkılacağı söylenir ve belli aralıklarla “ne zaman işe döneceksin?” sorusuyla taciz edilir.
Oğlum bu yıl üç yaşını doldurdu ve çoğu yaşıtı gibi o da yuvaya başladı. “Çalışmadığın halde, neden çocuğu yuvaya veriyorsun?”sorusuna defalarca muhatap oldum bu süreçte ve görünüşe bakılırsa muhatap olmaya da devam edeceğim. (Şayet sabahın yedisinde evden çıkıp, akşamın yedisinde eve varmıyorsanız ve dolayısıyla para kazanmıyorsanız, meşguliyetiniz ne olursa olsun, çalışmıyor kategorisindesinizdir, ancak bu başka bir yazıya konu olsun.)
Toplumumuzda çalışmayan anne “çocuğun her türlü sorumluluğunu bir başına üstlenmek zorunda olan kişi” olarak algılandığından, soruyu çok garipsememek gerek aslında.  Çalışmayan annenin nasılsa bir işi, bir uğraşı olmadığı varsayıldığından, sabahtan akşama kadar boş oturmaktadır, çocuk büyütmesi dahi işten sayılmazken, bir de onu yuvaya gönderecekse kendisi ne işe yarayacaktır? Üstelik küçücük çocuğu yollarda sürüklemenin, ellere emanet etmenin, anneden ayırmanın manası nedir?
                                                                       *
Bazı anneler şanslıdır. Alt katlarında oturan anneleri, iki sokak ötede oturan kız kardeşleri/teyzeleri/kuzenleri vardır. Yani gündüz dışarı çıkmak istediklerinde çocuklarına bakan, başları sıkıştığında bir sıcak çorba pişiren, işi düştüğünde ikiletmeden yerine getiren insanı/insanları vardır. Saat beş dedi mi evde olan anlayışlı eşleri çocuklarıyla ilgilenirken, kendileri evde uğraşmak istedikleri her ne varsa uğraşırlar. Komşularıyla sıkı fıkı ilişkileri vardır, birlikte çocuklarını parka götürürler, evlerde buluşurlar, aktivitelere katılırlar. Belirttiğim tüm imkânlara aynı anda sahip olan anneler yoktur elbette ancak tek bir tanesine bile sahip olmak büyük bir ayrıcalıktır, çünkü bazı anneler için ise hayat bu kadar kolay değildir.
Onların yakınlarında oturan güvenilir bir tek akrabaları yoktur. Gündüz acil bir işleri olduğunda çocuklarını bir saat bile emanet edebilecekleri kimseyi bulamazlar. Komşu çocukları içinde çocuğunun yaşıtı olan tek bir çocuk yoktur, kimsenin kapısını çalamaz, kimseyi davet edemezler. Eşleri yoğun bir tempoda çalışır, eş eve geldiğinde çocuk uymuş, annenin pili çoktan bitmiştir. Bu yüzden anne evin rutin işlerini, kimi zaman da dışarının işlerini hep çocuğuyla birlikte halletmek zorundadır. Bir sayfa kitap okumaya, sevdiği bir aktiviteyi gerçekleştirmeye, rahat rahat duşa girmeye bile fırsat bulamayacak kadar çaresizdir. Üstelik çocuğunu ekran başına terk edemeyecek kadar da duyarlıdır. Elbette yazdığım tüm tanımlamaları bünyesinde barındıran anne sayısı azdır, ama tek bir tanıma dahi uyuyor olmak, annenin ve dolayısıyla çocuğun mutsuz olması için yetmez mi?
                                                                       *
Fatma Barbarosoğlu’nun kalemine sağlık, günümüz şartlarında annenin tek başına çocuk büyütmesinin zorluklarını çok güzel anlatmış:
 “Eski kadınlar, beş çocuğu nohut oda bakla sofalarda büyütürken günümüz kadını 120 metre kare evde iki çocuk büyütemiyor diyenler; mahallenin genişliği ile 120 metre karenin genişliğini, mahalle dayanışması/mahalle sosyalleşmesi ile ekran dayanışması/ekran sosyalleşmesini de mukayese etmek durumunda olduklarını unutmasınlar lütfen. Çocuk daha önce bütün bir cemiyetin sorumluğu altında iken, şimdi her türlü başarısından/başarısızlığından annenin sorumlu olduğu bir projeye dönüştürülmüştür.”
