30 Ocak 2013 Çarşamba

ÇOCUK EĞİTİMİNDE 0-4 YAŞ ARASI ÖNEMLİ

Çocuk eğitiminde 0-4 yaş arası önemli
Çocuk eğitiminde 0-4 yaş arası önemli
Adem Güneş

Adem Güneş, Türk insanının kendi değerleriyle barışık bir çocuk terbiyesi yöntemi geliştirmesini “Anadolu pedagojisi” olarak adlandırıyor..
www.dunyabizim.com


Çocuk gelişimi ve eğitimiyle ilgili kitapları okumaya ve araştırmalar yapmaya oğlum daha dünyaya gelmeden önce başladım. İyi ki de öyle yapmışım, çocuk eğitimi kulaktan dolma bilgilerle tamamlanacak bir süreç değildir zira.
Çocuğumu kimselere emanet etmeden bizzat kendim büyütmek istediğim için iş hayatıma ara verme kararı almıştım. Yazık ki başta kadınlar olmak üzere birçok insan, meslek sahibi ve okumuş bir kadının çocuk için kariyerini bırakmasını pek tuhaf buldu. Anneanneye veya başka birine bırakılamaz mıydı sanki?
Ben aldığım karardan memnun da olsam, bu kararın doğruluğuna inanıp içselleştirsem de, bu tür yorumlardan rahatsız oluyordum ister istemez. Yabancı (gayrimüslim) yazarların çocuk ve annelik üzerine yazdıkları kitapların büyük çoğunluğu da çalışan anneler ve kreşlere yahut bakıcılara bırakılan bebeklerden yanaydı. Anneliği işten arta kalan zamana sıkıştıran bu kitaplar istediğim şeyi vermiyordu maalesef.
Çok şükür anneliği kutlu bir vazife sayan, aileyi ve çocuğu önemseyen bir pedagogla tanışmam uzun sürmedi. Avrupa’daki çocuk terbiye modellerini bizzat yerlerinde gözlemleyen, pedagojide kültürler arası farklılıkların önemini ısrarla vurgulayan, “Anadolu pedagojisini” yani bizim topraklarımızda mevcut olan çocuk terbiyesini esas alan Adem Güneş’in kitaplarında aradığım birçok şeyi buldum.Adem Güneş
Adem Güneş, Türk insanının kendi değerleriyle barışık bir çocuk terbiyesi yöntemi geliştirmesini “Anadolu pedagojisi” olarak adlandırıyor. Dolayısıyla kitaplarındaki anneler Anadolu annesi ve çocuklar da Anadolu çocukları.
Çocuk eğitiminde 0-4 yaş arası önemli
Yazarın Annelik Sanatı adlı kitabında anneliği bir sanat olarak nitelemesi bile annelere yaptıkları işin hiç de basit bir iş olmadığını baştan söylüyor. Annelik öylesine önemli bir toplumsal roldür ki, bir annenin anneliğini yerine getirebilmesi için etrafındaki insanların ona gereken şartları ve ortamı elbirliğiyle sunmaları gerekir. Annenin sırtındaki diğer yükler ne kadar hafifletilirse, anne çocuğu için o ölçüde verimli olabilir ve ona gereken terbiyeyi verebilir.
Anneyi bebeğinden ayırıp zorla çalışma hayatına iten diğer pedagogların aksine Güneş, bir annenin ilk dört yılda bebeğini terk etmemesi gerektiğini, aksi takdirde bunun çocuk üzerinde büyük sıkıntılara yol açabileceğini ısrarla söylüyor. Çocuklar anneye en çok 0-4 yaş arası dönemde ihtiyaç duyarlar ve bu dönem ne kadar ilgiyle ve şefkatle geçirilirse anne-çocuk arasındaki bağ sağlam ve çocuğun kendine güveni de tam olur.
Adem Güneş, annelere çocuklarından önce kendilerini tanıtarak çok farklı ve faydalı bir yaklaşım izliyor bana kalırsa. Zaten anne kendini tanımadan, kendini eğitmeden çocuk gibi hassas bir varlığı nasıl tanır ve eğitir ki?
Adem GüneşDoğru bildiğimiz ne çok yanlış varmış
Adem Güneş’in Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar kitabını okuduktan sonra ise, çocuk terbiyesi ile ilgili bir çok şeyi yanlış bildiğimizi anladım. Örneğin çocuğa baba kızdığında annenin de babaya arka çıkması ve çocuğu hatasıyla baş başa bırakması gerektiğini düşünürdük hep. Yanılmışız! Şayet anne de çocuğu iter, o da sahip çıkmazsa, çocuk daha çok çaresiz kalıp nereye gideceğini bilemezmiş. Doğru davranış ise, çocuğa şefkat gösterip, itmeden ve kırmadan ona kendisinin hatalı olduğunu göstermek.
Bu sadece bir örnek, bunun gibi daha nice doğru bildiğimizi sandığımız yanlışlar var kitapta. Cinsel eğitim yerine mahremiyet eğitiminin verilmesi belki en çarpıcı örneklerden biri. Çocuğa kendine güvenmeyi öğretmek değil de Allah’a güvenmeyi öğretmek, Batının bireyci ve ben-merkezli düşünce biçimine ters, Müslümanın düşünce yapısıyla ise birebir örtüşen bir metot. Allah’la korkutmak ise yapılan en yaygın yanlışlardan maalesef. Oysa çocuk Allah sevgisiyle büyütülmeli, merhametli bir Allah tanımalı.
Adem Güneş, aslında çocuğun fıtratını bozmadan, onun özel yaratıldığını hatırlayarak eğitmenin yöntemlerini sunuyor. Çocuğu baskılamak ve zorlamak yerine onun ihtiyaçlarını hissetmek ve anlamaktan geçiyor Anadolu pedagojisine göre eğitim. Alabildiğine ben-merkezci ve etken bir çocuk yerine, edilgen ve kolektif olmayı becerebilen çocuklar yetişmesine katkıda bulunmak istiyor.
Adem Güneş’in çocuk terbiyesiyle ilgili yayınlanmış başka kitapları da var. Keza Adem Güneş’in, ebeveynlerin kafalarındaki her tür soruyu sorabilecekleri ve cevap bulabilecekleri son derece kapsamlı bir web sitesi de mevcut.
Çocuğunu Batılı terbiye modellerine göre değil, Anadolu topraklarının Müslümanca yöntemlerine göre yetiştirmek isteyen tüm anne babaların okuması gerektiğini düşünüyorum bu kitapları.