                                                                       *
Yazdıklarım, “Çocukları yuvaya göndermekten başka çare yoktur.” anlamına gelmesin. Zira gönlümden geçen çocuklarımızın mümkün olduğunca uzun süre anneleri, babaları ve diğer akrabalarıyla vakit geçirmesi, onlar tarafından terbiye edilip, eğitim görmesi. Ancak günümüz şartlarında annelerin ve çocukların gitgide yalnızlaştığını, dayanışma ortamının kaybolduğunu, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin zayıfladığını görmezden gelemeyiz. Başka bir seçeneği olmadığı için, çocuğuna yetemediği için yahut kendi ruhsal dengesini korumak ve hayırlı işlerle meşgul olmak istediği için çocuğunu yuvaya veren anneleri anlamaya çalışabilir, kararlarına saygı göstermeyi deneyebiliriz. Annenin de bireysel hedef ve beklentilerinin olabileceği gerçeğini hesaba katarak, bir çocuğun bütün sorumluluğunu tek başına annenin üzerine yüklemenin haksızlık olup olmayacağı üzerinde düşünebiliriz.
yayın : 9 Aralık 11:14

5 Aralık 2013 Perşembe

SAKIN BENİ EV HANIMI SANMAYIN!

Sakın beni ev hanımı sanmayın!

 Sare Şanlı
Erkeklerin birbirlerine ne iş yaptıklarını sormaları son derece doğal bir başlangıçtır tanışma için. Neticede hemen hemen her erkek ya iş güç sahibidir veyahut bir iş arayışı içindedir. Dolayısıyla erkeklerin tanışma muhabbetleri de iş eksenli şekillenir.
Kadınlarda durum biraz daha farklıdır. Ne iş yapıyorsun sorusundan önce, çalışıyor musun sorusunu yöneltir kadınlar birbirlerine. Çünkü çoğu kadının “çalışmama” gibi bir seçeneği vardır.
Bir de karşısındaki kadına hiçbir soru sormadan, aslında onun çalışmadığı daha doğrusu ev hanımı olduğu ön kabulüyle, kendi mesleği pat diye söyleyen kadınlar vardır. Üstelik bunu da çok alakasız ve yersiz bir şekilde belirtirler. Maksatları tanışmak, karşı tarafı tanımak ve bir sohbet başlatmaktan ziyade, kendi mesleklerini ve meşguliyetlerini vurgulayarak bir veya birkaç adım öne geçmektir.
Örneğin, parkta çocuğunuz oynarken siz de bankta oturuyorsunuz ve yanınıza sizin gibi çocuğuna göz kulak olmaya çalışan bir anne oturuyor. Siz çocuklarla ilgili bir cümle söylüyorsunuz yahut bir soru soruyorsunuz. Diğer anne, karşılık olarak verdiği cümleyle kendi iş kadınlığını belirten cümleyi nasıl arka arkaya kullanıyor şaşırıyorsunuz. Sanki çalışmasıyla size bir fayda sağlıyormuşçasına yoğunluğundan dert yanması da cabası! Çalışan annelerin kısacık diyaloglar içinde “çalışıyor olmanın” altını çizerek cümle kurmaları bana bazı soruları sorduruyor:
Acaba bu tür kadınlar neden ille de çalışıyor durumda olduklarını diğer kadınlara belirtmek ihtiyacı hissediyor? Niçin bunu muhatap olduğu diğer kadınların da çalışıyor olabileceği ihtimalini göz ardı ederek yapıyor?