Sare Şanlı yazdı

2 ERKEK 1 KADIN

2 ERKEK 1 KADIN

 Birkaç istisna dışında yerli ve yabancı tüm diziler içinde ana teması aşk olmayan dizi yok gibi. Aşk denilince öyle masum, yıllarca süren samimi aşklar olsa başımız üstüne. Gelip geçen tutkular, kısa süreli, çarpık ve ahlak dışı ilişkiler yumağı sunuluyor izleyiciye. Birbirine deli gibi aşık olan, kavuşmak için nice zorluklara göğüs geren çift birkaç bölüm sonra birbirlerini aldatabiliyor. Hem de en yakın arkadaşlarla, en yakın akrabalarla. Genç kız, kalbi bir kardeşten diğerine kayarken, aşkın arkasına sığınıyor, ondan kuvvet alıyor. Sözde kutsanan aşk gibi görünse de daha derinlere bakıldığında, aşk ilişkilerin ahlaksızlığını meşrulaştırmak için kullanılıyor.



Dikkatimi çeken çok önemli bir nokta var son zamanlardaki yapımlarda. Yıllardır birden fazla kadınla aynı anda aşk yaşayan erkeklerin intikamı alınırcasına, artık iki veya daha fazla erkek arasında kalmış çaresiz ve kararsız kadınlar tasvir ediliyor. Erkeklerin ahlaksızlaştırılmasında hayli yol kat edilmiş olmalı ki, sıra kadınlara geldi.

Yerli yabancı birçok dizide kadın karakterler de canı kimi isterse onunla olabiliyor, kalbine birden fazla erkeğin sevgisini sığdırabiliyor. Hangisinin kendisi için daha uygun olduğunu anlamak için birden fazla erkeği aynı anda idare edebiliyor. Birinden sıkıldığında gönül rahatlığıyla diğerine koşabiliyor. Ayrıldığı erkeğin, babasıyla, oğluyla, yeğeniyle, kardeşiyle birlikte olmakta hiçbir mahsur görmüyor. Bu durum öyle ustalıkla anlatılıyor ki, izleyici böyle ilişkileri ahlak dışı bulmak şöyle dursun, bu çaresiz kadına acıyor, hak veriyor hatta onun adına üzülüyor.

Eskiden bakımsız ve yaşlanmış karısını kolayca aldatan erkekler nasıl haklı gösteriliyorsa şimdi de ilgisiz kocasını aldatan kadınların masumiyeti tasvir ediliyor. Karısını ilgisiz bırakma hatasına düşen kalpsiz erkek aldatılmayı dünden hak etmiştir bile!
Evlilik hiçbir zaman dizilerde kutsal bir kurum olarak tasvir edilmedi. Yıllarca süren, sadakat timsali mutlu evlilikler göremedik, hala da göremiyoruz. Daha çok sorunlu evlilikler izlediğimiz gibi, çok az ilişki evlilikle sonuçlanıyor. “Evlilik aşkı öldürür veya evli olmak aşık olmaya engel değildir” mesajları veriliyor gayet açık ve net şekilde.

Gençler evliliğe hiç yaklaşmasın, zaten evli olanlar da ondan kurtulmaya baksın! Yani ey genç kızlar, kiminle isterseniz onunla olabilirsiniz, üstelik evlenmek zorunda da değilsiniz. Ey evli kadınlar, siz de evli kalmak zorunda değilsiniz, eşinizden sıkıldıysanız, artık sevmediğinizi düşünüyorsanız, neden bir başkasıyla olmayasınız? Kutsal olan aşkı yaşamayasınız?