Cevap çok açık: “Siz çocuklu bir kadın olarak, muhtemelen ev hanımısınız ama, sakın beni ev hanımı sanmayın!” demek istiyorlar. Çünkü günümüzde kadınlar ev hanımı olmaktan utanıyor ve kaçıyor. Çalışıyor olmak onları, ev hanımı olmanın değersizliğinden kurtarıyor, sıradan kadınlardan ayırıyor.
Kadınlar ev hanımlığından nasıl utanmasınlar ki? Bu çağda ev hanımlığı kadar küçümsenen, değersizleştirilen bir başka meslek daha var mı?
“Her hangi bir yerde ev kadını diye tanıtılmak, asalak, işe yaramaz, beceriksiz biri, kayda değer, tanımaya değer olmayan biri gibi tanıtılmakla eş değer olmuş çıkmıştır. Bir lokantada garsonluk veya kreşte çocuk bakıcılığı yapan kadın “çalışıyor” diye övülürken; belki kalabalık bir evin yemek pişirme, temizlik, çamaşır gibi işler içinde olmak üzere uzmanlık gerektiren birçok işini üstlenmiş, ayrıca birkaç çocuğun belki hasta ve yaşlıların bakımıyla ilgilenen kadın, işsiz güçsüz sayılarak küçümsenmektedir.”*
Anlamadığım nokta şudur ki; çalışan kadın da yarı zamanlı ev hanımıdır. Tam zamanlı ev hanımından çok daha fazla yorulmakta ve ezilmektedir. Küçümsediği ve kendini farklılaştırmak istediği ev hanımının yaptığı işlerin tamamını(şayet tam gün çalışan bir yardımcısı yoksa) yine kendisi yapmaktadır. Bu durumda, çalışıyor olmasıyla kendini ev hanımından üstün kabul etmesi çarpık materyalist zihniyetin sonucudur. Zira evinde oturup çocuğunu büyüten, yaşlısına veya hastasına bakan, ailesinin huzuru için kaliteli bir ortam oluşturmaya çalışan bir kadının boş bir kadın olduğu algısı istemli ve sistemli olarak oluşturulmaktadır zihinlerde.
Gününü sadece yemek, temizlik ve çocuk bakımı ile geçirip, kalan vaktinde hiçbir faydalı uğraş edinmeyen kadınlar vardır elbette, hatta ne yazık ki çoğunluktadırlar da. Lakin çalışması dışında farklı bir meziyeti olmayan kadınlar da vardır, nitekim bunlar da çoğunluktadırlar. Bu durumda çalışan kadının ev kadınına tek üstünlüğü para kazanması mıdır(kaldı ki o da gerçek bir üstünlük müdür)?
Hem çalışma hayatını hem de ev hayatını tecrübe etmiş bir bayan olarak, kişi kendini geliştirmeyecekse çalışmasının bir şeyi değiştirmediğini, kendini geliştirecekse de ev ve iş yeri arasında pek bir fark olmadığını defalarca gözlemledim. Okumak, öğrenmek, benliğini donatmak, kültürel birikimini artırmak isteyen kadın için çalışıyor ve çalışmıyor olmak arasında çok bir fark olmamalı. Hatta çalışan kadın iş yerine bağımlı kalmak zorunda olduğu için seminerlere/panellere, derslere/kurslara velhasıl kendini geliştirebileceği vasıtalara ulaşma konusunda daha fazla sıkıntı çeker. Bu durumda çalışmayan kadın vaktini iyi değerlendirdiği takdirde çalışan kadına kıyasla daha avantajlı duruma da geçebilir. Ancak bu durumu çalıştığı için ev hanımını küçümseyen, çalışmadığı için kendini değersiz hisseden kadınlara kısa sürede anlatmak zor. (Nitekim değer dediğimiz ölçütün karşılığı emek olarak değil de, yalnızca banknot olarak anlaşılıyor, bu da toplumca yaşadığımız olumsuz gidişatın göstergesidir.)
Ev hanımlığının değersizleştirilme süreci ne denli uzun olduysa, yeniden değer kazanma süreci de(şayet öyle bir süreç içindeysek)mevcut zihniyet içinde hayli uzun olacağa benziyor. Bana düşen konuyu gündemde tutmak…
* Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği/ Cihan Aktaş 
yayın : 2 Aralık 10:32

SAĞLIKLI BİR HAYAT NE KADAR SAĞLIKLI?

Sağlıklı bir hayat ne kadar sağlıklı?

 Sare Şanlı
Suyu cam şişelerden içen, günlük yürüyüşünü aksatmayan, rutin doktor kontrollerini ihmal etmeyen, organik ürünler tüketerek beslenmesine dikkat eden insanların sayısının her geçen gün arttığını gözlemliyorum. Şimdiye kadar alkol ve sigaradan uzak durmak, kızartmaları olabildiğince az tüketmek, yapay gıdalardan kaçınmak ve hareketli bir yaşam tarzını benimsemek sağlıklı olmak için yeterli iken, bugün neyin sağlıklı neyin sağlıksız olduğunu tespit edebilmek hayli zor. Her kanaldan uzman tavsiyeleri yükseliyor, gazeteler sağlık için ayırdıkları sayfa sayısını günbegün artırıyor. Sağlıklı besin listeleri, diyetler, detokslar, sağlıklı bir hayat için altın kurallar hemen hemen herkesin gündeminde. Ne yazık ki, neye inanacağımızı ve hangi yöntemi uygulayacağımızı bilemez olduk.
Sağlıklı yaşamak artık bir yükümlülük. Günümüz insanı sağlıktan başka bir şey düşünmeme sağlıksızlığı içinde. Başka hiçbir şey korkutmuyor onu kanserojen maddeler kadar. Koruyucu madde avcısı, organik ürün takipçisi, kendi çapında bir beslenme uzmanı…  Tüm bunlar büyük zaaflara kapı aralıyor. Organik adı altında yüksek fiyata pazarlanan gıdalar, bio temizlik maddeleri, diyet kitapları ve vitamin/protein takviyeleri devasa bir sektör oluşturuyor.
İnsanların sağlıklı hayat noktasında geldikleri -bana göre- endişe verici durumlarını tam da bu kadar kafaya takmışken, Nazife Şişman’ın Yeni İnsan adlı kapsamlı çalışmasını dönüp dönüp defalarca okudum, notlar aldım. Ciddi ehemmiyeti olan bu çalışmada Şişman, sağlıklı olmanın bireyin sorumluluğundaymış gibi algılanmasına ve sağlığın bir tüketim unsuru haline gelmesine dikkat çekiyor:
“Nasıl ki küresel iktisadi yapının ortaya çıkardığı esnek iş dünyasındaki başarısızlık bireyin yetersizliğine bağlanıyorsa, sağlık alanındaki başarısızlık da tamamen bireyin yetersizliğine bağlanır hale gelmiştir. Yani sağlıklı olmak bireyin sorumluluğunda olan bir şeydir. Diyetinde dikkatli olmalı, sağlıklı beslenmeli, spor yapmalı, kontrolleri zamanında yaptırmalı, erken teşhis imkânını gözden kaçırmamalı, verilen tedavileri harfiyen uygulamalı vs. Bunlar yapıldığında sağlıklı olmak adeta garanti altındadır.
Yaygın olan bu kabulde, bireyin yaşadığı ekonomik ve sosyal çevre hatta ekolojik çevre sanki sağlığı belirleyen bağlamın dışında telakki edilir. Oysa mesela Çernobil kazası sonrası radyasyon sonucu kanser olanlar için hangi bireysel ihmalden bahsedilebilir? Yada Somali’de protein yetersizliğinden pek çok hastalıkla pençeleşen ve erken yaşlarda hayata veda edenler, yanlış bir hayat tarzı seçtikleri için mi bu akıbete duçar olmuşlardır? Küresel ısınmada payı olan gelişmiş ülkelerin sömürge geçmişleri  nedeniyle bozulan iktisadi ve siyasi yapının, dünya çapındaki adaletsiz paylaşımın rolünü sorgulamalı değil miyiz? Esasında bu radikal soruların üzerini örtmek ve sağlığı bir tüketim unsuru olarak kullanmak üzere bireyselleştirilmektedir sağlık.”