Zaten dizilerin asıl amacı aşkın başlangıcını yani aşka giden yolu vermektir, yolunda olan aşkı değil. İşin en heyecanlı kısmı da bu değil midir? Olacak mı olmayacak mı, kavuşacaklar mı kavuşamayacaklar mı? Ne kadar imkansız, ne kadar ahlaksız? O kadar heyecanlı ve o kadar etkileyici…
sareyildiz@gmail.com
Sare Yıldız Şanlı



Sare ŞANLI
k

28 Ocak 2013 Pazartesi

BOŞLUĞU DOLDURMAK


Boşluğu doldurmak




Günümüz insanının geçmiş çağlarda yaşamış insanlardan daha bilgili olması gerektiğini düşünürüz öyle değil mi? İnternet elimizin altında, her odamızda televizyon var, cep telefonumuz küçücük ama sunduğu dünya hayli büyük. Yani bilgiye geçmişle kıyaslanamayacak derecede kolay ve hızlı ulaşıyoruz.
Kitle iletişim araçlarıyla oluşan sözde enformasyon toplumu, belki de önceki yüzyılların tüm toplumlarından daha zayıf bir belleğe ve daha az tarih bilgisine sahiptir. Bunun nedeni bizi işittiklerimizi, gördüklerimizi, okuduklarımızı seçme olanağından yoksun bırakan bir haber bombardımanıyla karşı karşıya kalmamızdır. Günlük hayatımızda o kadar çok haber var ki, adeta arka planda bir gürültü gibiler. (1)
Günlük ve uçup giden bilgi kırıntıları arasında gerçek bilgiye ulaşma noktasında sıkıntı yaşıyoruz. Her şeyden haberdar olan ama hiçbir şeyi özümseyerek öğrenememiş insancıklara dönüşüyoruz. Duyduğumuz, okuduğumuz onca şeyden nasıl fayda sağlayacağımızın bilincinde değiliz, galiba böyle bir niyetimiz de yok.
Her gün kitle iletişim araçlarına özellikle TV ve internete fazla zaman ayıran bireyler farkına varmadan binlerce, milyonlarca mesajın iletinin enformasyonun bombardımanına uğramaktadır. Belli bir kapasiteye sahip hafızanın bu saldırı karşısında göstereceği tek savunma bireyin günlük yaşantısında kendisi için gerekli olan bilgileri silme eğilimidir. Bu etkiye maruz kalan birey bir süre sonra farkına varmadan kendisi için gerçekte hiçbir faydası olmayacak yığınla şey öğrenir. (2)
Eskiden tek bir gazeteye abone olurken, yalnız o gazetenin haber ve yazarlarını okurken, bugün internet sayesinde onlarca gazeteyi ve köşe yazarını okuyabiliyoruz. Hemen hemen hepsi birbirinin aynı haberleri gün içinde defalarca okuyor ve dinliyoruz. Günün sonunda zihnimizde bilginin tortusu kalırken, haftanın sonunda onu da kaybediyoruz.
Faydasız onca bilgiyi öğrenirken, geçmişe dönük düşünme ve muhakeme yeteneğimizi de kaybediyoruz. Yalnız haber siteleri değil bugün Twitter ve Facebook gibi ağların yaptığı da bu değil mi? Hızla akıp giden iletiler… Bu ağlarda paylaşılan iletilerin kaçını gerekli ve faydalı olarak tanımlayabiliriz? Takip edilmesi mümkün olmayan, hızla akıp giden iletileri özümseme, ayıklama ve içselleştirme şansımız var mı?
Hayır! Zaten unutmak üzere izleriz, okuruz, yazarız ve paylaşırız. Hafızalarda da yer yoktur zaten. Bu yüzden iletiler yalnızca bir boşluğu geçici olarak doldurur. Böylelikle zihin, göz ve kulak daima bir şeylerle meşgul olduğunu düşünür. Faydasız bilgi yığınları arasında oyalanmakla kendisi için gerekli ve faydalı olanı bulamaz.
Sonuç olarak sürekli bir şeylerle meşgul olduğumuzu düşündüğümüzden hiçbir şeyi sorgulama ihtiyacı hissetmeyiz. Sorgulamak için modern çağın her türlü etkilerinden sıyrılmış arı, duru temiz bir kalp ve zihinle boşluğa yani zamana ihtiyaç vardır ama o boşluk mütemadiyen doldurulur. Çağdaş sistemlerin istediği de budur zaten. İnsan neden sorusunu sormasın, kim olduğunu ve hayatın anlamını sorgulamasın diye bireyin duygu ve düşüncelerini yönlendirmek için iletişim araçlarını ustalıkla kullanırlar. İnsanları tek tip hale getirip, farklılıkları ortadan kaldırırlar.
Böylece aynı şeylere ihtiyaç duyan, aynı şeyleri düşünen ve aynı alışkanlıklara sahip bireyler haline geliriz. Bedeni ve zihni her daim meşgul, hayatında boşluğa hiç yer bırakılmayan bireyler… Düşünmeyi ve muhakeme etmeyi unuttuğumuzdan, yalnızca “kendimize sunulanı” iştahla tüketmeye alışırız. Sınırsız bilgiye ulaştığımız için kendimizi özgür zannetsek de, ekonomik anlamda tüketim köleleri haline geldiğimiz gibi artık zihinsel tüketim kültürünün de kölesi oluruz.
(1)     Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence
(2)     Nurdoğan Rigel, İleti Tasarımında Haber
Son Güncelleme Bugün | 12:18

22 Ocak 2013 Salı

BEYAZ ADAMIN ÜSTÜNLÜĞÜ


Beyaz Adamın Üstünlüğü



Şu meşhur emperyalizm şiirini bilirsiniz,
Beyaz adamın yükünü omuzla
Yetiştirdiklerinin en iyilerini yolla
Sürgün kaderin olsun oğulların için
Senin tutsaklarına hizmet için;
Ağır işlerin başında bekle
Telaşlı ve vahşi halklar üzerinde
Yeni ele geçirdiği ve suratı asık
Yarı şeytan yarı çocuk.
O dönemde fiili sömürgeciliği meşrulaştırmak için, fedakâr (!) beyaz adamın yüklendiği ağır yük ve onun uğraşmak zorunda kaldığı yarı şeytan yarı çocuk halklar böyle tasvir edilmişti. Şiirin müellifi Rudyard Kipling bu fikirlerinden ötürü Nobel ödülüne layık görülmüştü.
Fiili sömürgeciliğin bittiğini söylemek mümkün mü?  Beyaz adam hala canının istediği coğrafyada çatışma çıkarıp, milyonlarca insanı köleleştirmeye, yeryüzünün kaynaklarını sömürmeye aynı iştahla devam ediyor.  Bu sömürgeciliğin altında yatan neden hiç tartışmasız beyaz adamın yüzyıllardır sürdürdüğü ırkçılıktır.  Irkçılık yalnızca form değişmiştir, bir tür kültürel ırkçılığa dönüşmüştür. Bu kültürel ırkçılıkta beyaz adamın diğer ırklara üstünlüğünden ziyade “Avrupa ve Amerika kültürlerinin” tüm diğer kültürlere olan üstünlüğü vurgulanmaya çalışılmaktadır.

Amerika ve Avrupa yapımlarından “biz üstünüz, biz en doğruyuz” kokusunu almaya alışmadık mı sizce de? Bu kafa yapısına ait belgesellerde bir şey sizin de dikkatinizi çekmiştir muhakkak. Amerika’nın ve Avrupa’nın dışında bir yerlerde yaşayan insanların hayatları belgesel konusu yapılırken, bu farklı insanlar alabildiğine ötekileştirilerek verilir. Garip adetler, ilkel uygulamalar, çağa uymayan yaşam biçimi ve giyim kuşam hep aşağılama duygusu uyandıracak şekilde sunulur. Bu egzotik ve mistik ülkelerin insanları çağdaş insandan ne kadar da uzaktır! Sanki toplumca geri kalmışlıklarının sebebi ırklarının yeterince gelişmemiş olmasından kaynaklanır.

Diziler ve filmlerde de durum farklı değildir. Dünyanın geri kalanına uzaylı muamelesi yapılır adeta. Buna karşın en üstün en ileri hayat ancak Amerika ve Avrupa’da yaşanandır. Beyaz adamın yaptığı her şey iyidir. Onun konuştuğu dil, onun yaşadığı yer, giyim kuşamı, yaşam biçimi, beslenme alışkanlıkları, zevkleri, tarzları… Diğerlerinin konuştuğu dil garip, yaşantı garip, hatta tenlerinin rengi, saçlarının biçimi garip! Zaten az rastlanan siyah, Uzakdoğulu yada Ortadoğulu kahraman kolay kolay iyi tasvir edilmez. Beyaz kahraman dünyanın bir başka yerine gittiyse bu talihsiz anlar ustalıkla “beyaz adamın vatanının cennet olduğunu” doğrulamak için verilir.

Basketbol maçlarında kazanmamış olsalar dahi Amerikalı oyuncuların aile hayatlarını, evlerini, bahçelerini, köpeklerini de seyrederiz.  Şampiyon bir Çinlinin yahut İranlının adını dahi duymak nasip olmaz. Irak’ta savaşan Amerikalı askerlerin fedakârlığını ve sempatikliğini gösteren kareleri unutabilir misiniz?

Dünyanın geri kalanıyla ilgili sunulan haberlerde olumlu bir bakış açısına rastlamak ne kadar da zordur. Hep sorunlar taşınır beyaz cama. Suçlar, ölümler, geri kalmışlığın göstergesi olan eksiklikler, isyanlar, savaşlar… Oysa beyaz dünya hep göz alıcıdır, herkesin yaşamak isteyeceği gibi… Olimpiyatlar, konserler, konferanslar, modern yapılar, adalet, özgürlük, hoşgörü, insanca yaşam hep beyaz dünyadadır.