Mevcut zihniyet sınırları içinde hastalanmak adeta bir suç. Grip olduysanız, aşılanmadığınız, yeterli C vitamini almadığınız, kendinize dikkat etmediğiniz, spor yapmadığınız için olmuşsunuzdur. Tam da bu noktada “hastalık ve sağlık Allah’tandır” diyen teslimiyetçi ve kaderci zihniyet yerini hızla “hastalık da sağlık da bireyin kendi elindedir” diyen kontrolcü bir zihniyete bırakıyor. Bunun için diken üstünde yaşıyoruz. Her şeyi doğru yapma telaşımız, hatasız yaşama uğraşımız neden bazen hüsranla sonuçlanıyor peki? İlle de hatayı bir yerlerde mi aramalı?
Her an sağlığını yitirebilme, hastalanma korkusunun ardında, çok daha büyük bir korkumuz var: kalitesiz bir yaşamın içine düşme korkusu! Parametre kapitalizm olunca sağlıksız bir hayatın, kişiyi sağlıklı insanların sahip olduğu standartların gerisinde bırakacağı düşünüldüğünden mevcut korku bu denli bariz ve tutsak edici boyutta yaşanıyor.
Sağlıklı beslenmeye ve sağlıklı yaşamaya karşı olduğum düşünülmesin. Son yıllarda artan hazır gıda tüketimimiz, sağlığımızı ve nesillerin sağlığını etkileyen tehlikeli maddeler, etrafımızı çevreleyen radyasyon, nükleer kirlilik vs her insan gibi beni de düşündürüyor. Ancak zihnimi meşgul eden farklı sorular var:
Sağlıklı ve uzun bir hayatta neler yapacağımız noktasında bir fikrimiz var mı? Sağlık varsa her şey tamam mı? Önce sağlık mı?
“Hastalıklar bazen bize lütfedilen dertlerdir. Eyyub aleyhisselam, hastalığa sabrı sonucunda ulaşmamış mıdır derece-i alaya? Günümüzde yaşamın her alanı tıbbileştirildiği ve sağlıklı olmak bir fetiş gibi peşinden koşulan bireysel bir çaba haline geldiği için hem yaşama hem de sağlığa emanet perspektifinin dışında tamamen seküler gözle bakılıyor.
Böyle olunca da sağlıksız hayat “kaliteli” olmadığı için anlamsız bulunuyor. Hâlbuki hayatın bize emanet edilmesi, fıtratı bozmamak ve beden emanetini ruhu yüceltme maksadıyla korumak demektir. Dolayısıyla görünüşte “sağlıklı ve kaliteli” olmayan bir hayat insan olmanın anlamını idrak etme bakımından çok da isabetli ve yüksek bir noktada olabilir.”
Parametrelerimizi değiştirerek bakmalıyız dünyaya. Vahiy ekseni ile düşünmekten ve yaşamaktan uzaklaşmadan… “Her şey elimizdeymiş gibi çalışırız ama kaderin elimize hiçbir şey koymayabileceğine de iman ederiz. Bu bize üzerimize düşen her gayreti yapma ile sonuçlara kahrolmama arasında bir itidal getirir.”*
Not: Alıntılar Nazife Şişman’ın Yeni İnsan isimli kitabının, Sağlıklı ve Kaliteli Yaşam: Yeni Kimlik Stratejisi(syf 127-134) başlıklı bölümüne aittir.
* Doğal Aile/Nureddin Yıldız/syf 95
yayın : 25 Kasım 14:52

20 Kasım 2013 Çarşamba

KOŞTURMACA NEREYE?