Kısacası beyaz adamın iyi adam ve Batı kültürünün en ideal kültür olduğunu görmek için kumandanın herhangi bir düğmesine basmak yeterlidir. Mesut Karaşahan’ın da belirttiği gibi bu Avrupa ve Amerika kaynaklı ırkçılık; sömürgeciliğin, emperyalizmin, soykırım hareketlerinin, kapitalizmin, liberal ekonomik modellerin ve nihayet aşırı tüketim, israf ve konfora dayalı modern Batılı hayat tarzının ideolojisidir.
Beyaz adamın siyasi ve ekonomik tahakkümünden kurtulmak ne kadar zorsa, kültürel tahakkümünden kurtulmak da bir o kadar meşakkatli olacak.  Acaba insanlık kendi kültürel ve ahlaki değerlerine tutunarak bu tahakkümün etkisinden biraz olsun kurtulabilir mi? Ve insanlık gerçek dünyanın hiç de yansıtıldığı gibi olmadığını tüm dünyaya gösterebilecek yürekli aydınlar, düşünürler, sanatçılar, yapımcılar ve yönetmenler yetiştirebilir mi?
 

15 Ocak 2013 Salı

TASARRUF AHLAKI


Tasarruf Ahlakı


etiketler: sare şanlı tasarruf
Modern çağ, hızlı ve bol miktarda üretimin yapıldığı bir çağ. Çeşit çeşit ürüne birbirinden ucuz fiyatlar karşılığında ulaşabiliyor insan. Bir şeyin bolca bulunması, yada maddi değerinin az olması, onun sınırsızca harcanabileceği gibi bir yanılgıyı beraberinde getiriyor. Kimi zaman modası geçtiği için, kimi zaman tamir edip uğraşmaya değmeyeceği için atılıyor birçok eşya. Nice ürün daha kapağı açılmadan son kullanım tarihi geçtiği için çöpe dönüşüyor.

Zaten ne kadar fazla tükettiğimizi ve ne kadar az tasarruf içinde yaşadığımızı evlerimizden çıkan çöp yığınları ispat etmiyor mu?
 
Oysa köyler biraz olsun farklıdır. Mütemadiyen tüketen modern şehirli insanın aksine köylünün tüketirken iki kere düşünmesi ve yalnız ihtiyacı miktarınca tüketmesi manidardır. Bahçeden yemenin bereketini yaşar köylüler. İki domates lazımsa, iki domates toplar. Çöp diye bir şey yoktur, her nimetin gideceği bir yer vardır köyde. Bir şekilde çürüyen gıdalarla, artan yemeklerle, meyve sebzenin kabuğuyla ineklere ziyafet çekilir. Et, tavuk gibi gıdaların kemikleri kedi ve köpek için bir öğün oluverir. Cevizin fındığın kabuğu ekmek pişirilen kuzinelerde yakılır çıtır çıtır.

Bir tekstil ürünün çöpe atılması öyle kolay iş değildir köyde. Eskiyen kıyafetler bağda, bahçede, tarlada daha da eskitilir. Yırtıldıkları zaman da bir süre toz bezi olarak vazife görürler. Evin eskiyen halıları, eskiyen koltuk ve sandalyeleri bir süre de dışarıda kullanılır. Eskiyen, yıpranan kıyafeti yamar, tekrar diker, kırılan eşyayı tamir eder, başka bir vazife için elden geçirir. Yani bir şeyi atmadan önce iki kere düşünür köylü. İyice işe yaramaz hale geldiğinde vedalaşır ancak eskiyen eşyalarla. Uzun süren dostluklar gibidir eşya ile kurulan ilişkiler.

Bir gün Peygamber Efendimiz ashabıyla otururlarken “Dere kenarında abdest alıyor dahi olsanız suyu tasarruflu kullanınız.” buyurur. Cemaatten biri “Ya Resulullah, derenin suyu akıp gidiyor. Biz tasarruflu da kullansak, tasarruf etmeden de kullansak yine akıp gidecek. Bunun bize ne faydası olacak?” der. Yüce Peygamberimiz “Önemli olan suyun akıp gitmesi değil, senin tasarruf terbiyesi içinde yetişmendir.” buyurur.

Gerçi artık köylü de şehirli kadar “tüket ve düşünmeden at” çağrısına maruz kalıyor ama hala manevi değerlere sımsıkı tutunmayı başarabilenler peygamberimizin öğütlediği tasarruf terbiyesine sahip. En azından eşyaya “nimet” gözüyle bakabiliyor köylü.

Köylünün aksine, modern yaşam ve modern şehirler içinde tasarruf ahlakını yaşatabilmek için bireyin hayli çaba sarf etmesi gerekiyor. Lakin zor olsa da tasarruf ahlakını bir şekilde kuşanmalıyız.  Şehirli insanın yaşadığı zorluklara kendimce bazı çözüm önerilerim var. (Aslında bunları daha çok kendime söylediğimi itiraf etmeliyim)

Kimi zaman vakit azlığından, kimi zaman alışveriş yapılacak mekana uzaklıktan ötürü yapılan toplu alışverişler istenmeyen bir yiyecek israfını beraberinde getiriyor. Bir şekilde ihtiyaç miktarınca alışveriş yapmak, yada belli ürünleri derin dondurucuda saklamak yiyecek israfını azaltabilir. Parklara yakınlık, yahut kedi köpek besleyen konu komşu artan gıdaların(ekmek, bakliyat,kemik vs) çöpe gitmesine alternatif oluşturabilir.

Teknolojinin nimetlerinden yararlanarak, kişi artık ihtiyaç duymadığı eşyaları internet üzerinden satıp bir başkasının hizmetine sunabilir, yada yardım kuruluşlarına bağışlayabilir. Cam, kağıt, metal ve plastik gibi atıkların geri dönüşüm kutularına bırakılması tüketimden üretime giden sürece katkı olacaktır. 
Alışveriş merkezlerinin, marketlerin ne denli çekici donatıldığı, kampanyalarla, taksitlerle müşteriyi avlamak için her tür tuzağın kurulduğu gerçeğine karşın; alışverişe liste ile çıkılması, listedeki ihtiyaçlar dışındaki reyonlara ve ürünlere bakmamak gereğinden fazla satın almayı engelleyebilir.

Reklamlara, promosyonlara, sürekli tüket çağrısı yapan medyaya karşı gelebilmenin ne kadar zor olduğunu kabul ediyorum. O yüzden  “İhtiyacım kadar tüketeceğim!” diyebilmek duasıyla…
 
Son Güncelleme 14 Ocak 2013 | 10:10

10 Ocak 2013 Perşembe

KADINLAR VE KURSLAR

KADINLAR KURSLARA GİDİYOR AHALİ İLGİ BEKLİYOR !  

Kurs öğrencileri arasında en fazla devamsızlık yapan ve kursu tamamlamakta zorlanan grup ev hanımlarından oluşur. Çocuklar ebeveynleri tarafından her koşulda kursa titizlikle gönderilirken, gençler ise alacakları sertifika meslek edinmelerinde önemli bir etken oluşturacağı için ders kaçırmamaya özen gösterirken ev hanımları kursa devamlılık konusunda hep sıkıntı yaşar.

Öncelikle bir ev hanımının herhangi bir kursa katılması çevresi tarafından son derece keyfi ve gereksiz bir aktivite olarak algılanır. Hele hele el sanatları ve yemek gibi kurslar dışındaki yabancı dil, diksiyon ve diğer ilmi kurslara katılıyorsa ev hanımı bir hayli yadırganır. Bu yaştan sonra elinde defter kalemle kursa gitmenin faydasız bir meşgale olduğu varsayılır.

Kimi ev hanımı ilk tepkiyi evdeki sorumluluklarını aksatacağı gerekçesiyle eşinden alır. Benzer tepki çocuklardan da gelebilir. Annenin her daim evde hazır vaziyette olmasına alışmış ev halkı, derse giden ve ders çalışan bir anneye pek de anlayış göstermeyebilir. Hanımların en fazla tepkiyi ve eleştiriyi aldığı insanlar ise çoğunlukla birlikte yahut yakın mesafede yaşadığı akrabaları olur. ( Açık konuşalım, daha çok eş tarafından akrabalar ) Zira kırk yıllık kızlarının/gelinlerinin şu kursa gitme işini nereden icat ettiğine bir türlü anlam veremezler.

Aldığı tepkilere rağmen, kursa katılmayı kafasına koyan hanımı bir de devamsızlık sorunu bekler, üstelik daha ilk günlerden… Bir genç, bir çocuk yahut yetişkin bir erkek kursiyer ancak kendi sağlık sorunu yaşadığında devamsızlık yaşarken, anne olan ev hanımı, eşi, çocuğu ve hatta birlikte/yakın mesafede yaşadığı akrabası hastalandığında da devamsızlık yapmak zorunda kalır.

Dost akrabanın, doğum, nişan, düğün gibi telaşlarında aktif rol almak durumunda kaldığı için, ev hanımı yine birkaç hafta kursu aksatır. Tüm bu uğraşların yanında ne yazık ki kurs ikinci plana itilir.
Ev hanımı, artık kursa gittiğini, belli gün ve saatlerde müsait olmadığını etrafındaki insanlara bir türlü anlatamaz. Yakınlar diğer boş günler dururken özenle kursun olduğu gün ve saatleri seçerler ziyaret için adeta. Gelen yatılı misafirler de, ev sahibi hanımın birkaç saatlik kursa gitmesini “ayıp” kategorisinde değerlendirir. Gelen misafirle yirmi dört saat ilgilenme sorumluluğu tüm ev halkı içinde yalnızca kadının sırtına biner.

Nasıl bu kadar emin konuştuğumu merak edebilirsiniz. Emin konuşuyorum, çünkü öğretmenliğimin yaklaşık dört yılını yetişkin eğitiminde harcadım. Hanımların kursa devam edebilmek için ne kadar çabaladıklarını ve bu noktada yaşadıkları sıkıntıları bizzat gözlemledim. Çoğu hanım sabah eşine ve çocuğuna kahvaltı hazırlayıp onları uğurladıktan sonra, aceleyle mutfağı toplar ve koştura koştura derse yetişmeye çalışırdı. Ödevini yapamayan, dersi tekrar edemeyen hanımların mahcubiyeti yüzlerinden okunurdu. Ya ev işlerinden, ya geç saate kadar misafir ağırlamaktan, yada ev halkının bitmek bilmeyen ihtiyaçlarını karşılamaktan dersi tekrar etmeye vakit bulamayanların sayısı hiç de az değildi.