Koşturmaca nereye?

 Sare Şanlı
Market raflarında üç dakikada şipşak pişen makarnayı gördüğümde şaşırmıştım. Zaten makarna şipşak pişirilen bir gıda değil miydi? Yani kısa sürede(8-10dk) pişmiyor muydu? Üç beş dakika daha hızlı pişirmek ne işimize yarayabilir? Biliyorum, karnımız çok açsa daha az beklemeye, yemek yapmaya harcadığımız vakitten tasarruf etmeye… Aslında hayatımızdaki tüm diğer hızlandırılmış durum ve ürünler gibi bize zaman kazandırıyor. Hızlı ulaşım sayesinde yolda geçirdiğimiz vaktin azalıyor, hızlı internet ile film/müzik/dosya indirmek için daha az bekliyoruz, hızlı makineler sayesinde çamaşır ve bulaşık daha kısa sürede temizleniyor. Buraya kadar tamam, kafama takılan kısım bunlardan arta kalan vakitte neler yaptığımız/yapacağımız.
Her işi, her şeyi kısaltma, kestirmeden halletme, hızlıca halledip bitirme telaşımız sonunda yoğun tempolu hayatlarımızı yavaşlatabiliyor muyuz? Peşinden koştuğumuz hız bize daha fazla zaman bırakıyor mu?
Nasılsın diye sorduğum insanlar” ne yapalım, koşturuyoruz işte” dediklerinde nereye koşturduklarını da sormak istiyorum, bir de koşturmacaların hayırlı bir istikamette olup olmadığını. Bunca kolaylığın, hızın, pratik araç gereçlerin ve hatta gıdaların olduğu bir zaman diliminde “vaktim yok” diyenlerin vakitlerini nasıl harcadıklarını bilmek istiyorum. Televizyon ve bilgisayar ekranı karşısında geçirilen zamanın ne kadarının ciddi programlar/uğraşlar için ayrıldığını, mesai dışında harcanan sürenin ne tür meşgalelerle doldurulduğunu merak ediyorum.
Daha fazla boş vaktim kalsın diye en hızlısından ev gereçleri alan kadınların mutfakta ve ev işleriyle geçen vakitleri azaldığında bu hanımlar kendini başka koşturmacaların içine atıyor ne yazık ki. Bir koşturmacadan kaçıp, bambaşka koşturmacalara doğru, spor salonlarına, kuaförlere, alışverişe gidiyorlar. İşten eve gelirken trafikte hızla seyreden erkekler eve ulaştıklarında mavi ekrana bakmaktan yada kafalarını gazetenin spor sayfaları arasına gizleyip uzanmaktan farklı ne yapabiliyorlar?
Hızlı, hızlı daha hızlı olunca ne oluyor? Daha sabırsız, daha tahammülsüz olmuyor muyuz?
“İçinde bulunduğumuz çağ, şimdiyi yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor. Aynı anda o kadar çok şey yapıyoruz ki insani ilişkilerimiz gün içinde hallediliveren işlerden sadece biri haline geliyor… Zamandan yana sıkışıklık, modern insanın kendisine kurduğu büyük tuzaklardan birisi. Zaman hastalığı daha derin, varoluşsal hastalığın bir habercisi. Tükenmişliğin son demlerindeki insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da hızlanıyorlar. Fakat hız bizi uyuşturuyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla hiçbir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Hızlandıkça zaman kazanmıyor, sadece parçalanıyoruz.” *
Yarın için koştururken, bugünü ihmal ediyoruz. Hızlı hayat sosyal ilişkilerimizi yavaşlatmakla kalmıyor, tamamen ortadan kaldırıyor! Daha da önemlisi, bu kadar hız bir gün öleceğimizi unutturuyor bize. Sürekli koşturarak yapay amaçlar üretip ölümü hayatımızdan çıkarıyoruz.
Yüz kırk karakterlik twitler dururken, sayfalar dolusu kitap okumak hız çağına ters düşüyor. Okumuyoruz, araştırmıyor ve kafa yormuyoruz, her şeyin özetine ulaşmak istiyoruz.