Kursa gelmek, birçok kadının ömürleri boyunca kendisi için yaptığı tek şeydi. Eşlerinin, çocuklarının ve akrabalarının hayatlarında oynadıkları yardımcı rollerden biraz olsun sıyrılıp, kendi filmlerinin başrolünü oynamak gibi bir şeydi sanki.

Kimisi bu yaştan sonra bir şey öğreneceğine inanmaz, sırf evden ve rutininden çıkabilmek, sosyalleşebilmek ve bir amaç edinmek için gelir kurslara. Kimisi ailevi sorunlarını unutmak için, kimisi etrafındakilere bir şeyler başarabildiğini ispatlayabilmek için. Ve kendileri gibi hanımlarla tanışıp, dertlerini paylaşır, paylaştıkça azaltırlar. Yeniden okul günlerine dönmek gibi farklı bir heyecandır kurslar. Monoton hayatların renklendiği bulunmaz bir imkandır.

O yüzden etrafınızda kursa giden bir hanım varsa, yardımcı olun, onun uğraşına saygı duyun derim. Çalışan bir hanımın mesai saatlerine nasıl dikkat ediyorsanız, kursa giden hanımların ders saatlerine de aynı özeni gösterin. Onlara derslerinde yardımcı olacak materyalleri temin noktasında yardımcı olun. Ve çalışmaları gereken ortamı muhakkak verin.

sareyildiz@gmail.com
Sare Yıldız Şanlı


Sare ŞANLI

9 Ocak 2013 Çarşamba

TOPRAKTAN BETONA:BETONUN İNSANLARIYIZ BİZ


Topraktan Betona: Betonun İnsanlarıyız Biz


etiketler: sare şanlı beton toprak bina
Etrafımızda yükselen dev binaların sayısı her geçen gün artıyor. Her yeni projenin reklamıyla birlikte binaların hayretler içinde bırakan yüksekliğini ve modernliğini seyrediyoruz. Birçoğu şehir merkezinden hayli uzakta konuşlanan bu devasa yapılar şehir içinde ayrı bir şehir sunuyor.
Her bir proje, sakinlerine daha mutlu, daha modern ama son dereceyalıtılmış bir hayat vaat ediyor. Bir insanın işe gidip gelmesinin dışında sineması, alışveriş merkezi, spor salonu, okulu, camisi ve yeşil alanları ile her tür ihtiyacını site içinde giderebilmesi hedefleniyor. Bir bakıma bu projeler, site sakini olacak seçkin insanlar dış dünyanın sıradan insanları ile daha az muhatap olsun diye her tür imkanı hazırlıyor.
Gücün, gösterişin, teknolojinin ve seçkinliğin simgesi yapılarda, aynı ekonomik imkanlara ve sosyal statülere sahip site sakinleri binalarına gelen gündelikçi kadınlar ve güvenlik görevlileri dışında sıradan ve yoksul insanlarla muhatap olamadıkları için onların varlığını unutmaları an meselesi.
Dışarıdaki hayatın tehlikeli ve güvensiz oluşuna karşın, siteler her tür güvenlik önlemiyle çevreleniyor. Şehrin karmaşası, düzensizliği ve gürültüsüne karşın alabildiğine düzenli bir sistem sunuluyor. Binalara bodrum katlardaki soğuk ve korkunç otoparklardan giriliyor, asansörlerle daireye ulaşılıyor. Bu esnada hemen hemen hiç kimseyle karşılaşılmadığı gibi, karşılaşılsa bile birbirini asla tanımayacak iki insanın birbirine söylediği tek sözcük soğuk bir merhabadan ibaret kalıyor.
Komşuluktan bahsetmenin mümkün olmadığı aşikar. Zira yüzlerce sakinin hala komşuluk yapabilmek için sosyal statülerini bir yana bırakması gerekiyor. Maddi rahatlık içinde yaşayan insanlar, birbirlerini evlerde ziyaret etme alaturkalığından sıyrıldıklarından, tanıdıklarıyla lüks cafelerde ve restoranlarda buluşuyorlar.
Ancak böylesi bir yaşam egoizmi bu kadar iyi besleyebilirdi.  Egoizm… Dayanışma ve paylaşma gibi sosyal faziletleri toplumdan silerek, öldürerek yoluna devam eden bir canavar adeta. Kendisinden başka insan, kendi hayatından başka hayat olmadığını düşünme yanılgısına düşen insanı kıskıvrak yakalayıp, daha da duyarsızlaştıran çaresiz bir hastalık.
Daha yükseklerde ve daha uzaklarda yaşayıp, sıradan insanların sıradan hayatlarından ve sorunlarından sıyrılan insan tipini ne mutlu edebilir?
Yüksek binaların gelişmişliğin göstergesi olduğu söyleniyor. Psikologlar insanın dört kattan yüksek binada yaşadığında psikolojik rahatsızlıklara uğradığını tespit etmişler. Çünkü insan toprağa aittir.” tespitine yer veriyor Mustafa Kutlu güzel kitabı Akasya ve Mandolin’de.
Kim bilir belki de topraktan bu denli uzaklaşmış olmak insanı daha az insan, daha çok yapay bir varlık yapan. Toprağa ait insan da toprak gibi sıcak ve renkli iken, betonların içine hapsolmuş insan da bir o kadar soğuk ve renksiz değil mi?
Son Güncelleme 7 Ocak 2013 | 13:31