Sürekli ve hızla akan hayatlarımızı yaşarken, durup düşünmek, içimize dönmek, nefis muhasebesi yapmak imkansız hale geliyor. Bunca hız, kendimizden, özümüzden, düşünmekten kaçmak için sanki.
Peygamberimizin, mescide hızla/koştura koştura gitmeyi yasaklaması üzerinde hiç düşündük mü? “Namaza geldiğiniz zaman ona koşarak gelmeyin, üzerinizde bir sekinet olduğu halde namaza gelin.  Ondan yetiştirdiğiz kadarını kılın, kaçırdığınızı da tamamlayın.”diyen peygamber bize neyi anlatmaya çalışıyor?
Niçin Kur’an ağır ağır okununca anlaşılıyor?
İbadetler bize yol gösterir, hayat rotamızı belirler, nerede duracağımızı, yavaşlayacağımızı ve nerede hızlanacağımızı bulmada rehberlik eder. Hızlı yaşayıp “hayat hazımsızlığı” çekmemek için ölümü düşünerek yavaşlamaktan başka çare var mı?
*Yavaşla! /Kemal sayar /Timaş yayınları

14 Kasım 2013 Perşembe

AİLEYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Aileyi yeniden düşünmek

 Sare Şanlı
Siz de “bir yuva/aile kurmak istiyorum” diyen genç kız ve genç erkeklere eskiye oranla daha mı az rastlıyorsunuz çevrenizde? Bireysel istek ve hedeflerini uzunca bir süre ‘tek başlarına’ gerçekleştirme istekleri, evlenerek bir başka kişinin/kişilerin sorumluluğunu almaktan korkmaları, “biz” için değil “ben” için yaşamanın kolaylığı gençleri “aile kurma” arzusundan uzaklaştırıyor yahut bu süreci mümkün mertebe ertelemelerine neden oluyor.
Aileyi oluşturmanın yolu evlilikten geçer fakat her evlilikle aile oluşturulur mu? Kadınlar anneliğe, erkekler de babalığa eskiden olduğu kadar talep göstermiyor. Birkaç on yıl öncesine kadar evliliğin temel amacı olarak algılanan “dünyaya çocuk getirme” hususu şimdilerde evlilikten en az iki yıl sonrasına erteleniyor.
Çocuk/çocukların varlığı aileyi oluşturmaya yetiyor mu? Evin tüm bireylerinin geç saatlere kadar dışarıda vakit geçirdiği, evlerin otel gibi kullanıldığı mevcut süreç içinde, bireylerin ev içinde de birlikte olmadıklarını gözlemliyoruz. Her bir bireyin ayrı odada olmasıyla, aynı odada birlikte olması arasında pek bir fark yok. Zira fiziksel anlamda aynı mekanı paylaşan bireylerin, ruhen yada zihnen birlikte olamamaları, paylaşımda bulunamamaları bugünkü aile anlayışıyla olması gereken aile arasındaki farkı gösteriyor bize.
Ailece yapılan ziyaretlerin, akraba buluşmalarının, pikniklerin mümkün mertebe azaltılmış olması, tüm bunların birer yük olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Birey olarak dışarıda “takılmak” özgürlüğü, keyifli anları sembolize ederken, ailece gerçekleştirilen eylemler çoğunlukla sıkıcı, bunaltıcı ve bu zamana pek uymayan bir çağrışımda bulunuyor.
Tüm bu negatif gelişmeler ailenin artık yok olmak üzere olduğunu mu gösteriyor? Aldoux Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına doğru adım adım yaklaşıyor muyuz yoksa? İşte bu bir felaket olur, belki de dünyanın sonu… Çünkü “İslami geleneğe göre aile olmadan toplum, toplum olmadan da aile olmaz.”[1]
“Modern sosyal bilimler toplumu meydana getiren en küçük unsurun birey olduğunu kabul eder. Oysa İslam insanın içinde var olup sosyalleştiği bir cemaat olarak bunun aile olduğunu söylemektedir.”
“Hz. Adem ve Hz. Havva dünyaya bir aile formu içinde gönderilmiştir. Bir kadın ve bir erkek olarak Hz. Adem ve Hz. Havva’nın sonradan deneme yoluyla icat ettikleri bir beraberlik biçimi değildir.”[2] Yani ilk insandan bu yana insan kendini aile içinde konumlandırmış ve tanımlamıştır.
Ailenin yara alması, işlevini kaybeder hale gelmesi ciddi bir sorun. İnsanların aile oluşturmaya gönülsüzlüğü, oluşturduğu aile içinde de kendi hayatını yaşama ve bireyselliğini bencil tavırlarla koruma arzusu aslında tedavisi zor bir yalnızlığın içine sürüklenmelerine sebebiyet veriyor.
Çünkü ilk roller aile içinde kazanılmaya başlanıyor. Sevinçler kadar üzüntüler de aile ortamı içinde paylaşılıyor. İnsan ilişkileri, aile bireylerinin ‘ilk’ okulu olan ailede öğrenilip, pratiğe dökülüyor. Tahammül ve fedakârlığın merkezi olan aile, bireyin kendini güvende hissedebildiği yegâne kurum.
Son yıllarda ailenin siyasette acilen gündeme alınması ümit veren bir gelişme. Aile ve Kadından sorumlu bakanlığın çalışmaları, SEKAM gibi organizasyonların gayretleri, televizyon ekranlarına kadar taşınan “aileyi koruma” temalı dizi ve filmler, modern çağın aileyi ortadan kaldırmayı hedef alan çok daha yoğun çalışmaları karşısında umarız ki başarılı olsun.
Bu noktada, halkımızın televizyon izlemeye olan meyli ve televizyon yapımlarından ciddi anlamda etkilenmesi göz önüne alınarak, “aileye dönüş ve sağlıklı aileler oluşturma” noktasında medyayı kullanarak halkı eğitmek, yönlendirmek önemsenmeli. (Dizi ve filmlerde olumlu örnek aile modelleri vermek gibi)
Bireylerin boş zamanını aileleriyle geçirmeye çabalaması, aileyi canlandırmaya katkıda bulunabilir. Nureddin Yıldız hocanın da tabiriyle “biz evcil bir ümmetiz”. Evlerde ailece yapılabilecek aktiviteler noktasında biraz kafa yormalı, evdeki ekranlar en azından akşam belli saatlerde kapatılmalı ki iletişim sağlanabilsin. Mümkünse akşam yemekleri ailece yenilmeli. Akraba ve dost ziyaretleri artırılmalı.
Kadının anneliğinin ve ev kadınlığının altını çizilirken, erkeğin babalığı ve ev erkekliği unutulmamalı. Yani hem kadın hem erkek eve dönmeli. Mevcut mesai saatleri bireylerin ailelerine de vakit ayırabileceği şekilde düzenlenmeli.
Evlenecek olan gençleri maddi sıkıntılar ve zorlayıcı geleneklerle korkutmak ve evlilikten uzaklaştırmak yerine, ruhen ve zihnen aile olma sürecine hazırlamak, kendi aralarındaki ilişkilerin sağlıklı olmasını sağlamak maksadıyla, evlilik öncesi kurslar ve eğitim seminerleri önemsenmeli, hatta zorunlu hale getirilmeli.
Bireyin dine bakış açısı ve dini yaşayış biçimi ile aileye olan yaklaşımı bağımsız ele alınamaz. Bu nedenle bireylerde dini duyarlılık ve sorumluluk arttıkça, aile de yeniden hayat bulacak ve asli görevini devam ettirecektir.
[1]Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği/Cihan Aktaş syf 270
[2]Sabra Davet Eden Hakikat/Abdurrahman Arslan syf 285-286
yayın : 11 Kasım 10:35