3 Ocak 2013 Perşembe

ALETLERİN İSTİLASI


Aletlerin istilası


etiketler: sare şanlı alet
Taşınmak insana evinde ne kadar çok alet edevat biriktirdiğini görme şansı veriyor. Zira hepsi yerli yerinde dururken hayatımı bu denli doldurduklarını fark edememiştim. Hayatı ciddi manada kolaylaştıran beyaz eşya diye adlandırılan aletlerden ve küçük ev aletlerinden bir bayan olarak şikayet etmem mantıksız olur. Ama her yerden çıkan kablolar, şarj aletleri, küçük elektronik eşyalar aletler tarafından istilaya uğradığımı düşündürüyor bana.
Alet sayısının azlığında mevcut olan kolektif ruh yerini alabildiğine bireyci bir ruha bıraktı. Eskiden alet sayısının azlığı insanlar arasında yardımlaşma ve paylaşma gibi sosyal erdemleri kuvvetlendirirdi. Sizin evinizde olmayan bir alet uzak mesafedeki bir tanıdığınızda bile olsa gidip ödünç alabilirdiniz. Koskoca köyde bir tek kişide televizyon olması köy halkını bir araya getirirdi mesela. İnsanlar her alete sahip olmanın gerekmediğini düşünebilirdi. Nasılsa komşuda vardı, yada akrabada yada bir başka tanıdıkta. Eşyalar ödünç alınıp verilebilirdi yani. Şimdi komşudan herhangi bir alet ödünç isteme gereği hisseden kaç kişi var merak ediyorum. Evimizde olmayan alet var mıdır? Şu tüketim çağında bahçesi olmayana bile çim biçme makinesini kredi kartına on taksitle satmaya çalışan sistem sayesinde komşudan istenecek alet kalmadı çok şükür!
Mehmet Niyazi, “Hayatın gayesini ihtiyaçların tatmini şeklinde idrak eden insan, maddeye hakim olacağı yerde, maddenin esaretine düştü” diyor. Odanın şeklini televizyonu merkez alarak dizayn edişimiz, bilgisayar için en özel yeri seçmemiz, telefon şarjlarını hep el altında bulundurma telaşımız bende esaret duygusu uyandırmıyor desem yalan olur.  Televizyonsuz, bilgisayarsız yada telefonsuz bir ev var mı? Peki ya bu aletler olmaksızın yapabilen var mı? O halde kendi ürettiği aletlere esir değilse nedir insanoğlu?
Televizyon izlerken ne kadar düşünebiliyoruz ki? Bizim yerimize birileri düşünmüş, bize de onu seyretmek ve kayıtsız kalmak, kabullenmek düşmüştür. Kumanda bizden çok televizyonun elindedir bir bakıma. İnsana ne yapması gerektiğini, nasıl tepki vereceğini, neyi sevip neyi sevmeyeceğini bile öğretir beyaz cam. Şimdi haber izle, bizim verdiğimiz ve inanmanı istediğimiz şekliyle, sonra dizi izle, sonra eğlence programı, sonra bir tartışma programı, aralarda ise ihtiyaç duymanı ve satın almanı istediğimiz ürünlerin reklamını.
“Yarının insanlarına yazık! Araçların temel unsurlardan soyutladığı insanın ne değeri olabilir? Böyle giderse insan kendisinin yerine aletlerin gördüğü, işittiği, düşündüğü pasif bir varlık haline gelecek, aletler insan özellikleri taşırken, insanlar da alet ruhuna sahip olacaklar” demiş büyük düşünür Tevfik El Hakim. İlk önce aklıma bilgisayar ve interneti getirdi bu düşünce. Zira internet üzerinden sağlanan iletişimde sesin ve yüz ifadesinin sıcaklığından uzak, donuk diyaloglar insanın ruhunun alete döndüğünü düşündürüyor. Artık her şeyi bilgisayar ve internet üzerinden gerçekleştirebilmek insanı bu aletle özdeşleştiriyor bir bakıma.  
Modern aletlerin kumandasındaki insan aslında ne kadar da yalnız! Televizyonun, bilgisayarın yada cep telefonunun ekranına dalıp giden insan tüm dış etkenlerden yalıtır kendini, farkında olmadan yalnızlaştırır. Ailenin her bir bireyi ayrı ayrı ekranlara bakmaktan birbirlerinin sesini ve yüzünü unutur, eşler arası muhabbet zedelenir. Sıcak iletişim yerini sanal olana bırakır. Soğuk ekranda verilen ölümler, savaşlar, kan ve gözyaşı gerçekliğini yitirir zamanla, artık yanı başında bir insan öldürülse gerçekliğini kavrayamayacak olan insan tepki de veremeyecektir belki de.
Modern teknolojinin hedefi de zaten bu değil mi? İnsanı insan yapan değerlerden onu soyutlamak, ruhsuzlaştırmak!
Son Güncelleme Dün | 11:27